- 1094 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
"GAVURUN KURŞUNU" 2.bölüm
O zaman ben ölümün ne olduğunu bilmeyecek kadar küçük olduğumdan günlerce onların uyanmasını beklemiştim; ama günlerce uyanmamışlardı. Evde yiyecek adına hiçbir şey kalmamıştı ve ne yapacağımı bilemiyordum. Bir gün, yanıma birkaç parça giyecek aldım, evde saklı bulunan paradan da bir miktar para alarak başörtümün ucuna bağladım, küçük köpeğimizle bir ikindi vakti yola koyuldum. Beni sahile götürecek olan yolu takip etmeye başladım. Ne de olsa, herkes gittiği yere oradan gitmişti. Hem gidiyor hem korkuyordum, etraftaki evlerde kimsecikler yoktu ve evlerin kapıları kapalı olmasına rağmen bir insan, bir tandık görebilmek için etrafı dikkatle inceliyordum ama kimseyi göremiyordum. Köyün bugünkü Mehdili Mahallesine girmiş gidiyordum ki ileriden bir bağırma sesi duydum ve olduğum yerde durakladım. Sonra, yine ağır ağır gitmeye başladım, o sesi merak etmiştim, yine aynı mahallede caminin hemen ön tarafında birkaç askerin çıplak bir adama işkence yaptıklarını görünce çok korktum, elim ayağım titreyerek hemen geri döndüm ve oradan ayrıldım. Köpeğimin bir havlaması bile beni ele verebilirdi; ama sanki o da olan bitenlerin farkındaydı ve hiç bir ters hareket yapmıyordu. Oradan uzaklaşarak tekrar eve geldim ve o geceyi de evde aç geçirdim. (Yıllar sonra, bu işkencenin olduğu yerde insan kemiklerinin bulunduğunu duyacaktım.)
Ertesi sabah uyandım, yine köpeğim peşimde yola koyuldum. Bu sefer beni güneye doğru götürecek olan yolu takip etmeye başladım. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum ve evden o kadar uzaklaşmıştım ki, artık geri dönsem belki de evimi bulamayacaktım. Bugünkü, Hacı Hüseyin Köyü ormanlarına ulaştığımda burada düşman askerlerinin cephaneliğine rastladım. Çalılıkların arasında sandıklarda saklı silahlar vardı. Allah’tan o anda askerler orada yoktu. Hemen oradan uzaklaşmak için hızlı bir şekilde ormanın içerisine doğru gittim. O gün ormandan çıkamadan akşam olmuş ve karanlık çökmüştü. Gecenin karanlığında bir ağacın dibine kıvrılarak oturdum. O gece uyur uyanık vaziyetteydim. Köpeğimi yanımdan bir şey bağırtarak alıp götürmüştü; ama korkudan hiçbir şey yapamamıştım. Güneşin ilk ışıklarıyla yine yola koyulmuştum, biraz ileride köpeğimin parçalanmış ölüsüyle karşılaştım. Artık, hayattaki tek yoldaşımı da kaybetmiştim. Korku ve üzüntü içinde yapayalnız giderken birtakım sesler duydum ve çok sevindim. O kadar mecalsiz ve güçsüzdüm ki kimseye seslenecek halim yoktu. Sesin geldiği evin bahçesine gelince, olduğum yere oturdum. Güneş, bana öyle vurmuştu ki iyice kendimden geçmiştim ve uykum gelmişti. Günlerdir de hiçbir şey yememiştim. Zaman zaman beni kolumdaki yaranında sıtması tutuyordu. Yine böyle bir anımdaydım. Ben orada otururken evin gelini mi kızı mı bilemediğim genç bir bayan beni görünce hemen yanıma gelerek bana neyin nesi olduğumu ve nereden geldiğimi sormuştu. Benim aç ve yaralı olduğumu anlayınca beni eve götürmüştü. Evde, ihtiyar bir dede ve nine de vardı. Sonra genç kadının evin gelini olduğunu öğrendim. Beni çok güzel karşılamışlardı, evin gelini karnımı doyurmuş ve beni yıkamış, yaramı temizlemişti. Başımdan geçenleri anlattığımda çok üzülmüşler, beni gözyaşları içinde dinlemişlerdi.
Burada da aynı korku ve endişeler vardı. Herkes tedirgindi ve geçim sıkıntısı burada da vardı. Evin gelini askerlerin baskın yapması endişesi ile gündüzleri genelde ormanda saklanıyormuş. Onun evde olduğu bir gün askerler gelmiş eve baskın yapmışlardı. Evdeki ihtiyar kadını ve kocasını evden dışarı atmışlardı, beni de çıkarmak istiyorlardı; ama ben genç kadının eteğine yapışmış bırakmamak için direniyordum. Bu direniş karşısında askerin biri beni kolumdan tutuğu gibi kapıdan dışarı fırlattı. O anda başörtümün ucundaki paralar ses çıkartınca hemen asker yanıma gelerek paraları yerinden çözüp almış, beni iterek içeriye girmişlerdi. Askerler evde tuttukları geline her türlü işkenceyi yapıyorlardı. Onun feryatları karşısında ihtiyar dede ile nine kendilerini yerden yere atıyorlar, gözyaşları içinde ağlıyorlardı. Sonunda askerler gitmiş herkes perişan ve şaşkındı. Evin gelini çok kötü bir durumda, deli gibi ona buna sadırıyordu. (Yine yıllar sonra bu gelinin canına kıydığını duyacaktım.)
Ertesi gün yaşlı kadın beni yanına alarak dışarı çıkardı ve bana: ‘Bak yavrum bizim halimizi görüyorsun, sen bizim yanımızda emniyette değilsin su ilerki tepenin ardında bir mahalle var, orada fazla kimse göç etmedi, şu yolu takip edersen oraya varırısın ve senin için orası daha iyi olur. Hem de açlık sorunun olmaz bizlerin ne olacağı belli değil“ diyerek beni gözü yaşlı uğurladı. Ben ürkek ve çekingen bir halde yola koyulmuştum, uzun bir yürüyüşten sonra gösterilen tepeye ulaştım ve biraz uzakta birkaç ev görünüyordu. Çok sevinmiştim ve umutla yürüyordum. Karşıma ansızın genç bir kadın çıkmıştı. Beni görünce hemen yanıma gelerek, şaşkın bir şekilde: ‘Yavrum sen nerden geldin, kimin nesisin? Pek buralılara benzemiyorsun.’ deyince, ben de başımdan geçenleri ona da anlatmıştım. Kadın beni dinledikçe gözyaşlarını tutamıyor, ağlıyordu, bir yandan da: ‘Ah yavrum, ah yavrum!’ diye bana sarılıyordu. Sonra bana: ‘Kızım ben şimdi ormana saklanmaya gidiyorum, akşam geleceğim, şu bizim eve git; yalnız benim gönderdiğimi söyleme. Evde yaşlı kaynanamla kaynatam var, kaynatam biraz huysuzdur bağırıp çağırabilir, sen aldırma; ama kaynanam iyidir. Eğer kaynatam seni kovacak olursa sakın bir yere gitme, kapıda beni bekle, ben akşama geleceğim, o zaman seninle ilgileneceğim.’ dedikten sonra yanımdan uzaklaştı. Ben, kadının gösterdiği evin kapısına gittim, bir kanara oturdum. Nasıl karşılanacağımı bilemediğimden kapıyı çalmaya çekiniyordum. Biraz sonra yaşlı kadın evden dışarı çıkmış beni görmüştü. Benim nereden geldiğimi ve kimin nesi olduğumu öğrenmek için beni soru yağmuruna tutmuştu. Hikâyemi dinledikten sonra, çok üzülmüştü ve bana: ‘Sen oralardan buralara nasıl geldin?’ diyor, bir yandan da korkusundan: ‘Bey bak buraya bir çocuk gelmiş, bütün ailesini askerler öldürmüş.’ diye ekliyordu. Biraz olsun, kocasını yumuşatmaya çalışıyor gibi bir hali vardı. Kocası da basmıştı narayı: ‘Nasıl çocukmuş? Burayı nerden biliyormuş? Biz yemeye ekmek bulduk da bir çocuk kaldı, o çocuğu nereden buldunuzsa oraya götürün!’ diye bağırıyordu. Kadın: ‘Yapma Bey nereye gider? Onun yiyeceğinden ne çıkar? Bir kaç gün olsun kalsın.’ diye yalvarıyordu; ama nafileydi. Adam, Nuh diyor peygamber demiyordu. Akşama doğru adam zor da olsa biraz olsun yumuşamıştı. Ama adamın homurtusu bitmiyordu. Bu yüzden orada kaldığım ilk günler ondan hep çekinmiştim.
Evini bana gösteren gelin ve diğer kadınlar saklandıkları yerde askerlerin baskınına uğramışlar. Gelin oradan kaçarken bacağı kırılmış ve o vaziyette eve dönmüştü. Burada da kimse rahat değildi. Askerlik çağındaki gençler hiç evlere uğramıyordu. Herkes can siparane vatan savunması için evlerinde gitmiş, her biri bir vatan köşesine dağılmışlardı. Evlerde, ihtiyar ana ve babalar, gelinler kızlar ve çocuklar vardı.
Artık, Poşuloğulları denen bu ailenin bir üyesi olmuştum. Yaşlı adam da zamanla bana iyi davranmaya başlamıştı. Kimi zaman karısına: ‘Bu Asiye’nin ailesi epey bir aile. Baksana babası hacca bile gitmiş. Dediği gibi ailesinden kimse kalmadıysa bunun yeri yurdu da vardır, biz bunu bakalım.’ dediğini duyduğum oluyordu. Bu ailenin yanındaki günlerim halam beni bulana kadar devam etmişti.” diye anlatırdı anneannem yaşadığı o acı günleri.
Anneannemi halasının bulması da ayrı bir hikâyedir. Hala, baba ocağında bıraktığı ailesinin başına gelenleri ilk duyduğunda köye gelmek için Tirebolu’ya kadar gelse de Harşit Çayı’ndan ötede kalanların durumlarının iyi olmadığını ve her tarafta düşman askerlerinin kaynadığını duyunca geri dönmek zorunda kalır.
Nihayet, köylerinin işgalden kurtulmasıyla muhacirliğe giden herkes gibi onlarda üç yıllık bir muhacirlik döneminden sonra evlerine döneler. Hala, kocasıyla beraber köye gelir gelmez baba ocağına gelir. Burada gördüğü manzara korkunçtur. Her taraf kemik parçalarıyla doludur ve her biri bir tarafa dağılmış vaziyettedir. Sadece saçları kınalı olan anasını saç örüklerinden ve çok cüsseli olan babasını kafatasından tanımıştır. Diğerlerinin kemikleri etrafa dağılmış, kimlere ait olduğunu anlayamamıştı. Hala, aynı zamanda hoca olan kocasıyla beraber gözyaşları içinde kemikleri toplayarak mezarlığa gömerler. Ama bir şey vardır ki halanın içine aileden birinin yaşıyor olabileceği kuşkusunu doğurmuştur. Çünkü evde bulunan kafa kemikleri eksiktir. Bu da halayı umutlandırmaktadır. Kocası da kemiklerin kaybolabileceğini söyleyerek boş umuda kapılmaması yönünde telkinde bulunsa da hala umutludur. Ayrıca, halanın erkek kardeşi -anneannemin de amcası- ailesinin başına gelenleri gördüğünü ve bir tek Asiye’nin yarasının hafif olduğunu; ancak yanında götüremediğini, daha sonra eve geldiğinde onu evde bulamadığını anlatmıştır. Bu durum anneannemin yasıyor olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Daha sonraları Hacihüseyin mahallesinde (bugün köy olan) halanın yeğenine uyan bir kızın bir süre kaldığı yönünde duyumlar alınır.
Hala, karmaşık duygular içinde olduğu bir dönemde, bir gece rüyasında baba evinin kapsında yeşil bir sandık görür. Kendisi bu sandığı evin içine koymak ister, ancak sandığı eve koymasını engelleyen yabancı insanlarla mücadele etmektedir. Büyük bir uğraştan sonra sandığı eve koymayı başarır. Hala sabah uyandığında rüyasını kocasına anlatır ve: “Bey bu rüyam yeğenimin hayatta olduğunu gösteriyor, erinde sonunda o evine dönecek.” der. O da: “Keşke hanım haniydi böyle bir şey olsa da gelse.” der. Hala ve kocasının da yedi tane çocuğu çeşitli hastalıklardan ölmüş ve hiçbir çocukları yaşamamıştır. Biraz da bu yüzden kardeşinin zürriyetinden bir çocuğun olmasını çok istemektedirler.
Görülen bu rüya üzerine hala dört bir yana haber ulaştırarak yeğenini aradıklarını duyurur. Bir süre sonra Boğalı Köyü civarlarında, İmatlı Mevkiinde aradıkları özelliklerde bir kız çocuğunun olduğu haberini alırlar ve bunun üzerine hala ve kocası, köyden de birkaç kişiyi yanlarına alarak söylenilen yere giderler. Hala çok mutludur ve oraya vardıklarında yeğenini büyümüş olmasına rağmen tanımıştır. Ancak, yeğeni halasına iyi davranmaz; çünkü kendisine bakan aile tarafından gitmemesi yönünde tembihte bulunmuşlardır. Halasına: “Ben seni tanımıyorum, benim ailem hep öldü, babamı askerler götürdü ve benim halam da yok.” der. Onlarla eve dönmeyi kabul etmez. Aile de zorlayamayacaklarını, kendi isterse gidebileceğini; ama ne zaman isterlerse görmeye gelebileceklerini söylerler. Hala, çok üzülür gözyaşları içinde evlerine dönerler.
Hala çok şaşkındır, her gün ağlamaklıdır. Ne yapacağını bilemez bir şekilde yeğeninin evinden uzakta yabancılar içinde olmasına üzülmektedir. Sonra onu eve döndürmek için bir plan yapar ve bir süre sonra yeğenini görmek maksadıyla ziyarete giderler.
Yeğenine: “Bak yavrum babandan mektup geldi, eve dönüyormuş, senin için de ben gelene kadar eve dönsün diyor.” deyince, babasından mektup geldiğine inanan anneannem: “Tamam gidelim.” deyiverir. Tabi ki, bu mektup yeğeni eve döndürmek için bir yalandır. Bu yalanı da anneannem eve döndükten sonra anlamıştır.
Böylece anneannem baba ocağına dönmüş olur. Halası, anneannemi bir evladı gibi bağrına basıp büyütür. Hala-yeğen olmaktan ziyade ana-kız gibi olmuşlardır. Anneannem evlilik çağına geldiğinde, kendisi gibi annesiz babasız büyüyen dedemle evlendirilir. Dedem, bu evlilikle anneannemin köyüne yerleşmiş olur. Anneannem halasının kocası ölene kadar onlardan ayrı yaşar ve eşinin ölümüyle onların yanına gelir, son nefesine kadar onlarla yaşar.
Halayı ben bile hatırlıyorum. Adının Hatice olmasından dolayı ona Hacce Ana derdik. Masmavi gözleri, kınalı saçlarıyla çok tonton bir nineydi. Çevresindekiler tarafından çok sevilen ve sayılan bir kadındı. Yüz on yaşına kadar yaşamıştı. Anneannem bütün hünerlerini ondan öğrenmişti. O yaşlanınca mahalli hekimliğe dair ne varsa anneannem vazife edinmişti. O da bu vazifesini kendisi hastalanıncaya kadar devam edebilmişti. Sonunda, anneannem de 89 yaşında baba ocağında vefat etmişti. Ama onun hikâyesi, vefakârlığı ve saygınlığı hâlâ dilden dile dolaşmaktadır.
www.emineusta.tr.cx
emineusta2008.com/eusta/: