SİZE BAHARLAR BIRAKTIM
SİZE BAHARLAR BIRAKTIM
Söğüt dallarından çelenkler yapacaktım size. İğne yapraklı çam ağacını gösterecektim. Orman yolunda sıra olup ‘Yedi Cüceler Şarkısı’ eşliğinde kuşları dinleyecektik. Sizin beşiğiniz, benim ilk göz ağrım Yarımca Köyü’nde, orman değil tek bir ağaç olsaydı, yapacaktım bunları.
Atama sonuçlarının açıklanmasından itibaren düşlerini kurduğum, bir masal ritmi içinde kendimce bezeyip büyüttüğüm bu uzak coğrafyada, padişahlar, saraylar, Anka kuşları olmadığı gibi ağaç da yoktu.
(Varsın olmasın.)
Ne umdum ne buldum yakınmalarımdan kurtulur kurtulmaz, içinde orman ve ağaç olmayan plânlar yapmaya başladım. Buralar, boyumca çimenlerin, belimce taşan derelerin meskeniydi, ama ağaca hasretti.
…
Etiniz bana emanet edilerek başlamıştı verniği dökülmüş sıralardaki ilk yolculuğumuz. Ve ben yüreğimi yoldaş etmiştim ışıldayan gözlerinize. Bir yanda uzun soluklu okul maratonunun biraz korkutucu bilinmezliği, diğer yanda kravatlı tebessümümde büyümek için can atan çocukluğunuz… Heyecan, kaygı sarmalında gidip gelirken, griden hâkî renge dönen bezgin duvarlara düşerdi gölgemiz ilk. Yerle bitişik sınıfımızın renksiz kapısını aralayarak içeri girdiğinizde, parmak uçlarımdan başlayan ve bir nefeslik göz temasınızla buluşmak isteyen çocuk/su sevincim başaklanırdı. Ve hala çocuk yüreğimin coşkulu tül perdeleri boydan boya çekilir, eksik düğmesinden kayıp düşerdi kornişteki yatağından. Güneş, çehrelerinizde doğardı göz bebeklerime. Ve heyecanım, son turna katarının peşine takılır, yeni türküler öğrenirdi; sizlere öğretmek için.
…
Hani insan çok şey yapmak ister de hiçbir şey yapamaz ya, ilk günlerim tam da böyle başladı. İlçe Milli Eğitim Müdürü:
’’Hocam, sen önce kendini sağlama al, buralara kış erken düşer. Tedarikli ol, gerisi hallolur.’’ demişti. Kaf Dağı kadar uzak, okuduğum romanlardaki kadar özellikli olan Şark’taki görev yerimle ilgili ilk izlenimlerim bunlardı.
İlk günlerdeki çekingenliğim sona erince, günler de aldığımız nefes hızında geçmeye başladı. Her şey heyecanımın terkisinde mutlu mesut geçiyordu.
Gündüzleri, kırağılarla selâmlaşıyor, akşamları sert soğuklarla karşılıyordum. Henüz aylardan eylüldü.
…
Kara kışın, beyaz karın bağrında, kimisi çorapsız kimisi çelik gibi sağlam giyinerek okula gelen öğrencilerimi sevmiştim. Onlar da sevmişlerdi beni. Bunu anlamak için her sabah kapımın önünde uzayıp giden, çeçil peyniri, yoğurt, taze lâvaş ekmeği ve bir parça cendek(1) sunma kuyruğunu görmek gerekirdi.
…
Dört yıllık zaman içinde buradaki mahrumiyetin ara renkleri de netleşmeye başladı. Lojmana beş yüz metredeki ‘’Kani-yi sar’’dan (2) su taşımak, hiçbir akşam randevusunu kaçırmayan elektrik kesintileri, sıkça yaşanan tipiden dolayı içeriye tepen dumanı çıkarma mesaileri, başlıca ara renklerdi. Bu diyarın cilveleri de bunlardı anlaşılan…
…
Bin dokuz yüz doksan sekiz yılının mart ayında bu alışıldık düzen bozuldu. Üç gün aralıksız yağan kar, köylülerin olağan bulduğu, benim ise şok olduğum; çığ altında kalmışlık hissi yaşadığım bir tablo meydana getirmişti. Okullar on gün tatil edilmiş, köyün dışarıyla bütün iletişimi kesilmişti. Bu mahrumiyetin bana özel tek avuntusu, okuduğum kitaplar oldu. Bir masal kuşağının tam orta yerinde bulunuyor, titrek mum ışığının yoldaşlığında gözlerim yanıncaya kadar kitap okuyordum. Tatilin devam ettiği günlerden biriydi ve öğle saatleriydi. Biri bana sesleniyor gibiydi.
—Osman Hoca!
—Osman Hoca!
Önce kitabın sayfalarında unutulmuş bir ses sandım bunu. Lojmanın, kullandığım tek odasının kapısı vurulunca gerçek dünyaya döndüm. Kapıyı açar açmaz karın turkuaz beyazlığını gözümde hissettim. Bir an tuhaf bir körlük yaşadım. Bakamadım karşımdaki sese . Selâm verdi. Ardından mahcup ve heyecanlı bir ifadeyle konuştu.
—Hocam ben Rıza Dayı’nın oğluyum. Zihnimdeki insan harmanından savrulan Rıza Dayıyı hatırladım. Bahar’ın babasıydı. O, konuşmasına devam ederken, ben gözümde Bahar’ı canlandırmaya çalışıyordum. Dört yıldır öğrencimdi. Bu yıl beşinci sınıftaydı. İnanılmaz bir zekâsı olduğu halde derslerde fazla ön plâna çıkmayan, öğrenciler üzerinde de sahiplenmeci tavrı ve ağırlığı olan bir kızdı. Nöbet, temizlik ve sınıfın ısınması konularını ben söylemeden ustaca hallederdi. Sağ yanağının gözüne yakın kısmında kavisli, belirgin bir damar çıkıntısı vardı. On iki yaşındaki bir öğrenciye göre fazla vakarı; upuzun sarı saçlarıyla, diğer öğrencilerden hemen ayrılıyordu. Az konuşan, özellikle benimle konuşurken hep yere bakan koskocaman yeşil gözler, ciddî, mesafeli ve durgun bir yüz.
—Buyur Civan, dedim.
Civan, ezile büzüle:
—Hocam Bahar dört gündür hastadır, yatıyor, dedi. Çok öksürüyor, ateşi de hiç düşmüyor.
—Hastaneye niye götürmediniz, diyecektim ki, bu havada, böyle bir manzarada hastaneye götürebilseler bana neden gelsinlerdi? Durumu telâfi etmek adına bir şeyler söyleyecekken o benden önce davrandı:
—Babamın çok selâmı var. İşi yoksa bir zahmet eve kadar geliversin. Civan, ellerini birbirine bağlamış, çenesi göğsüne düşmüş benden cevap bekliyordu. Zaman, konuşmayla kaybedilemeyecek kadar kısıtlı görünüyordu. Lojmandan ayrıldık. Dışarısının bu kadar soğuk olduğunu düşünmemiştim. Lojmandan ince montumla çıktığıma çok pişman oldum. Günlerdir ilk kez çıkıyordum dışarıya. Kar kesilmişti, ama her taraf buz olmuştu. Kestirmeden gitmek için donmuş dere yatağını izledik. Birkaç kez derenin ince buzlu yerlerine battım. Ellerimize hohlayarak eve vardık. Ev halkı, açlığın ve soğuğun asabîleştirdiği köpeklerden zarar görmemem için âdeta seferber oldu. Tahta dış kapıya yanaşmamla birlikte nefes, buhar ve sigara karışımı bir havaya yakalandım. Oda tıklım tıklımdı. Erkeklerin ağırlıkta olduğu bu toplulukta dumandan göz gözü görmüyordu. Oturmamla birlikte, tabakları Şahmeran resimli bardaklarla çay ikram edildi.
Kapının bulunduğu duvar hariç diğer duvarlarda divanlar diziliydi. Ben sobanın yanındakinde oturmuştum. O, karşımdaki divanda yatıyordu. Annesi Bahar’ın yatağına sokulmuş, yavrusuna kaynatılmış pekmez içirmeye çalışıyordu. İçerideki kalabalık -odada olağan dışı bir durum yokmuş gibi- günlük konuları tartışmaktaydı. Pekmez içirmeye çalışan annenin çabalarına karşılık Bahar takatsiz görünüyor, bin bir zahmetle ağzına aldığı pekmez genzine ulaşınca sarsılarak öksürmeye başlıyor, öksürürken yukarıya doğru yay gibi bükülüyordu. Müdahale ettim. Pekmez içirmelerini engelledim. Yatağa yaklaştığımda karşılaştığım görüntü gerçekten iç acıtıcıydı. Terden saçları yapış yapış olmuş, alnında ve burnunun üzerinde terler birikmişti. Gözaltları çürümüş, gözleri solmaya yüz tutmuş gibiydi. Ve göz yuvarlağı bakır rengine dönmüştü. Bakanın acıma hissini güçlendiriyordu. Yüzüne bakarak gülümsemeyle karışık
—Geçmiş olsun, dedim. Bana döndü. Gerçekten çaresiz görünüyordu. Annesi:
—Bahar’ ı bildin mi hoca? Dedi. Kadersiz kızım benim. Rıza Dayı, duman yarışına bir tütün daha sararak devam edecekti ki uyardım. Sigarayı tabakasına koydu. Dışarıya gelmesini işaret ettim.
Beni neden çağırdığını, maddî manevî yapacak bir şeyin olup olmadığını sordum. Uzun ve derin bir soluk aldı:
—Sen köyümüzün önderisin, devletin memurusun hocam, dedi. Bu sabi kaç gündür burada işte böylece yatıp duruyor. Bize bir akıl ver, bir yol göster, bir büyüklük yap Allah için, dedi. Düşünmeye başladım. Ağır bir vebal yüklemişti bana. Onların yapamayacağı benim yapabileceğim şey ne olabilirdi ki?
Düşünmeye başladım. Ne yapabilirdim?
Yollar günlerdir tepeleme kardı. Elektrikler, telefon yoktu. İki seçenek vardı görünürde. Ya ağır bir risk alıp kızı hastaneye kızaklarla götürecektik veya ilçe jandarmaya gidip kar aracı isteyecektik. Her iki seçenek de sonuç açısından pek umut vaat etmiyordu. Bunları anlattım Rıza Dayı’ya.
—Evden çıkarsa saniyede ölür Hocam, dedi. Gördün, ne canı var ne cürümü. Benden ne istediğini anlamam geç olmadı. Köylünün öteden beri askerden bir şey istemeye cesareti yoktu.
—Seni kırmazlar hocam, dedi. Yalvararak:
—Kulun kurbanın olayım, yap bir babalık bize.
—Tamam, Rıza Dayı, elimden geleni yaparım, endişelenme sen, dedim. Ter ve tütün kokan gövdesiyle boynuma sarıldı. Sırtını sıvazladım, tekrar ettim:
—Meraklanma…
Çok geçmeden biri benim diğeri de Civan için olmak üzere iki at hazırlandı. Bere, yün eldiven ve içi yünlü meşin kabanları giyinerek yola düştük Civan’la beraber. Dualar kuşağı altında atları kırbaçladık.
Kendimi o an çok farklı, çok kutsî bir yolun yolcusu sayıyordum. Çünkü avuçlardan kaymak üzere olan genç bir hayat söz konusuydu. At binmeyi öğrenmem için bana verdikleri emekten dolayı müteşekkirdim çocuklara. Yol arkadaşım sessizdi. Sorduğum sorulara ‘evet’ ya da ‘hayır’ türünden kısa cevaplar veriyordu.
Zifti bir akşamüzeri ilçeye ulaştık. Civan, atlarla birlikte garnizonun dış avlusunda beni bekleyecekti. Niyet hayırlı olunca kudreti sonsuz olan Rab’de yardımını geciktirmiyordu. Aracına binmek üzereyken komutana rastladım. Karakol komutanı, daha önce keşifler için köye gelen, gelişlerin bir defasında misafirim olan ve bu ziyaretten ötürü muhabbet kurduğumuz satranç meraklısı Metin Üsteğmen’di. Beni gördüğüne şaşırmış ve memnun olmuştu. Biraz işi olduğunu, kısa bir süre içinde döneceğini söyleyerek içeride kendisini beklememi istedi. Hemen durumun nazikliğini anlattım. Yardım istedim komutandan.
Paletli bir kar aracı. İşimizi ancak o görürdü. Bir tane kar aracı vardı, ama Erzurum yolunda kardan mahsur kalan otobüs yolcuları için görevdeydi ve ne zaman geleceği belirsizdi. Çaresiz bekleyecektik. Köydeki hastanın durumu, Rıza Dayı’nın beklentisi, Civan’ın sessiz sabırsızlığı büsbütün sarsıyordu. Ama bir umut vardı artık. Bel bağladığımız kapıdan ret cevabı almamıştık. Yatsı namazıyla birlikte beklediğimiz araç geldi. Civan, atları ilçedeki akrabalarından birine bırakacak ve orada hastanın ilçe hastanesine naklini bekleyecekti. Metin komutan hiç bekletmedi bizi. Bir şoför, bir sıhhiye eri, bir de çavuş tahsis etti. Bu erdemli davranışı çok sevindirdi beni. Bir insanın kurtarılmasına katkıda bulunmanın hazzını kaç şey verebilirdi zaten?
…
Olayın üzerinden epey bir süre geçti. Bu arada yollar açıldı. Karın eski şatafatı kalmadı. Karın bıraktığı yapışkan çamuru saymazsak şikâyetim yoktu durumdan. Konuyu takip ediyordum. Bahar on beş gün kadar okula gelemeyecekti, raporluydu. Kendisi gelemese de sağlığı hakkında güzel haberler geliyordu okula. Bir süre sonra kendi de gelecekti.
…
Karların yumuşadığı bir gündü. Bayrak töreninden sonra okulun bahçesine atına binmiş halde Rıza Dayı geldi. Bakışları ve vücut diliyle minnet duygularını ifade ediyordu.
—Hocam eğlenme, bize gidiyoruz, dedi. Atın dizginlerini bana verdi. Yumuşayan karlar üzerimi çamur etmesin diye getirmiş atı. Öyle söyledi. Üstümü değiştirmeden eve geldik. Ben hastaneye gitmediğim için o gece yaşanan bütün ayrıntıları, hastanede yaşananları anlattı. Her cümle arasında beni fazlasıyla öven şeyler söylüyordu. Doktorların söylediğine göre Bahar hastaneye o gece getirilmeseymiş kesin ölürmüş. Defalarca sarıldı bana. Bahar’ı sordum. Rıza Dayı bir süre yere baktı ve başını kaldırmadan:
—Bahar, İstanbul’da; bizim yeğenlerin yanındadır, dedi. Yemek ve çayın ardından kalkmak üzere davrandım.
— Az bekle hocam, bende bir emanetin var, dedi. Meraklandım. Elinde bir av tüfeğiyle döndü. Bu senin, dedi. Ananın ak sütü kadar helâl olsun. Reddettim. Bir kolumu mengene gibi kavrayarak;
—Hiç zorlama hocam, dedi. Bu senindir…
…
Sözünü ettiğim bu kar mahkûmiyeti, bir ay kadar devam etmişti. İşin garip tarafı, Bahar, o günden sonra okula hiç gelmedi. Rıza Dayı’ya her sorduğumda ya konuyu değiştiriyor ya da kaçamak cevaplar veriyordu. Ben onun okula İstanbul’da devam ettiğine kanaat getirmiştim. İstanbul’da akrabalarının olduğunu biliyordum. Ama hastaneden çıkar çıkmaz hakkında ölüm fermanı çıkacağını, daha baharı göremeden kış cehennemine atılacağını nerden bilebilirdim?
İlkbaharın munis ve ışıltılı yüzü, çayırlarla, şırıldayan derelerle ve sayısız güzellikteki çiçeklerle ortaya çıkarken, iliklerime kadar yaşama sevincini ve dirilişi hissediyordum.
Mayıs ayıyla birlikte köyün yayla zamanı başladı. Bir şölen içindeydi köy. Yayla zamanı, çayırların çiğdem çiçek boy attığı buna bağlı olarak sütlerin bereketlendiği dönemdi. Köylüler birer ikişer yayla yollarına düşüyordu. Tahminimce Rıza Dayı da zavotuna (3) dönmüş, köylülerden aldığı sütleri kaşar yapıyordu. Görüşmeyeli epey olmuştu onunla. Bu uzun süren ayrılık molası ve Rıza Dayı’nın sessizliği beni tedirgin etmeye başladı.
Yarıya yakını okula devam öğrenci ve birkaç ihtiyar dışında köyün boşaldığı günlerdi. Dersteydim. Sınıfın kapısı aralıktı. Arkamda bir gölge hissedip döndüm. Gelen Civan’dı. Elinde ağırlıktan yere değen büyük ve siyah bir poşet vardı. Ben bir şey söylemeden o da babası gibi yere bakarak konuşmaya başladı:
—Bunları babam yolladı Osman Hoca, çok selâmı var. Devam etti.
—Yaylaya gelmek istiyorsa atı göndereyim, dedi. Teşekkür ederek poşeti elinden alıp dolabın kenarına koydum. Bahar’ı sordum.
—Hocam Bahar İstanbul’da, dedi. Nişanladık onu. Rıza Dayı tevekkeli sıkça yeğenlerinden bahsetmiyordu demek ki. Kulaklarımdaki uğultuyla baş başa kalmıştım artık. Bu, nasıl olabilirdi? Okuyacağına en çok umut bağladığım Bahar bunu nasıl kabul ederdi? Anlayamıyordum.
Hani sekizinci sınıfı bitirip liseye devam edecektin? Öğretmen ya da hemşire olacaktın. Hemşire olursan uzak yakın demeden şifa dağıtacaktın yoksul köyündeki insanlara. Cahillik kader değildi hani? Ne çabuk unuttun Bahar? Neden hiç direnmedin kardelenleri solduran bu hoyrat ayazlara? Neden benim bin bir emekle kurduğum hayallerimi parçaladın?
Neden Bahar?
Neden?
Sonu gelmeyen nedenlerin çaresizliklere hapsedildiği bir zindanda hissetmiştim ruhumu. Oysa o zindana ebedi fırlatılmak üzereydi zavallı Bahar…
Hayır! Buna izin veremezdim. Bu kadar değildi. Bu, ‘kader’ değildi. Aileye yabancı biri girmemeliydi. Tamam. Mal mülk bölüşülmemeliydi. Buna da eyvallah. Ama on iki yaşındaki bir kızcağız, âdeta kurbanlık koyun gibi satılamazdı. Ve ben, öğretmeni buna engel olmak için her şeyimi koyacaktım ortaya. Hiç zaman kaybetmedim. Aynı gün Civan’la yaylaya gittim. Rıza Dayı’yı buldum. Meselenin içinde başlık parasının olduğunu da öğrenmiştim. Kanıma dokunan hususlardan biri de buydu zaten. Öfke içinde sordum Rıza Dayı’ya;
—Bahar’ı kaça sattın!
Hiddetlenerek bana döndü.
—Ne diyorsun hoca sen? İlk defa ‘Hoca’ diyordu bana. O an yıpranmış sinirlerimden savrulan akortsuz ifadelerle saymaya başladım ona. Savunduğu gerekçelerin makul bir tarafı yoktu. Güya buralarda kızlar biraz serpilince, ilkokul beşi bitirince yerini bulması gerekirmiş. Yıllardır bu düzen devam ediyormuş. Bütün kozlarını oynamaya çalışarak:
—Sen ne karışıyorsun hoca, dedi gene o soğuk tavrıyla. Anası var babası var, sana ne oluyor?
—Ben öğretmeni oluyorum, dedim. Onda emeğim var. Evlenmek isteyip istemediğini ona sordun mu hiç?
Rıza Dayı kestirip attı:
—Bu konu kapandı hoca.
—Bu konu kapanmadı Rıza Efendi, dedim. Kapanmayacak, göreceksin. Devam ettim:
—Seni karakola şikâyet edeceğim. Bu yaşta bir kız çocuğunu zorla evlendirmek neymiş, orda anlarsın. Bunu söyleyip ayrıldım. Ardımdan savurduğu tehditler umurumda değildi.
…
Oysa dört yıl içinde çok alışmıştım öğrencilerime, ailelere. Zihnimde tasarladığım manzarayla hiç kesişmeyen bu farklı coğrafyayla bütünleşmiştim âdeta. Sabahları dizlerimi okşayan gümrah çayırları, yılkı atlarını,’’Kani-yi sar’’ ın bal şerbet tadını çok benimsemiştim. Ve türküleri keşfetmiştim yeni baştan. Saz çalmayı öğrenmiştim. Onlarca yılda okuyamayacağım kadar kitap okumuştum. Okula su getirmiş, etrafını duvarla çevirmiştik. Çeyrek asırdır sürmekte olan kan davası sorununu çözmüştük. Futbolu sadece televizyonlarda izleyen köyün gençleriyle köyler arası futbol turnuva’sına katılmış ve ‘kaymakamlık kupası’ nı kazanmıştık. Bunları hep birlikte yapmıştık. Ama Bahar’ın kaybını hangi ‘kazanma’ telâfi edebilirdi ki? Bu devran böyle devam edecek idiyse ben neden buradaydım?
…
Bir mayıs fırtınasında oradaki görevimden ayrıldım. Her gün dört mevsimi yaşamıştım ayrı ayrı. İçinde başarılar, hayal kırıklıkları, özlemler… İçinde sonuna nokta koyamadığım birçok cümle olan öyküler…
Umut saçan hayallerinin enkaza olmasına mı üzüleyim şimdi?
Gidişine mi, sessiz sedasız?
Gidişindeki bu eğretiliğe mi?
…
Tam sekiz yıl sonraydı. Bu yenilgi uykusundan telefonumdaki bir ileti sesiyle uyandım.’’Hiç unutamadığım öğretmenimin Öğretmenler Günü kutlu olsun. Bahar Ö., Yoğun Bakım Hemşiresi. Hasköy-Ardahan.’’
(Çile, sabır harmanında dövülünce, umutlar hasat ediliyordu ter-ü taze .)
İşte şimdi mevsim güz ama günlerden ilkbahardı.
Beni güz yağmurları emanet etmişti size, ben de arkamda Bahar’lar bıraktım. O iletiyi aldığım günden beri içimdeki yenilmişlik duygusundan eser kalmadı. Ve o günden beri yaşadığım mevsimler hep bahar, hep ilkbahar…
Bir gün yolunuz başı dumanlı dağlara, yeşil nefesli yaylalara düşerse; nazlı çiğdemler okşarsa ayaklarınızı ve bir gün Ziyaret Tepesi’ nin çisesinde ıslanırsanız, Bahar Hemşire’nin kapısını çalın. Kekik kokulu ve keklik kanı demindeki çayını için. Ama suyu mutlaka ‘Kan-i Sar’ un suyu olsun.
(1) Cendek: Bütün olarak kurutulmuş kaz eti.
(2) Kani-yi sar: Soğuk çeşme.
(3) Zavot: Kaşar peyniri üretilen küçük ölçekli işletme.
Osman DURAK
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.