Erbil Kalesini Gezerken
1996’nın baharıydı.Hudutların ötesinde, suların mahzun aktığı yerlerden, imparatorluk bakiyesi topraklardan birindeydim. Daha önce Kerkük adını duymuştum. Altın Köprü katliamı ve Diktatör Irak yönetimi tarafından idam edilen Türkmenler nedeniyle. (Burada şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum) Fakat Erbil’ in bir Türkmen şehri olduğunu buraya geldikten sonra öğrendim.
Bir gün, her sabah işe giderken önünden geçtiğim Erbil Kalesini gezmeye niyetlendim.Bana gönüllü rehberlik eden Türkmen meslektaşımla kaleye çıktık.Kale içinde restarasyon çalışmaları vardı.Bu çalışmanın PUK( Celal Talabani’ nin partisi) tarafından yapıldığını öğrenince yüreğim cız etti.Şüphesiz olumlu bir girişimdi.Ama bunun Türkiye tarafından yapılması gerekirdi diye düşünüyorum.Biz hayırsız evlat misali her yere kaynak buluruz da böyle hayırlı işlerde kaynak sıkıntısı yaşarız nedense...
Kale içi metruk evlerle doluydu.Evler içinde yaşayanların sosyal konumlarına uygun inşa edilmişti.(Kullanım alanı yönünden) Ama mimarîleri ortaktı.İlk göze batan iki konağı sorduğumda;birinin Reşit ağaya, diğerinin de Ali Paşaya(Prof. İhsan Doğramacının dedesi) ait olduğunu söylediler.Evlerin havalandırması muhteşemdi.Sur kenarındaki evlerin pencereleri ve havalandırma tertibatı da insana dudak ısırtıyordu.Erbil ovası sıcaktan bunalırken bu evler doğal klima ile serinletiliyordu.Elektiriğin , klimanın olmadığı dönemde
İnsan zekâsı sıcak problemine çözümü böyle bulmuştu.Konakların önündeki divanhaneler
ve havuzlar dikkat çeken diğer unsurlardı.Türk mimarisinin hususiyetlerini taşıyan yapılar,yazılıp da okunmayan birer tarih kitabıydı sanki. İçinde dal boylu kızların, gelinlerin salındığı;gün görmüş, umur görmüş yaşlıların, gençlere yol yordam öğrettiği bu evler, kahırlarından lâl olmuş da için için bahtına ağlıyor gibiydi.
Havuz başlarında yapılan sohbetlerin, müşaverelerin, evlerde söylenen hoyratların, türkülerin, yakılan ağıtların ezgisi, ahengi duvarlara sinmiş duyabilenlere bir şeyler anlatıyordu.Duyamayanlara zaten söyleyecekleri bir şey yoktu.O haneler ki viran olmuş,baykuşlar yuva kurmuş saçaklarına. Hanede, kadim hane sahiplerini duayla anacak hiç kimse kalmamıştı. “Vardım ki yurdundan ayağ çekilmiş,
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı.” diyen şair boşuna söylememişti bu sözleri.
Geziyi bitirip şehre döneceğimizde, o güzelliklerin duvarlara sinmiş ahengi kulaklarımda çınladı.Havuz başlarında içilen kahvelerin buruk tadı damağımı ve dimağımı bir hoş etti.Hüznümü yüreğime gömdüm.Burada yaşamış ve terki dünya eylemiş insanlara fatiha okuyup ayrıldım oradan.Yüce ecdadın cüce torunu olmanın hicranıyla sessizce süzüldüm kalabalıkların arasına...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.