Gökyüzümü Geri Verin
Başka diyarları, gurbetten gelenler sayesinde haberdar olduğumuz zamanlarda dünya daha büyüktü. Gurbeti, sılaya dönenlerden dinlerdik. Uzak yerlere yaya gidip gelindiği zamanları bilmiyorum. Ama dedelerimizden çok yol hikayeleri dinlemişliğimiz de yok değildir. Bir yerden başka bir yere gitmenin zorluğunu anlatırlarken, sanki o anı yaşıyor gibiydiler. Yolları kâh patika, kâh ormanlık bir saha, kâh taşlık kayalık veya yağmurlu çamurlu olduğunu mevsimlere göre zorluklarının artığını büyük bir heyecan içinde anlatırlardı.
Bizler bu hikâyeleri dinlerken onlarla birlikte hayalen seyahat ederdik. Bu hayali seyahatin sonunda öyle yorulurduk ki daha menzile varmadan yorgunluğun büyük bir kısmı göz kapaklarımızı açamaz hale getirir; tatlı bir uykuya dalardık. Seyahatin gerisi uykuda olurdu.
Dünyanın hiçbir yerinde gökyüzü rüyalardaki kadar mavi değildi. Hiçbir yer rüyalardaki gördüğümüz dağlara, denizlere, çaylara, ırmaklara velhasıl her nevi manzara kadar göz alıcı, gönül açıcı ve ruhu sükûnete erdirici değildi. Bazen uyandığımıza pişman olurduk. Ne güzel rüyalardı onlar.
Biz gurbet hikâyeleri dinleyerek büyüyen bir nesiliz. Ana, baba, kardeş hasretini de dost ve arkadaş hasretini de biliriz. Biz bu diyarlar da yaşayıp memleket hasreti çekenlerdeniz. Sevdiklerimizi yanında bile özler, sevdalarımızı kalbimizde saklarız. Ne ateş yakar cismimizi, ne kar söndürür hararetimizi. Kandan ve çamurdan bedenimizi gözyaşıyla sulanıp, gamla yoğrulmuştur bizim. Bizler selin önüne set, nehirler üzerine köprü oluruz. Herkes geçer üzerimizden.. merdi de, diğerleri de... Bu dururumu dert etmeyiz, şikâyetimiz yoktur bizi çiğneyip geçenlerden. Her felaha eren ile beraber sevinir, her yolda ve darda kalan için beraber üzülürüz. Ama gelin görün ki işi bitenler ne arar ne sorar bizleri. Ta ki bir daha işlerine yarayacağımız zaman…
Biz gurbeti sılada yaşayan bir nesilden geldik. Dedelerimizin okul karneleri olmadı bizim. Onların karnelerindeki rakamlar, kütüphaneleri ve okulları değil, şifa haneleri ve fırınları alâkadar ediyordu. Dağlarımız yeşil, sularımız sakin, gökyüzümüz maviydi. Ve hiç rengini ve halini bozmazlardı.
Bozulan oyuncaklarımız olurdu sadece ve yenisini yapardık hemen. Tahta atımız yem ve su istemez, çemberimizin akaryakıta ihtiyacı olmazdı. Yurttan sesler korosu bizim için söylerdi türküleri. “ Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun” veya “ Gurbette ömrüm geçecek” ve diğerleri… Akşamları takip edilen radyo tiyatrosunda geçen mekânları hayal eder, muhayyilemizde kendimize göre bir manzara ve insan şekilleri tasavvur ederdik. Herkesin hayali kendine göreydi ve herkesin hayali en güzeldi.
Bütün hayallerimiz ‘elektrik’ ile bozuldu. Artık mekânları bizler değil, yönetmen tayin ediyordu. “bunu” diyorlardı, “sadece bunu ve gördüğün gibi sancaksın her şeyi. Senin hayalin mühim değil. Biz sizin yerinize tasarlar, size sunarız” diyorlardı. Artık ağacın yeşili de televizyondaki gibi gökyüzünün mavisi de… Yollar, insanlar, deniz, yağmur vs. her şey hazır sunuluyordu artık bize. Zahmet çekmiyorduk. Ama hayallerimizi aldılar elimizden. Tahta atın yerini plastik oyuncaklar alıyor; çember döndürmüyorduk artık. Gökyüzü bile mavisini yitirmişti.
Zaman içinde “barbi” bebekler ve “ plastik gemiler” çıktı piyasaya. Ne bezden bebek yapar olduk, ne kâğıttan gemi. Evlerde mahsur kaldık. Oyuncaklar bile tek kişilik oynanıyordu. Kömür dumanları göğün rengini değiştirmişti.
Tadı kaçtı meyvelerin. Şekilleri bildiğimiz gibiydi sadece. Her ne kadar meyveler daha canlı, sebzeler daha göz alıcı görünüyorsa da tatları ve râyihaları eskisi gibi değildi. Önceleri damaklarımızda bulduk suçları. Sonra şekillerinde ki bozulmalarla anlaşıldı işin aslı. Meyve ve sebzelerin de ruhunu çaldık.
İtibarın vicdanlardan cüzdanlara kaymasıyla yer değiştirdi cemiyet ahlâkı. Tahsil yapmalarına bile sınır koyduk çocuklarımızın. Eskiden manavlarda karpuzu bile seçmeden alırken; şimdi gençleri seçer olduk bir birinden. “Sen” dedik “ Sen, artık bu kadar tahsil yapma hakkına sahipsin.” Kâbus oldu okumak. Bir neslin ruhunu ve hislerini yok ettik.
Bize kendi ellerimizle önümüzü kesmeyi öğrettiler. Velhasıl yaşamaya çalıştık bu ömrü; “Hayat denilen zanla”