- 1131 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Huzursuz Bacak / Mustafa Kutlu
Çevremizde gördüğümüz ve yaşadıklarına inandığımız karakterlerin kalem tutucusu ve kendine has üslubuyla kutlu bir isim: Mustafa Kutlu… Öykü yazarlarına inat öykünün tam içindedir en samimi haliyle ve bir balkonda komşusuna laf atan sevimli bir komşu gibidir… Sıcak varlığını her daim hissederiz.
Onunla sessizce kapıları aralarken ‘’Huzursuz Bacak’’ kitabıyla yüz yüze kalışımdır bu diyeceklerim…
‘’Siz bu hikâyeyi daha önce okumuştunuz’’ diyerek başlar seyrine Huzursuz Bacak… Evet, bildik hikâyelerdir. Lakin o bildik acıları, yıllar öncesinde de, şimdi de aynı şekilde -bazen daha az, bazen daha çok- her daim yaşadığımızdan dem tutar…
Hikâyeye olayın tam ortasından başlar ve bu bir Mustafa Kutlu taktiğidir… Okuyucuyu biraz daha şevklendirmek için yapmıştır. Yer yer tasvirlerle İstanbul’u serer gözler önüne… Anlatıcı hikâyenin birinci şahsı Ömer Faruk’tur.
Ülkenin en karışık zamanlarıdır. Vatandaşların saflarının belli etmek zorunda oldukları, bertaraf olanların hiçe sayıldığı anlardır. Ömer Faruk’ta mufazakar çevrelerde okumuşluğuyla saygın bir makamdadır hatta bir ara kendini birilerinin lideri olarak bulan bir karakterdir. Evet, muhafazakâr deriz ama Ömer sevmez bu kelimeyi… Kaypak bir tabir olduğunu düşünür ve hikâyenin ortalarında sorgular.
’’Ne demek muhafazakârlık?’’
Akademisyen bir arkadaşının tarif ettiği şu karmaşık tanım mıdır yoksa?
‘’İhtilalvari köklü değişikliklere tepki, eski kurum, gelenek ve teamülleri muhafaza, modernleşme karşıtlığı, kültürel ihyacılık gibi ana yönelişleri olan ideolojik ve siyasi akım.
Türk muhafazakârlığı esas olarak kültürel unsurlara yaslanır. Bilim teknoloji hayranlığı, taraftarlığı manasında kalkınmacı değişimci ve modernisttir. Devlete bağlı fakat iktisadi olarak devletçiliğe mesafelidir.’’
Kafası karışır. Ve bu tanımı kabullenmez. Daha sağlam bir tanım olmalı der ve dindarlık kavramını daha bir kabullenir ama yine de tam aklına yatmaz.
O karışık günlerde babasının ısrarıyla yurt dışında öğrenim görmeye giden Ömer Faruk yıllar geçer, tahsil biter ve akademisyen sıfatıyla ülkesine geri döner. Etrafı bir gözlemci edasıyla süzer. Adımını atar atmaz, onu bir intihar vakası karşılar.
Ülke alışmıştır ve intihar vakaları artık o insan atlamazsa çok çekilmez olur. Hatta insanlar kışkırtıcılık bile yapmaktadır. İnsanların bu durumu onu şaşırtır. Eve vardığında Fatma annesi ve ev ahalisi büyük bir mutlulukla karşılar onu. İşte huzursuz bacak mevzusunun başlangıcı bu güne dayanmaktadır. Haberleri izlerken, ülke gündemindeki keyifsiz mevzular bacağındaki ‘’ tık tık ‘’ ları tetikler olmuştur artık.
‘’Madem tıklayan bacağımız var, onun sayesinde gereken kapıları tıklatırız. Bize düşen budur. Bacağımı seviyorum. Her gece uyandırıp beni memleket meselelerini düşünmeye sevk ediyor. Bu huzursuzluğu duymak bile bir şeydir. Nedir?’’
Ülkenin geldiği olumsuz sonuçlarla her daim karşılaşma fırsatı onu daha fazla düşünmeye sevk eder. Mezarlıklarda bile rahat uyunmadığını fark etmesi acı olmuştur Ömer Faruk’un…
‘’Memleket gırtlağına kadar derde gömülmüş. Mezar taşına bile sahip çıkmayan devlet neyine sahip çıkabilir ki?’’
Milletin tabirlerdeki sığlığını gözler önüne serer Kutlu, Ömer Faruk kılığında: ’’Cuma Müslümanlığı’’,’’Türk muhafazakârlığı’’
Mustafa Kutlu, Faruk’un ağzından yer yer aileyi de tanıtmış olur. Herkes sırası geldikçe tanınır. Aile içi münasebetlere bu öyküyle değinmiş olur Kutlu. Büyük ailelerdeki birbirlerini korumacı tavırları serer ortaya ve boşanan ailelerdeki çocuk psikolojisinden de sezdirmeden bahseder.
Ve hikâyenin ikinci yarısında Faruk’un iş arama çabasına şahit oluruz. İlk durağı rektörlüktür. Üniversitede işinin hazır olması sebebiyle rahattır, lakin o karmaşık günlerdeki takındığı tavırlar devletle yolunun keşişemeyeceğine dair ipuçları verir. Çünkü o bir dava adamıdır ve dolayısıyla o bir sabıkalıdır.
‘’ne olacak bu memleketin hali’’
İkinci durak bir mebus yanıdır. Eski sıcak günlerdeki dava arkadaşlarını bulmuştur: Dadaş Mehmet. Eski günler yer yer anılır zihninde.
‘’Eski günler. Huzursuz, hep tetikte olduğumuz günler. Ama mutluyduk. Hayallerimiz, ideallerimiz vardı. Ülkenin üzerinde kurtarıcı bir ruh dolaşıyordu sanki. Hemen herkes memleketi kurtarma sevdasındaydı. Şimdi yaprak bile kımıldamıyor. Provokatörler, taşeronlar, gizli servis eylemleri hariç. Onların sonu gelmez zaten’’
Siyasetin içinde yer almak istemez Ömer Faruk. En aranılan adam olmasına rağmen.
Yer yer karakterin bir taksiciyle kurduğu münasebetten ya da çevrede dolaşırken gördüğü manzaralarla ülke gündemini gözler önüne serer yazar. Bir siyasetname ve bir toplum makalesinden fışkırmış haller vardır kitapta yer yer. Okuyucuya ‘’işte durum bu’’ sloganları atar ve okuyucunun silkelenip Mustafa Kutlu’nun gerçekleri gösteren tavrıyla, atağa geçmenin zamanının geldiğine yönelik ipuçları vardır.
Ömer Faruk dava arkadaşlarının para hegemonyasına yenilişlerine tanık olmuştur ve kapitalist düzen onları da bir punduna getirmiştir.’’mücahitler müteahhit oldu’’ sözlerinin gerçekliği sorgulanır.
Memleket meseleleri yakasını bırakmaz kahramanın. Onu bir konferans salonunda bir konuşma yaparken görürüz. Davetli değildir ama artık insanları harekete geçirmek için ne gelirse yapacak kıvama gelmiştir. Kendi deyişiyle kalkınma meselesine bir ‘’korsan tebliğ’’ sunar.
Ve Huzursuz Bacak’ta bir Mustafa Kutlu hikâyesiyle daha karsılaşırız: İP. Yazar, hikâyenin özetini daha bitmemiş haliyle, bu hikâyeyle gözler önüne serer. Sembolist öğelerin ön plana çıktığı bu hikâye gerçeklerin kelimeler eşliğinde gözler önüne serilmesidir. Karakterin ‘’edebiyat ne işe yarar?’’ konusunu irdelemesiyle daha da bir şekillenir ortalık.
Ve İstanbul. Kapitalist düzenin kucağına alıp bir daha bırakmak istemediği ve üzerine gökdelenlerini saldığı şehir.
‘’Nedir gökdelen?
Firavundan miras kalan ve Tanrı’ya kafa tutan bir kule mi? Yoksa çağdaş küresel fikriyatın dünyayı istila eden zihniyet sembolü mü? Evet, o.Nereye bir gökdelen dikilmişse, orada paganist gücün paradan başka ilah tanımayan kanunu geçer.’’
Ara ara umudun tükeniş çığlığını duyar Faruk. Lakin yine de silkinir:’’ömür biter umut bitmez’’ İstanbul’dan umudu keser Faruk. En iyisi doğadır deyip çiftliğe yollanır. Tabiat ona bir çıkış kapısı sunmuştur: çilekler.
‘’İnsanlık kapitalizm bayrağını çekti, tarihin sonu geldi. Böyle diyorlar, haklı görünüyorlar. Biz buna razı olamayız
Mutlaka bir çıkış yolu bulmalıyız…
Mutlaka…’’
Bacak tıklamasını durdurur. Ve Faruk Kanaat Ekonomisi kitabı düşlerine dalar gider.
‘’Onların vardığı netice ‘’Tüketim Ekonomisi ‘’ ise; benim teklifim ‘’Kanaat Ekonomisi’’dir.’’
Ay Vakti dergisi 99.sayısı