- 1153 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Işıklar'da Rukiye Adlı Bir Kız
Bundan beş-altı sene öncesiydi. Bizim köyün batısında, yaklaşık iki-üç kilometre kadar uzakta bir köy vardı, adı Işıklar Köyü idi.
Annemin bir arkadaşının oğlunun düğünü vardı ve biz de haliyle bu düğüne gitmiştik. Sohbet sırasında teyzem, orada bir yatalak kızın varlığından bahsetti. Nedenini bilmiyorum, onu görmek istedim. Gittik…
Rukiye idi adı. Rahatsızlığından dolayı ilkokulu zar zor bitirebilmiş, ondan sonra yavaş yavaş çökmüş. Ailesinin götürmediği doktor kalmamış ama doktorlar çare bulamamışlar. Hastalığı “kemik erimesi” imiş. Ben onu tanıdığımda, Otuz Dört-Otuz Beş yaşlarındaydı. İstediği ve beklediği tek şey, bir an önce ölmekti. Ona verebileceğim hiçbir şey yoktu. Daha doğrusu, ben olduğunu bilmiyordum; zira ben de kendi arabeskimi yaşamaktaydım o zamanlar. Sadece çok üzülmekle yetinmiştim.
Bundan üç yıl önce o köye yine bir düğün için gittiğimde, tabii ki onu görmek istedim. Yanıma on yaşında bir kız çocuğu alıp Rukiye’nin yanına gittim. Onu birinci görüşümle ikinci görüşümün arasındaki zaman zarfında, ben Cüceloğlu ile başlayan kitap yolculuğuna çıkmış ve birçok şeyin çözümünü bulmuştum. Yani, ona verebileceğim bir şeyler olduğunu; Diğer açıdan da şöyle söyleyeyim: onun bir şeyler alabileceğini öğrenmiştim.Bu sefer boş gitmemiştim...
Yapabileceği bir şeyler olduğunu öğrendim ya, düşündüm; “onun mutlu olmasına nasıl bir katkım olabilir” diye, aklıma şu geldi: “Okumayı biliyor!” Onun yapabileceği şey okumaktı! Sonra oradakilere Beethoven’ı ve buna benzer insanları anlattım. Amaç kızın içinde bir şeylerin uyarılmasıydı. Sonra döndüm kıza: “Sen madem ilkokulu bitirdin, kitap okusana!” (Heyecanlı ve coşkulu bir şekilde söyledim bunları. Bilirsiniz, heyecan ve coşku güzel bir uyarıcıdır.) Evet! Doğru yoldaydım, kızın gözleri parlamıştı çünkü! O arada annesi devreye girdi ve annesiyle şöyle bir konuşma geçti aramızda:
“Okuyamaz”
“Ama okulu bitirmiş”
“Oturamaz ki. Elinde kitabı da tutamaz”
“Yattığı yerden okusun. Ben de kitabı yattığım yerden okuyorum.”
“Okuyup da ne olacak?”
“Bir meslek sahibi olması gerekmiyor. Zamanını değerlendirmiş olur. En azından duvarlara bakmaktan kurtulur, mutlu olur.”
“Parmakları da tutmuyor. Sayfayı da çeviremez”
“Eğer isterse yapar! Ben yapacağına inanıyorum!”(Bunu söylerken kıza gülümsedim)
Kız hayatında olacak bir değişiklik, yenilik olması için yanıp tutuşuyordu ama, yıllardır bu tür laflarla yaşadığı için, annesinin söyledikleri benim söylediklerime baskın çıkıyordu. Ama kız ümitlenmeye başlamıştı. Kıza döndüm: “Bak, yapamam dersen yapamazsın. Ama gerçekten istersen, uğraşırsan yaparsın! …“ Annesinin son cümlesini tekrar etti:
“Parmaklarımı kullanamıyorum, sayfayı çeviremem; gücüm yetmez” (oysa az önce yorganı üzerinden atmıştı)
“Ama az önce yorganı üzerinden attığını gördüm! Üzerinden yorganı atabiliyorsan, sayfayı daha kolay çevirirsin! Sayfa, yorgandan daha hafiftir.” Sustu…
“Çevirip çeviremeyeceğini bir deneyelim istersen. Çeviremezsen, tamam yapamayacağını kabul edelim, bu konuyu kapatalım. Ama çevirirsen, uğraşmaya devam edeceğine, okuyacağına söz verir misin?” diye sordum ve ondan istediğim sözü aldım.
Ortalığa sordum:
“Buralarda bir kitap var mı?”
Sert bakışları gözlerimi, kızgın ve sert bir ses tonu ise kulak zarımı deldi geçti:
“Yok!” (Zaten kadın kitap olsa da yok diyecekti!)
“Peki, pes etmek var mı?” Bu soruyu kendime sordum ve cevapladım: “O da yok!”
Kafaya koymuştum, ne yayıp edip bir kitap bulacaktım! Gözüm duvardaki takvime takıldı. Sormadım bile alabilir miyim falan diye; kalktım, gidip takvimi olduğu yerden çıkarıp getirdim kızın önüne…
Eline uzanmıştım yardım için, oysa o elini kendisi getirmişti bile takvimin üzerine! Elini tuttum ve nasıl yapabileceğini görmesine yardımcı oldum. Bunu yaparken bir sayfa çevirdik. Daha doğrusu ben çevirdim ama sanki o çevirmiş gibi yaptım mahsuscuktan. Bir çığlık kopardım, “İşte yaptın! Çevirdin!” diye, kızın gözlerindeki sevinci, coşkuyu, umudu tarif edemem! Sadece şunu söyleyebilirim: O iki yuvarlak içinde güzel olan, iyi olan ne varsa hepsinden fazlasıyla vardı! Daha fazlasına gücüm yetmez.
Rukiye’nin de beni duyduğunu düşünerek, yanımda benimle gelen kıza bir şeyler anlatmaya devam ediyordum ki, kız beni susturup da demez mi: “Abla bir daha çevirdi!” diye! O an sanki bir hız treninde, dimdik aşağı inmiş gibi oldum! “İşte olay bu!” dedim yaaaa! Sanırım güzel olan iyi olan ne varsa, hepsinden fazlasıyla, bendeki iki yuvarlak içinde de vardı artık! Zaten o güzellikler bulaşıcıdır değil mi? Ama nedense bir türlü annesine bulaşmıyordu!
Artık yapabileceğini görmüşlerdi hep birlikte. Onu, bana verdiği sözle baş başa bırakıp annemlerin yanına gelirken, yanımdaki kızdan onunla ilgilenmesini istedim. Tabii ki memnuniyetle kabul etti. Yapacağı: ara sıra kitap alıp onun yanına gitmek, götürdüğü kitabı eline vermek, ona yardımcı ve destek olmaktı. Hazır oradayken okula gidip, öğretmenle tanışıp durumu ona da anlattım ve onun da kızın durumuna uygun kitaplar göndermesini rica etim, çok mutluluk duyarak bunu yapacağını söyledi. Yanımdaki kızın ev telefon numarasını ve ara sıra onu aramak için izin de aldıktan sonra gönlüm rahat vaziyette evime döndüm.
Üç gün sonra o kızı aradım durumları sormak için. Rukiye’nin yanına gittiğini, eline kitap verdiğini ve on sayfa okuduğunu söyledi, hem de sayfasını kendisi çevirerek! Aslında bu kadar kısa zamanda on sayfayı beklemiyordum. Sevincimin nasıl ve ne kadar arttığını tarif etmeme gerek yoktur sanırım.
Bu olaydan belki bir hafta kadar sonra o kız, o kadar yolu yürüyüp yanıma geldi ve artık Rukiye’nin yanına bir daha gitmeyeceğini söyledi! Nedeni de Rukiye’nin annesinin, kendisine kızmasıydı! Söylediğine göre, kendi ailesi de, Rukiye’nin babası da (Rukiye’yi zaten biliyorsunuz) seviniyorlarmış bu olanlara. Rukiye, annesi evde olduğu zamanlarda üzgün, morali bozuk olur, ağlarmış; evde yokken de, aksine hep neşeli, mutlu oluyormuş. gülüyormuş. Bir tek o kadın kızıyormuş. Niyeyse artık! Oysa insan kızının mutluluğundan mutlu olmalı değil mi? Hayatta en çok şaşırdığım şey de bu kadının davranışlarıydı zaten! Ne kaybedecekti? Neden istemiyordu? Neden korkuyordu? Bu soruların sonu gelmez.
Artık kız ilgilenmiyordu onunla, biliyordum. Ara sıra Rukiye’nin evini aradığımda da annesine, yengesine diyordum: “Eline kitap vermek bu kadar zor değil. Ona kitap verin.” diye, aldığım cevap her seferinde “O okuyamaz!” oluyordu. “İyi ama siz kendiniz görmediniz mi okuduğunu? Her şey gözünüzün önünde olmadı mı?” Cevap yok, sonuç negatif!
Ona bir kitap aldım gönderdim. Belki hediye olduğu için eline verirler diye düşünmüştüm. Bilirsiniz ya, hediyeler kıymetlidir. Bunda da yanıldım. Üstelik eline vermemekle de kalmamış, başka bir kıza vermiş: “Kızım okuyamıyor, sen oku” diye!
Kızı o mutsuz hayatında bırakmam gerekti. Yine de aramaya devam ettimse de bu “Okuma” konusunu açmadım bir daha. Ne yaparsanız yapın, ne derseniz deyin, “boşa” olduğunu anlamıştım artık; her ne kadar bu durumu kabullenmek istemesem de. İnanın, çıldırmamak için çok mücadele ettim o dönemlerde! Çöpçü adlı şiiri de bu dönemlerde yazdım.
Geçen Nisan ayıydı… Rukiye’nin hastalığının ilerlediğini, ağrılarından geceleri uyuyamaz olduğunu duydum. Abim, isteğim üzerine annemle beni oraya götürdü. Giderken yaldızlı bir gül demeti aldım. gülü yanına, güneşten simlerinin parlayabileceği bir yere koydum. “Buna baktıkça seni hatırlayacağım” dedi. “Beni hatırlayıp da ne yapacaksın? Mutlu ol, gülümse sadece. Başka bir şey yapmana gerek yok!” dedim, ağlıyordum göstermeden.
Tüm aile, hatta komşuları da oradaydı. Bu sefer baba-anne konuştu, bizler dinledik.
Diyorlar ki:
“Götürülmedik doktor bırakmadık ama olmadı işte! Allah böyle vermiş biz ne yapalım. Atsan atılmaz, satsan satılmaz! Bunca yıl o da çekti biz de. Hiç kolay değil. Yedireceksin, içireceksin, altını temizleyeceksin, çamaşırını yıkayacaksın, giydireceksin, çıkaracaksın, banyosu var, sonra biz de yaşlandık…“ Haksız değiller değil mi? Gerçekten çok zor bir durum, herkes için!
Annesi bir sofra hazırlıyor bizler için. “Gerek yok. Zahmet etmeyin. Uğraşmayın…” diyoruz ama dinlemiyor. “Kızımın arkadaşı gelmiş, ben neden uğraşmayayım?” Neyse…
Sevdiğim ve özlediğim bir yemek vardı sofrada, oturduk yemeğe başladık. O anda tüm gözler benim üzerimde kilitlendi. Herkes benim yemek yiyişimi izliyordu. Zorlanıyorum ya yerken, acıyarak bakıyorlardı. Oysa ben gayet rahattım. Ama yine de bakışlarından rahatsız olmadım dersem yalan söylemiş olurum. Derken, acıma tulumlarından biri patlak verip bana demez mi: “Sen dur da sana annen yedirsin. Yiyemiyorsun.” “E yiyorum ya işte!” diyorum, diğer tulumlar da dile gelip: “Sen dur da sana annen yedirsin. Yiyemiyorsun.” cümlesini desteklediler. Annem, en az on beş yıldır kendi yemeğimi kendim yediğimi söylediğinde, hayretten ağızları açık kaldı. Buna rağmen yine de annemin yedirmesi konusunda ısrar ettiler!
İnsanların bu kadar olumsuzunu görmemiştim; bu kadar körünü de! Allah korusun, bir ay kadar o köyde kalacak olsam beni yatalak ederler vallahi! Sizi bile hasta ederler!
Bu olaya da şahit olduktan sonra şu kararı verdim: Asıl sorun CEHALET idi! Artık kadına kızgınlığım geçmişti. Hangi ebeveyn evladının kötülüğünü ister ki? Düşünüyorum da; ASLINDA CEHALET BU KADAR İLERİYE GİTMEMELİ!!!!!
Mayıs’ta Mersin’e gitmiştim. Orada olduğum süre içinde; Rukiye, o çok istediği, beklediği şeye, Kırk yaşında kavuşmuştu. Yani ölüme… Işıklar içinde yatsın...
09.09.2005
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.