- 1261 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İhsan Oktay ANAR / Suskunlar
"SUSKUNLAR” SON YORUMUM
Romanda kullanılan Farsça ve Arapça kelimelerin çokluğunu, yine yazar tarafından bilinçli olarak anlatılan dönemlere has dil özelliklerini yansıtarak, romanda orijinal, gerçekçi bir anlatım yakalama isteği olarak algıladım. Bu anlamda romanda kullanılan dil, anlatılan dönem ile eş zamanlı uyum içerisinde tutulmaya çalışıldığı için romanda geçen olayları, tasvirleri ve kişileri destekler niteliktedir. Ve anlatımı kuvvetlendirmiştir.
Kişilere, olaylara ve çevreye ait tasvirler ve betimlemeler, net ve temiz bir görüntü vermekten uzak olduğu için okuyucunun kitaba ilgisini ve dikkatini çekiyor. Eğer okuyucu imalardan ve dahi tasvirlerden resimdeki kişileri ve olayları tarih sahnesindeki yerine koymayı başarırsa kendisini olayın cereyan ettiği yerde ve zamanda bir sessiz şahit sıfatıyla bulmakta. Yazarın bu şekilde davranarak okuyucunun, tamamlanmamış ve bitmemiş resim ve şiir gibi romanda okuyucunun kendisinden geçmişin tarih sayfalarına ait katkısını ortaya koymasını beklemiş... Bu kurnazca, öyle bir anlatım tarzı ki, okuyucunun kendisinden parçaları birleştirdiği bir romanın okuyucu tarafından daha çok benimseneceğini bilecek kadar da akıllı bir yazarın özgün anlatım tarzı ortaya çıkmış!
Hiçbir resim, hiçbir şiir,
bitmiş değildir.
Onu bu kadar çok sevişim,
kendimden bir parça bulduğum içindir.
Yazar kitabın tüm bölümlerinde zamanın din âlimi görünen kişilerinin dahi dini anlamakta geri kaldıklarını, hurafelere ve boş inançlara tevessül ederek dinin çizgisini esnetmekten geri durmadıklarını ve bu tutumlarıyla gönülden ve yürekten hissedemedikleri inanç kuvvetini anlayamadıklarını devamlı surette imalar yoluyla ifade etmiş. Öyle ki, yazar, aynı zamanda musikinin ruha hitap eden kuvvetini de yanına alarak, anlayış ve seziş kuvvetini, dini çok iyi bilmekten ziyade yüce yaratanı anlamanın onu görmek demek olduğunu sananlara yürekten hissedemeyişlerini bir tokat gibi çarpmakta!
Bu üç bölümün, bazen birbirinden kopuk da olsa, bir bütünün parçası olduğu ve bir musikiyi tarihin sahnesinde gezdirdiği, bu seyredişin canlandırdığı ve hatırlattığı her sahnede yazarın kendi dünya görüşünü çaktırmadan okuyucuya bellettiği, belletmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Yazar, tüm kitap boyunca âdemoğluna yani bize üflenen hayat nefesinin anlaşılması gerekliliğini egosantrik bir bakış tarzı ile amaç haline getirmiş. Bu amacın yolu olan yaratanı yürekten hissediş, bir müziğin gözle görünmez, elle tutulmaz varlığı gibi gönül gözü kapalı olanların ne kadar gözü, kulağı açık olursa olsun duyamayacağı bir sestir. Ve dahi o sesi duymak için bazen sağır olmak gerekir!
Bu müziğin kaba ritimden mütevellit olmadığı, kalben, yürekten hissederek çıkarılan seslerde kulağın, keskin bir idrak ile göze dönüştüğü de ima ediliyor. Bu kaba seslerin ancak inancı zayıf olanların anlayacağı sesler olduğu ima edilmiş.
Mevlevi hayatının sırlarında gezinirken “Bağışlayan, bağışlamasıyla özgür olan kişidir” düsturunu bir adım öteye götüren yazar, kötü de olsa bir kişinin iyiyi içinde barındırdığını ve hiçbir şey için vaktin geç olmadığını usulca ve hatta sessizce bizlere fısıldıyor. Böylesi kucaklayan bir sevgi kaynağının da ancak insanı yaratanına yaklaştırdığı, yüreğimize bir sabah güneşi gibi doğuyor. Ki, biz o güneşi her gün gördüğümüz halde!!
Romanda yaratanın bize emanet olan parçasını özgür bırakmak için sonu gelmeyen, bitmek bilmeyen dünyevi insan istekleri, ihtirası ve hırsından uzaklaştırıp onu amaç haline getiren, bir dünyevi kul hakkına kurban etmeyecek makama, yani ait olduğu yere koymak gerektiği aşikâr. Bunu yapabilmek için ise öyle bir yürek lazım ki, nefsinden sıyrılmış, başına gelen kötülüğü bile bir hamd ile bu kötülüğün bir iyiliğe hizmet ettiğini bilecek şükür gerekir kuralı ortaya çıkıyor! Bu hamd ile şükür’ün dansıdır ki, bizi kendimize(!) yaklaştıracaktır!
Dileğim odur ki, şu an yaşadığımız dünyada şükür etmeye fırsat verecek kadar hamd’ın bize yetmesidir.
Bu yolla yazar, kötünün de faydası var diyerek kadere de işaret ediyor.
Ne derin nokta ki, kaybolduk dibinde.
Bir ben daha buldum ben,
Anladım ki, her şey, o nur’a vesile.
Nokta iken can buldum,
Alem oldum alemler içinde.
Susmak… Evet, susmak bu romanda anlamak ve anlatmak ile eşdeğer…
Buradaki susmak, ikrar anlamına gelmiyor. Buradaki susuş yaratanı anladığının ifadesi!
Çünkü bu anladığını ifade eden susmalar, "avaz" dan daha bir güzel cevap!
KİŞİLER VE OLAYLAR:
Küfürbaz, ince hesapçı Kalın Musa’nın armut çekirdeği hesabındaki ruhu ile mehteran takımına yakışmayan “kösze” görevi arasındaki birbirini iten duruşu. Sineğin yağını hesaplayan adam!
Hayat ilişkisini ince bir telin tuttuğu sanılan Kalın Musa’nın hasta oğlu Veysel’in ölüme ve müziğe yatkınlığı, Allaha herkesten daha yakın duruşu temsil edip, namaza değil ama mahalle insanını başına toplayan ruh inceliği arasındaki yakınlık, okuyucuyu bir mıknatıs gibi kendine çekiyor!
Namaza davet mehteranı kat kat ve kuvvetli iken, insanları başına toplayan(imam dahil) ruhun ince titreyişindeki kırılgan Veysel, tek başına daha maharetli, ama hapiste! Hatta Mehdi kadar!!
Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri, hayat nefesinin membaı (!), olayların kaderini tayin eden, yaratan.
Etrafımızı saran tüm evrenin idrakini görmekte değil, bakmakta toplayan sessiz ses!
Zahir, Hz İsa olduğunu düşündüğüm şahıs. Hz. İsa yı anımsatacak şekilde çarmıhta (palangada) sokaklarda öldürülüşü. Zahirin arkasındaki 12 çalgıcının, 12 havariyi hatırlatışı.
Ve dahi Zahir’in "içinizden biri beni ihbar edecek" deyişiyle Hz. İsa’yı aldatan 12 havariden birinin varlığını hatırlatışı bunu düşünmeme sebep oldu.
Tagut, şeytanın ta kendisi.
Eflatun, Hz Muhammet(Allahın selamı onun üzerine olsun) olduğunu düşündüğüm şahıs. (Babasını kaybetmesi ve dedesi tarafından yetiştirilmiş olması) Ve dahi insanların arasındaki en nurlusu… Sessiz sesi varlığında aramadan bulan(S.A.V) peygamberimiz.
Davut, bana Hz Aliyi hatırlattı.
Sonuç olarak; içice geçmiş tarihsel olayları bize serbest çağrışımla hatırlatan bu kitap, bize hissedişin kuvvetini, anlamanın sırrını, susmakta ve kâinata bir bakışla anlamak gerektiğine işaret etmektedir.
“Hakikati bu şekilde gören gözün hiçbir şey görmesine gerek yoktu.”
O yüzden;
“Beklide susmak, gerçeği anlatmanın tek yoluydu”
Sustum…
Duymanın nezdinde anlamaktır sesin kuvveti!
O ses ki, rikkat,
anlayana bir hoş gelir, sedasında Hak’ (k) ın.
Hâlbuki idrakte olmalıydı kulağım, pür dikkat...
Konuşmaya başlayınca o sesler
ve duayla açılan eller
anlaşılmaz...
Semada karışınca birbirine gölgeler.
Sevgiyle. Gülün Dikeni.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.