- 1330 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Lütfen Ördekleri Lavaboda Yıkamayın!
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ördekleri lavaboda yıkamayın da nerede yıkarsanız yıkayın. Büyüklerimiz ördeklerin lavaboda yıkanmasından düşünemeyeceğiniz kadar rahatsız oluyorlar. Kendileri jakuzide yıkanırken devlete ait bir kurumda ördeklerin lavaboda yıkanması yakışık almaz. En iyisi ördekleri bırakın nerede isterlerse orada yıkansınlar.
Memuriyet yüce devletimizin hiyerarşisinin önemli basamaklarındandır. O kadar önemli bir basamaktır ki devlet bu basamak üzerine kurulmuş ve yerinden kıpırdayamaz. Zamanla birinci basamak haline getirilmiştir. - en sondan-
- Memur Bey Çapa Tıp burası mı, diye sordum.
Yüzüme sabahın altısında nöbetini değiştirmeye gelen polis arkadaşı olsaydım daha çok memnun olacakmış gibi bakıp “evet” anlamına gelecek şekilde, doğulu simasını boynundan itibaren bir aşağı bir yukarı salladı. Niyedir bilmem. Devletimizin en önemli basamağında yer alan memurlarımız hangi sınıfa mensup olurlarsa olsunlar bir şey sorulduğunda on gramlık diliyle yorulmadan cevap vermektense; beş kiloluk kelleyi bir aşağı, bir yukarı sallamaktan keyif alırlar. Herhalde bu yüzden olacak ki bu basamakta yer alan insanlarda boyun fıtığına az rastlanır.
Kapının girişinde ki “İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi” yazısına bakıp, ördeklerin lavaboda yıkanmasına çok kızan insanların bulunduğu, her tarafı taş ve beton yığını olan yarım asırlık binaların arasına daldım. Toprakta nefes alacak bir delik kalmayacak şekilde özenle kapatılmış beton yolda ilerledim. Ayağımda yirmi dört saattir sürekli çorabıma yapışık ve bedenimden hiç ayrılmayan, bir gün önce Ankara’da katıldığım genel kuruldaki olması gerekenlerin değil, olanın örtülüşüyle ilgili tüm nutukları benden daha dikkatli bir şekilde, saygıyla dinleyen ayakkabılarımı incitmemeye özen gösteren bir yürüyüş şekli ile kuğu gibi ortopedi binasının önüne süzüldüm.
Bina girişindeki koridorda bir iki tur attıktan sonra, bekleme salonunda kaloriferin yanında kestirmeye uygun bir koltuk bulup oturdum. Ankara’daki toplantıda verilen çantamı üzerindeki yazı okunacak şekilde, özenle yandaki koltuğun üzerine yerleştirdim. Tam koltuğa yaslanıp metabolizmamı uyumaya ayarlamışken, otomatik kapı açıldı. Şimdi uzun uzadıya tanımlayamayacağım güzel bir bayan kapıdan içeri girdi. Taktığı siyah camlı gözlükten benimi yoksa çantamın üzerindeki yazıyı mı süzdüğünü anlayamadım. Aynen benim yaptığım gibi koridorda bir iki tur attıktan sona boş yerleri bırakıp karşımdaki koltuğa oturdu. Güneş gözlüğünü saçının üzerine sıyırdı.
Sanki bir haftadır memleketimin Ahter –yıldız- inden uzak olduğumu bilen tanrım, saçını, başını, aşağısını, her şeyini… Özenle yaratmış ve bir huri diye ortopedinin bekleme salonuna yollamıştı. Ama ona, uykuya dayanıklılık geninin çekinik olanını vermiş olacak ki biraz sonra morfini akciğerlerine çekmiş gibi gözleri kaydı. Başı boynundan itibaren ilgimi çeken yerine bakar konumda uyku formatına ayarlanınca tüm hayallerimi mahvetti ve bana ikinci huriyi beklemek kaldı.
Bu esnada üniversite kampusuna giren insanlar, yer çekimini kanıtlamak istemiyormuş gibi beton yoldan akıp gidiyorlardı. Yukarı giden yok. Akan insan seli arasında tanıdık üç sima; kardeşim Orhan, bacanağı Doktor Sinan ve mesai arkadaşı Doktor Sabahattin
–Veteriner-. Onları görünce ikinci huriyi beklemekten vazgeçtim. Uzak bir memlekette, hele de ördeklerin lavaboda yıkanmasının yasak olduğu bir yerde tanıdık insanları görmek beni çok mutlu etmişti.
Hemen Orhan’ın ertesi günkü ameliyatının hazırlıklarına başladık. Bunlar daha önce ilan edilmiş olan seferberliğin son rötuşlarıydı.
Yüce devletimizin tahsis etmiş olduğu erkekler katındaki tuvaletin karşısında bulunan odanın yüz yirmi sekiz numaralı yatağı hazırlandı. Herkes üzerindeki tedirginliği gizliyor gibiydi. Buzdolabına benzettiği ameliyathaneye girip, kendisini bir iki nefes narkozdan sonra cerrahlara teslim edecek olan Orhan bile bizlerden daha rahat görünüyordu. Orhan’ı ısrarla ameliyata ikna eden Sabahattin -telefon santrali- tanıdıklarla haberleşme görevini üstlenmişti. Doktor olmasına rağmen endişelerini yansıtmadan soğukkanlılığını ve yaşanan olumsuz olaylar karşısında meslektaşlarını korumaya çalışan Sinan ile birlikte koşuşturmalarımız gün boyu sürdü.
Aynı odada yüz otuz numaralı yatakta uzun zamandır yatan Dilek Abla, pardon; Dilek Bilen ağabeyimiz tedirginliğimizi fark etmiş, elindeki kalça filmlerini göstererek:
- Yengeniz filmlerimi almaya gittiğinde orada film tanısı koymaktan başka her işi yapması gereken bir hizmetli:
- Dilek Hanım’ın rahminde büyük problem var, demiş diyerek bizleri stresten
uzaklaştırıp gülümsetti ve arkadaşlığın temellerini atmayı başardı.
Bu arada ne kadar kaldığını kestiremediğim ömrümü biraz daha kısaltmak için sigarama bir öpücük kondurup balkona çıktığımda gözüme ilişen bir başhekimlik uyarısında “Hasta ve refakatçilerin dikkatine… Balkondan çöp atmak yasaktır. Yasağa uymayan hastalar taburcu edilecektir… Prof. Dr... ABD Başkanı” yazıyordu. Demek ki buradan çöp atmadan gerçekten taburcu olunamıyor ki balkonun altı çöplerle doluydu. “Ne kadar çabuk akşam oldu, hava karardı”, diye düşünüyordum ki başımı sağa çevirdiğimde Ugandalı hastayı fark ettim. Laleli’de saat satarken polisler tarafından kovalanmış, kaçarken araba çarpınca bacağı kırılmış ve polisler Çapa’ya kaldırmışlar. Baldırına çuvaldıza tütün dizer gibi beş altı tane demir çubuk dizmişler. Buna rağmen o alaca karanlık simasındaki gülümseme hiç eksik olmuyor. Kendisine “Selam Beşiktaşlı” denildiğinde, bozuk Türkçesi ile “Aslan cim-bom” diyerek selamı alıyordu.
Telefon santralimiz bir davet üzerine akşam saat dokuzda döneceğini söyleyerek yanımızdan ayrıldı. Ankara’da geçirdiğim iki uykusuz gecenin ardından İstanbul’a gelirken yaptığım bir gecelik otobüs yolcuğu, Trabzon – Ankara uçak yolculuğundan rahat olmasına rağmen yorucuydu. Saat dokuzu geçmesine rağmen telefon santralimiz gelmeyince, sabahın altısında vahiyle gelen huri gibi istemsiz baş öne eğmelere başladım.
Bunu gören ve santralin geciktiğini bilen Dilek ablamız:
- Sizin dostluğunuz kazık – saman dostluğu, dedi.
- Abi, kazık – saman dostluğu ne?
- Kazığa samanı takarsın, yağmur yağınca saman gider, kazık kalır. Kalıcı olmayan
arkadaşlık, dedi.
- İyi de benim boyum uzun benden iyi kazık olur belki ama telefon santralimizden saman olur mu acaba, dedim. Eğlence ile uykuyu karıştırarak saati on bir yaptığımızda santralimiz gelmişti. Sinan’ı Orhan’ın yanına refakatçi bırakıp sabah altıda dönmek ve yedi buçuktaki ameliyat sırasında hastanede bulunmak için Üsküdar’da kalacağımız eve doğru yola koyulduk.
Sabah trafiğine yakalanmadan altıda hastaneye dönebildik. Bu kez kazık – saman dostluğu yoktu, zamanlamamız tamdı.
Sabah geldiğimizde Orhan’ı bıraktığımız gibi bakir bulduk! Sinan nöbet görevini hakkıyla tamamlamıştı. Zira erkekler koğuşunda tıraş edilerek, değme hurilerinkinden daha iyi görünüme kavuşturulmuş bacağına ameliyat masasına kadar erkek eli değmemeliydi! Aksi halde doçentlere ne yüzle bakardık! Orhan’a gelinlik giydirir gibi yeşil ameliyat elbisesini giydirip, başına takkesini taktık. Talamusun zoraki verdiği gülümseme ifadelerimizle ameliyathanenin önüne geldik. Yeşillere bürülü gelinimizi önce Allah’a sonra doçentlere teslim ettik. Sonrası karanlık.
Hazırlıklar sırasında doktorların arzusu üzerine yirmi beş milyonluğu bulunan ameliyat örtü takımının yüz yirmi milyonluğunu –söylenen markalı olanı- satın aldık. Çünkü ucuz olanı Hipokrat yemini yapmış olanlara bildiklerini birden bire unutturabilir. Hastamız telef olabilirdi.
Ameliyathane önünde üstlendiği görevi sabahın erken saatinde yerine getirmek için bulunan genç ve güzel bir medikalcı kızcağızda vardı. Nedense bu tür işler için hep böyle güzelleri görevlendirirler. Sağ olsun güzelimiz reçetemize yazılmayan ama ameliyatta mutlaka gerekli olan çivileri bir medikalcı adına o saatte oraya kadar getirdi. Doktorlar da sağ olsun bize satın almamızı söylemeyi unuttukları iki çiviyi getirmesini kızcağıza söylemişler. Bize sadece çivilerin üç yüz altmış milyon olan ederini elimizi cebimize sokup kıza vermek kalmıştı. Asgari ücretin yüz yirmi milyon olduğu memleketimizde on sekiz yaşını doldurmamış, güzelliğinden başka hiçbir yeteneği olmayan -tam da emin değilim- bir kızın üç çivi parası maaş alması çok normal. Utanmasam birkaç çivi de -bir maaş- ben vereceğim. Çünkü sağ olsun üç saatlik ameliyat boyunca kaç çivi kullanılacağını merak ettiği için ameliyathanenin kapısında bizimle bekleyerek maaşı hak etti. Ayrıca sokulacak çiviyi her şartta temin etmeye çalıştıkları ve çok acıtmasın diye güzel kızlarla gönderdikleri için yetkililerimiz zeval görmesin. Allah onların çivisini eksik etmesin ki vatandaşa sokadursunlar.
Hastamız ameliyata alındığında içeriden gelen bir ses duymuştuk. Sonradan öğrendiğimize göre kırılan serum şişesinin sesiymiş. Orhan, şişeyi kıran görevlilere “Kardeşim! Bakın, yolda arabamızın camı çatladı, kontak anahtarı kırıldı. Şimdi de serum şişesini kırdınız. Tek hatanız bu olsun başka yanlış olmasın şuradan sağ çıkalım”, demiş.
Hemşirenin “oksijen vereceğim”, diyerek verdiği narkozdan iki, üç nefes alınca Orhan’ın bilinçsiz yaşamı başladı. Bir buçuk saat sürmesi beklenen ameliyat üç saatte tamamlanıncaya kadar telefon trafiğinde epey sıkıntılı anlar yaşadık. Telefon santralimiz işi iyi idare etti. Operasyon tüm zorluklara rağmen başarıyla sonuçlandı. Böylece medikalcı kızımız çivilerin sayısını öğrenip merakını gidermiş oldu.
Orhan, ameliyathanede hayatında hiç hatırlamayacağı üç saatin ardından gözlerini açıp etrafını yavaş hareketlerle süzerken bir hastanın sedyede ameliyat sırasını beklemekte olduğunu gördü. Adamın yaşlılığını fark edince derin bir soluk aldı. Zira yüce bir felsefe olan dinimize göre insanların ikinci hayatta hep aynı yaşta ve genç olacaklarını, sedyede olmayacaklarını anımsadı. Orhan bundan sonraki hayatına menüsküslerinin çoğu ve çapraz bağları olmadan ağrısız devam etmek üzere odasına çıkarıldı.
Soğuğun ve narkozun etkisinden kurtulup kendine gelirken vücuduna bir titreme hâkimdi. Orhan henüz sedyedeyken bana sorulan ve hatırlamakta ilk etapta güçlük çektiğim telefon numaramızı tamamlamasını bekledim. Söylediği numara doğruydu. Bilinci açılmış, iyi görünüyordu. Sinan, O’na sık sık kullandığı sıfatla:
- Horoz n’aber, diye sordu. “Kasık bölgesinin taş gibi olduğunu sanki birkaç ton yük
varmış gibi hissettiğini”, söyledi. Titremeleri hala devam ediyordu. Ameliyata girdiği sırada serum şişesinin kırılması söylemi ile başlayan konuşmalarımız fıkra faslına dönüştü. Abi-kardeş ilişkilerimizde ki racona ters olmasına rağmen normal haline dönmesine yardımcı olur düşüncesiyle belden aşağı fıkra faslına katıldım. Sinan ciddiyetini bozmadan dikkatle dinlerken, telefon santralimiz ve Dilek ablamız fıkralara kahkahalarla gülüyorlardı. Orhan’ın titremeleri yerini gülüşün bedeni sallamalarına bırakmış, belli ki fıkralar belden aşağısına iyi gelmiş, üzerindeki tonlarca yük kalkmıştı.
Bu sırada tuvalet ve diğer hastane birimlerinde:
“Sigara izmariti atmayınız”
“Sigara içmeyiniz”
“Çöp atmayınız”
“Pisuarın kapağını kirletmeyiniz”
“Sifonu çekiniz” gibi uyarıcı yazılar yazılı olduğu halde; tam tersi uygulamalar olması bana Tuzla Piyade Okulunda öğrenciyken, sivil yaşamında tatlıcı ustası olan Sivaslı arkadaşımı hatırlattı.
— Mesleğin ne, diye sorduğumda:
— Tatlıcı ustası, demişti. “Her halde böyle bir meslek sahibi yetiştiren üniversite vardır”, diye düşünmek zorunda kalmıştım. On beş yıllık eğitim – öğretimden sonra,
sağ olsunlar Tuzla’da “sol, sol, sol”, dedikçe sol ayağımızı yere basıp yürümeyi öğrettiler ama Sivaslı arkadaşımız “sol” u siyasi olarak benimsememiş olacak ki komutan “sol” dedikçe sağ ayağını yere vurmakta ısrar ediyor, düzeltebilmek için ise tüm sistemlerini aşırı zorluyordu. Komutan arkadaşımızın yapamadığını görünce “sol” lu yürüyüşü öğretmesi için hemen arkasında manganın altıncı adamı olan beni görevlendirdi. Ben de iki gün boyunca başarılı olamayınca:
— Devrem ne deniliyorsa tersini yap, diyerek işi çözdüm. Buradaki duvar uyarılarının çözümünde böyle bir yöntemin uygulanması işe yarar sanırım.
Hastamızın ameliyatlı bacağının soğuk tutulması gerektiğinden, termos ve su torbası ikilisini hastane personelinden günlüğünü yirmi milyona kiraladık. Buz uygulamasını başlattık. Gece boyunca buz gereksinimimizi koridorda bulunan buz yapıcı aletten karşıladık. Büyük bir gürültü ile dökülen buzlar, mübarek mimarın hasta odalarının karşısına planladığı tuvaletlerin gece boyunca yoğun kullanımı, bağırarak ezan okuduğunu zanneden çirkin sesli hoca ve uyuyarak konuşacak kimse bırakmayan Sinan sayesinde boş kâğıtlar ve kalemle olan dostluğumu artırdım. Uyumadan gece boyunca yazarak nöbetimi tamamladım.
Sabah olmuştu. Hastamızın dört saatlik yeme içme yasağı bitmiş, gün boyu içtiği meyve sularının metabolizma artıkları mesaneye dayanmış olacaktı ki; bir ördek arayışıdır başladı. Uzun bir uğraş sonucu ördek bulununca; Sinan:
- Ördeği horozun altına sürün, dedi. Ördek horozun altına sürüldü, horozumuz içini
ördeğe boşalttı. Ördekteki üre karışımı sıvı -idrar- dökülmek üzere tuvalete gidildi. Aynaların üzerinde bir yazı:
“Lütfen ördekleri lavaboda yıkamayınız.”
Mehmet Kuvvet
YORUMLAR
Yazınızın konusu hiç yabancı gelmedi bana. Ben de buna benzer bir hafta yaşadım, yakınım olan bir hastam ile hastanede. İnanın bana bayanların olduğu bölümdeki uyarıları görseniz bu yazınız uzar da uzar dı. Düşünüyorum da yazıyı yazan kadar yazdıran da suçlu değilmi? toplum olarak alışık değilmiyiz başımızı bir trenin çekmesine. Vagon olmak kolaya geliyor. Nasılsa uyarı yok ördekleri yıkayabilir, petleri tuvalete atabiliriz!