- 1071 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Zaman mı acımasız olan?
Durağan olan zamanın içinde sürdüğümüz kısacık hayatlarımız.
Hani şu doğum kapısından başlayıp, ölüm kapısında son bulan süreç.
Adı ömür olan...
Gelip geçici, bizlerin boynunun borcu olan hayatın akışkan hareketliliği yüzünden ve ardımızdan gelenin kendine yer açmak için ittiği, önümüzden gidenin ardından geleni çekip sürüklediği kişiye özel, kişinin tercihinde şekillenecek biçimde sayılı olduğu bilinen günler topluluğu.
İstemsiz bir boyun eğişle, yaşamın kurulu vakti adına...
Her geçirilen anla birlikte hızla tükettiğimiz yaşam...
Geri dönüşü olmayan, onca aramaya rağmen geçiş yolu bulunamayan zaman.
Size bakmaksızın, kendi görevini yerine getirip, sessizce ayrılıyor günler aramızdan.
Farkında olalım ya da olmayalım.
Düşlerimizde, düşüncelerimizde o kadar sorduk kendimize, lakin elle tutulabilen, çözüm olabilecek bir cevap yok.
Şimdi muhatap alıp sorsak kendisine, acı gerçekleri serecek önümüze; bahanesi de hazır.
‘’Ben yirmi dört saatim. Yirmi beşinci saat sadece hayallerinde olur!
İlaç olduğumu da sanıyorsunuz her türlü duygusal yaraya.
Bu gereksiz kendini kandırmaların, ilerde sana sadece boşluklar oluşturup geri dönecektir. Bunu fark ettiğinde, boşuna geçirmişliğine edeceğin ahların vahların ise sana asla bir yararı dokunmayacak.
Gerçeklerden kaçmak için kuracağın hayallerin ya da yapacağın şirinliklerinin hiçbir faydası yok.
Yolum belli.
Tıpkı benim; bir dakikamın altmış saniye, bir saatimin atmış dakika, günlerimin yirmi dört saat, aylarımın adlarına göre gün sayılarının, yılımın on iki ayının, altı saatlik artanımın kesin hatlı bilinmesi gibi.
Bilinmeyen ve senin tercihine sunulan ise bu kesin hatlı durağan zaman kalıbında geçireceğin göreceli, tamamıyla sana özel sunulan yaşamdır. Tüm bedelleri, keyifleri, değeri ve acısı ile sana ait olan bir hazine.
Öyle define sandığı gibi kumsallarda korsanlar tarafından gömülmüş, bulunmayı bekliyor falanda değil.
Hatta burnunun ucunda bile değil...
Her şeyi ile seni sahiplenmiş, sarmış, sarmalamış, her bir hücrene, düşüncene sızmış durumda.
Tek yapman gereken onu fark etmek. Tek beklediği de, istediği de bu zaten. Fark edilmek.
Farklı olmanın sadece farkında olmak olduğunu keşfetmeni istiyor.
Sınırlı görünen kesin hatlarında aslında ne kadar sınırsızlığa, ulaşılmazlığa, doyuma ve mutluluğa ulaşabileceğinin farkına varmanı, yani göreceli bakış açısını daha doğrusu hayatı yakalamanı bekliyor.
Sana verilenin değerini bilmen için çırpınıyor!...
Çırpındıkça da batıyor günü, güneşi,ayları, mevsimleri, yılları...
Uçup gidiyor gereksiz gerilimlerimizin sonucu terleyen avuçlarımızın arasından.
Uçabilmesi için artıklarını bırakıyor ruhunun, teninin, saçlarının ve en önemlisi gözlerinde ki o güzelim ışıltının üzerine.
Tüm ağırlığı ile sizin parçalarınızı yok ederek; bedellerini, borçlarını, hüznünü, kırdığınız param parça kalbini düne gömüyor.
Umursamazlığınız karşısında göbek bağınızdan bağlı iç ses olarak haykırışları artıyor gün ve gün.
Siz ise bu sesi durup dinlemek, anlamak yerine onu isimlendirip bir köşeye sindiriyorsunuz.
Yok çocuk sesim, kadın sesim, erkekliğime dokunan, deli kanıma yakışmayan, karizmayı çizdiren, şeytanım, meleğim v.b. ... ‘’
...
Şimdi, bir an durup, düşünelim...
Zamandan çalalım yine bir anı...
Duralım!...Ardından bakalım...
Başımız dönerken güzelliğinden sessizce, söylediği gerçekliğin acımasızlığına dalalım.
Zeynep Tavukçu 04/07