- 536 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Kurtuluşun Felsefesi 12
12]Bu bir git gide, akılda zoru olmak durumlarını düşündürten tutumlara sokulur olmuştu. Saltanat ve hilafet yanlıları bununla kalmayıp, kendi travmalarını halka mal edecektiler. Bir hırs uğruna, tarihine karşı, kendi toplumsal gelişmesine karşı, aklını kullanıp, adam oluşlarına, bu kadar düşman bir mantık, ancak kendinden menkuldür. Esasen kalp oluşla, düşünce gelişmesini yapamayan insanlar, her olumlu gelişmeye, olası travma tikliği siper edinirdi. Böylesi travma söylemli bir ucuz yolla, tepki göstermenin, haklı olması eğilimliği içindedirler!
Bu gafletçi oluşlar üzerinde, sosyolojik bir gensel aktarım olan, inançlar ve ananelerin, örflerin; öğütçü olan davranışların kişiler üzerinde olan baskısları yatmaktadır. Gelenekçi ve öğütçü mantığın kişiler üzerinde etkisi kalkınca; öğüt dinlemenin dışında bir toplumsal yararcı faaliyetini ortaya koyamaz olanların, mantığını işletemeyenlerin, tepkisidir bu. Kurtuluş Savaşı yapılaşmasıyla, kimi zayıf iradeli insanların kendi kendine davranamayıp, ne yapar olacağını bilmez ve bilemez oluşlarıdırlar! Bu tür tutumlar, şu üç açıdan beliriyordu:
1-Savaş sonunda, buyuran erk, tebaasız kalmıştı. Erkin boşlukta kalması zaafı ortaya çıkmıştı. Bu onun yani erkin elbette bir travması idi. Elbette erkin boşluğa düşüşü idi. Gelişme ve değişmeyi görüşte, hıfız edemeyen tüm yapıların, bu türden kaçınılmaz tepkisidir. Bu tepkileri, halk içine fısıldanacaktı!
2- Ulul emre itaat mantığının bir yansıma şekli de; siz düşünmeyin, sizin yerinize nasıl olsa kaynağı ilahi olan düşünme ve buyrukların sizi selamette kılması vardır. Böylesi deyişçi mantığının kendisini uyuşturmasıdır. Böylece aklını kullanmayışla, buyrulmağa alıştırılmışların, buyuran kaynağı ortadan kalkınca da, doğallıkla bir boşluğa düşer olmaları, söz konusu oldu.
Emirsiz davranamaz, kendi kararını, kendisi alamaz oluşu ile de, bu karşı hareket kendisini belli ediyordu. Yüz yılların ümmetçi alışmaların baskısı kalkmıştı. Ne yapması gerekenleri, kendine buyurur olanların, inançsal ve ananevi otoriteleri, ortadan kalkmıştı. Şimdi, kendi kendilerini, ne kadar da yalınız hissediyordular! Ani ve birden bir rahatlanma, onun alışık olmadığı bir yaşam tarzı idi. İşte olan reaksiyon bu alışmalara değin yük etmelerinkırılmasındadır.
Değilse bu tutumlar, bir aydın olmanın, aydın sorumluluğu ile bilgiyi eski alan içinde alıp buraya, transfer edememenin sıkıntısıyla duyulan bir haklı olmanın, rahatsızlıklarından oluşan gayret hamiz bir tedirginliklerden kaynaklanmıyordu.
İlke olarak, geçmişin yönetimleri, Türk dilini ve Türk alfabesini bırakıp; Arap dilini ve Arap kültürünü acem yaşam tarzını alırlarken; Türk’ü kendi bağ ve bağlamlarında kopartırlarken halkı hiç travma geçiremeyen bir ulus; nasıl oldu ise, şimdi; Atatürk devrimleriyle travma geçiriyordu! Hem de nöbet içinde, sayıklaya sayıklaya, sayıklamanın travmasını geçiriyordu. Ve travma yüz yıla yakın bir süreç içinde de hiç düzelmiyordu(!) İyi istismardı doğrusu.
3-Ululemirci yaklaşımın en temelci olan, üzeri örtük nedeni de, bazılarının alışa geldiği, maddi manevi sömürü tezgâhını, insanlarımızın iyiden iyiye bilemez oluşlarıdır. Çünkü genel öğretili halkçı kanıya göre otoritenin kaynağına, asla kuşku olmazdı. Kendince, iyi niyetlerinin duygusallığıyla ve inançsal kaygılaştırıl maşlarıyla halk böyle düşünüyordu. Böyle düşündükleri için de, bunların peşinden böylece gidişlerinden ötürü,itaatçi ve sorgulaşmayan bir sömürülme ortaya çıkıyordu.
Ululemirci bağlılıkların öznel temeli de, saygın insanlarımızın, kendi değerlerine karşı munis (ağırbaşlı) olmasıdır. Halkımız, bunun üzerinde pazarlık yapılmayacağını benimser bir yapı ile davranırlar. Bu değerlerin yorumlanışlarını kullanmak yerine, onun saklanarak dokunulmadan korunmasından yana idiler. Ancak bunun da zaafı, hilebaz ve düzenbazların, sureti haktan görünmesi yaklaşımı ve tahrikleri vardır. Aslında yurttaş bilincine sahip çıkılmadıkça her öznel sistem sömürü eğilimli işler. Bunun için demokratik sorgulaşma hakkına ve sistemin güncel düzenleşmeli yapılaşmasına sahip çıkılmalıdır.
Bu koşullanış içindeki biriktirişlerle bazı çevreler, kurtuluş mücadelesine duyulan kin ve tepkisini, cinnet boyutuna vardırmışlardır. ’Keşke kurtulmasak da, İngiliz bağlısı olsaydık!’ diyecek denli acınası kılıniklikler, güya tepkilerini deme gafletini ve küskünlüğünü ve fütursuzluklarını, gösterecektiler!
Devrimler bu türden toplumsal değerler üzerinde değil de, nakilci, kendi kişisel anlamaları üzerinden, kendi öznel değerleri üzerinden, aklı işleten insanının, kabul edemeyeceği bir yaşama anlayışı idi. Ancak çok şuursuzca, haklılığı olmayan, ruhsal göz dönmesinin abuk sabuklaması olmaktan öteye gitmez, bir tepki idi. Bu bir ifrattır (aşırılık çoklukla taşkınlıktır).
Oysa bırakın bizi, Türk’ün Kurtuluş savaşı Dünya’nın muzaffer ve mağlup ülkelerinin selamlayıp, saygı duyduğu, hatta bağımsızlaşma yolunda olan ülkelerin örnek, aldığı bir hareketti.
Kurtuluş Savaşı başlamadan önce görünen manzara (manzarayı umumiye) şu idi. Osmanlı bir savaştan mağlup çıkmıştı. Yurdun pek çok köşesi işgal olunmuş ve olunmaya da, hızla devam ediliyordu. Hükümet ve hilafet bu duruma sesiz kalmıştı. Hatta saltanat hükümeti, halkı işgale karşı sükûnetle, karşı olmamaya çağırarak, halk dirençsizliği yaratılmış, işgalcileri bu yolla himaye etmişti!
Halk bu durumu, bu işgalin gerçek oluşunu, ulul emre itaatin gereği olan bir anlayışla ve sessizlikle kabul edişle karşılıyorlardı sanki. Yönetim kendilerine olacak itaatin, gün gelip kendileri şahsında düşmana itaate dönüşeceğini pek önemsememiş olmalıydı. Ki şimdi kendisi bunun tabiyetini halktan istiyordu. Halk, yönetime değin itirazsızca olacak itaati; hepten kafalarına, çoktan ’ulul emre ittat’ şartlanmasının içinde, hıfz etmiştiler.
Böyle bir işgal olasılığı pek hesplanmadığından ne olursa olsun, ulul emre itaat esastı. Bu önermeyi görüntü olarak bilinçlerine oturtmuşlardı. Ve dahi hükümet, yurdun çeşitli yerlerinde çok kere bir sivil inisiyatifçi olan yol alışların direncini kırdırtan, cami vaazlarını verdirtiyordu. Sanki bu işgal; inancın, örfün, katlanmanın, sabırlı olmanın, bir gereği gibi halka sunuluyordu. Saltanatın ali cengiz oyunlarını bilmeyen halkımız, direnç gösteremez, direnemez, neye nasıl karar vereceğini, bilip anlayamaz olmanın şaşması içinde idi.
Sürecek
Bayram KAYA