- 869 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AYLA MURAT BALKON
Tabi o zamanlar her şey siyah beyaz değildi. Hatta belki de şimdikinden daha renkliydi. Özellikle de Ayla’nın muhabbet kuşu. Parmaklıklarını rengârenk ve bin bir türlü çiçeğin süslediği bir balkonda ve bir kafesin içinde yaşardı O. Mevsimler gelir geçerdi. Baharsa kendini hep o balkonda unuturdu. Belki de yorulmuştu. Mevsimlerin de sevgiye ihtiyacı vardı. O zamanlar herkesin sevgiye ihtiyacı vardı. Ben annemden bazen saatlerce hatta günlerce yalvara yakara o Aylalara çıkmak için izin alır, oraya zaman zaman Ayla’nın küçücük ellerini küçücük ellerimle tutarak çıkar, işte o zaman dünyanın en mutlu insanı olurdum. Çünkü o an Ayla’nın kuşu, bahar, balkon ve çiçekler yanı başımda olurdu. O zamanlar benim için mutluluğun bir tanımı vardı. Bir anlamı...
Kuşunun nerden ne zaman nasıl geldiğini bilmezdi Ayla. “Bir sabah uyandım baktım ki kuş balkonda bıcır bıcır, kafesinin içinde dört dönüyor. Biri bırakıp gitmiş”, derdi. Eve her istediği zaman uğrayamayan, Ayla’yı hep uykusundayken sevmek zorunda olan ve onu severken yüreği sokakta top oynayan çocukların kırdığı camlar gibi kırılan biri… Ayla’nın pek hatırlayamadığı... O, her kimse mutlu etmişti Onu. Sırtı yeşil ve gri renklerle bezeliydi. Boynunun hemen altında yuvarlak yeşil beneklerden bir gerdanı vardı. Bizi görünce tünediği plastik dala daha bir sarılır, o dalda kendini aşağı sarkıtarak daireler çizer, bazen o dala tutunamaz, yere düşerdi. Ama vazgeçmezdi. Sonra kafesin tellerine tırmanarak yine kafesin içindeki halkalara çıkar, bize bin bir türlü maskaralıklar yapardı. O an zamanı unutan, zamanın unuttuğu iki güzel insan olurduk. Nenemin bana anlattığı sadece namaz kılan, zekât veren, hacca giden, oruç tutan ve kelime-i şahadet getirenlerin gidebileceği cennetin muhabbet kuşları ve balkonlarla dolu olduğunu düşünürdüm. Cennete hiç yağmur yağmadığını, çiçeklerin hiç solmadığını, aylanın orada hiç büyümediğini... Ta ki annem alt kattan adımı avazı çıktığı kadar ve defalarca bağırana kadar. Bir insanın hayatındaki en büyük mutlulukların en çabuk biten mutluluklar olduğunu belki de daha o zaman anlamıştım.
Nenem bir sabah hiç uyanmadı. Seccadesi boş kaldı. Sabah ezanını duymadı, sabah namazını da kılamadı. Tespihini çekmedi. Her daim dudaklarını kıpır kıpır oynatan ve ağzının içinde yaşayan dualar artık yoktu. Kapı aralığından gizlice baktığım yatağında üzerine yeşil yorganı çekili, hareketsizce bekliyordu.
O gün Ayla kocaman ellerini kavradığı ve nedense en çok ve belki de sadece gri, geniş paçalı pantolonunu hatırladığım bir adamla bize geldi. İşte o adam üç numaraya vurulmuş saçlarıyla ortaya iyice çıkmış ablak, geniş yüzünü, yüzündeki büyük iri kara gözlerini ve ağzını, dudaklarını uzatabildiği kadar uzattığı pos bıyıklarıyla kapatmaya çalışmıştı sanki. Bizim evin salonu sessizdi. Herkes repliğini unutmuş acemi oyuncular gibi... Uzadıkça uzayan, uzadıkça boşluğu gerginleştiren, insanı rahatsız eden bir sessizlik… Herkesin birbirine, geçmiş olsun ve başınız sağ olsun dediği, başka da bir şey diyemediği bir diyaloglar silsilesi
Aklıma kuş geldi. Salonun diğer ucundaki Ayla’ya baktım. Beraber geldiği adamın bacaklarına dolanmış, etraftaki üzgün insanların yüzlerine bakıyor. Cesaretimi toplayıp yanına gittim. Hadi kuşa bakmaya gidelim, dedim. Ayla’nın yüzü yerde... Kuş, dedi Ayla, gitti. Onu bıraktık. Sonra başını kaldırıp yanındaki adama baktı. Ayla artık beni hiç sevmeyecekti. Artık balkonları hiçbir zaman eskisi kadar güzel olmayacaktı. Masalımın yaşlı perisi de artık yoktu. Ayla birden bire büyümeye ve benden uzaklaşmaya başlamıştı. Gözlerim doldu. Hiçbir şey demedim. Oradan ayrıldım. Bomboş balkonumuza çıktım. Boğazımda bir türlü yutamadığım kocaman bir lokma vardı ve gözlerim acıyordu. Başımı gökyüzüne çevirdim. Orada binlerce leylek bana dev kubbeleri hatırlatan geniş daireler çiziyordu. Gidiyorlardı. Bu defa gözlerim yolun karşısındaki ağaçta. Oradaki çok tanıdık birinde. Yemyeşil ve gri tüyleri. Boğazında yeşil benekli gerdanı. gitmemiiiş!!! diye bağırdım. Hemen salonu şaşkın bakışlar eşliğinde geçtim. Dış kapıya ulaştım. Merdivenleri soluk soluğa indim. Apartmanın kapısında soluğumu tutarak tekrar ağaca baktım. Hala orada. Yolun karşısına geçtim. Ağacın dallarına tutuna tutuna tırmandım. Beni en sonunda fark etti. Fark eder etmez de tutunduğu dalda taklalar atmaya başladı. Dallar hala yeşil. Binlerce leylek başımın üzerinde görünmeyen dev bir kubbenin etrafında ve sonsuz mavilikte dev halkalar çizerek... Kolumu uzatabildiğim kadar uzattım. O dalın en ucunda taklalar atarak... Annemin tiz ince kaygı dolu yaslı ve adımı haykıran sesi. Sonra kendimi birden işte o görünmeyen dev kubbenin boşluğunda leyleklerin yanı başında, bir an, sonsuzluk kadar uzun süren bir an, hissettim. Kolumda bana iğne uçlarını hatırlatan keskin bir sızı.
İnsanların kanatları yoktur oğlum, diyordu babam gülümseyerek. Şimdi içimden ekliyorum: ama yine de giderler. Kolumda beyaz bir sargı. Kendime geldiğim yerde her şey bembeyaz. Yüzünden hiçbir duygusu anlaşılamayan beyaz önlüklü bir adam benimle ilgileniyor. Babama dönüp bir, bir buçuk ay sonra çıkarırız, diyor. Kanadı kırık kuşlara benzedin, diyor annem. Gözleri dolu.
Bir kaç gün sonra akşamüzeri evimizin kapısı çaldı. Balkondayım. Gözlerim yolun karşısındaki ağaçta. Kapıyı unutmuşum. Annemin sesini duydum. Kapıya yöneldim. Annem, haydi üzerini giydireyim, dedi. Kapıda Ayla, yanında kısacık saçlı pos bıyıklı ablak yüzlü o adam. Elinde bir fotoğraf makinesi. Bana gülümseyerek baktı, lunaparklar da rengârenktir, dedi.