HÜSNÜ FELİK’İN KARDEŞİ
HÜSNÜ FELİK’İN KARDEŞİ
Adalya şehrindeki yaz akşamlarında ışıklar hiç sönmezdi. Öğle saatlerinde sokaklarda hiç çocuk görünmezdi. Gündüzün boğucu neminden kaçanlar, geceleyin yarasayı aratmazdı. Şehirde, çarşı alanı yeşil parklarla doluydu. İnsanlar palmiye gölgelerine sığınır, kauçuk ağaçlarının güzelliğini izlerdi. Yaz ve kış ılık havası, yurdun her yanından evsiz-barksız insanları çekerdi. Bunlar, çoğunlukla parklarda kalır, ağaç gövdelerine sırt verip, kıvrılıp sabaha ulaşırlardı. Ancak bazıları da engelli insanlardı. Bunlar yalnızca sabahı akşam ederlerdi. Keşke ellerinden bir iş gelseydi. Günlerini, kimseye zarar vermeden tüketmeye çalışırlardı. Belki birilerinin kolundan tutsak, sayıları azalırdı.
Şehrin Yaldız mahallesinin Hamit sokağındaydı apartmanımız. Şirin balkonumuzdan seyrekçe araba geçer, genelde gözlerimiz yayalara takılırdı. Alt komşumuz yaşlı ve kibar bir bayan, yan komşumuz aynı köyden ve çaprazdaki ise Urfalı idi. Ara sokaktaki apartman ise bizimkinin tarzında idi. Sıcak insanların toplaştığı bir yerdi. Alt katında Hüsnü Felik’in demirci dükkanı vardı. Demirci dükkanının da bir konuğu.
Küçük balkonumdan gelen geçeni merakla izler, bir gözlemci gibi insanlara inceden inceye yorum katardım. Kucağıma aldığım çocuğa da olanları anlatır, bir yandan da beş çayımı yudumlardım. Bazan mutfak balkonuna hava almaya çıkardım. Hüsnü Felik’in akşam keyfini izlerdim. Önünde henüz bitirdiği pencere-kapı doğramaları olur, bunları gururla seyrederdi. Ertesi günün ilk ışıklarında demirci dükkanı, gömüldüğü sessizlikten ezanla uyanırdı. Ezan sonrası Hüsnü’nün kahvaltısı, sabah çayı ve balkon keyfi yaşanır ve dükkanın kepenkleri tatlı bir sesle açılırdı. Sokaktan geçen biri vardı ki; hep dikkatimi çekerdi. Bizimkilerden öğrendiğime göre o kişi, Hüsnü’nün kardeşiymiş.
Hamit sokağının bir başka zavallısı Nazlı idi. Sokağın diğer bir parçasıydı o. Ne zaman geldiğini bile unutmuştuk onun. Kimsesiz olmasına karşın bir adı bile vardı. Çocuklar ve alt komşumuzun katkılarıyla, köpeğin adı sokağımızda bilinir hale gelmişti. Belki de gizli sahibi idik onun. Komşular, Nazlı’nın neler yaptığını merak eder, onu çoğunlukla beslerdi. Zararsız bir köpekti Nazlı. Çocuklar onu değişik adlarla çağırırdı. Amcalar ve teyzeler ise, yemek artıklarını balkondan sarkıtırlardı ona. Bazan kaybolur giderdi. Hangi akranlarına takılırdı? Döndüğünde ne kadar süre ile yok olduğunu bilemezdik. Ama her baktığımızda, sokağın bir köşesinde gözlerini bir balkona diker görürdük. Sarkıtılacak kırıntıları beklerdi hep sabırla. Üst kat komşumuzun tavuk ve pirzola günlerini kaçırmazdı. Asla huysuz olmamıştı. Kendisiyle oynayan çocukları incitmez, dişlerini göstermez ve hep kaçardı. Ancak yine döner gelirdi. Bir ikizi vardı bu köpeğin, kızımın anlattığına göre. Olmadığı günlerde kardeşini arıyordu belki. Ancak, bir zaman önce yavruladığını duymuştum. Analık içgüdüsü ile yavrularını arıyor olmalıydı. Bazan Nazlı’ya benzeyen, üstelik aynı renkte olan birden çok sayıda köpekler görülürdü sokakta. Sanırım yavruları da sokağa uğrar olmuştu. Karışıklığı, Nazlı’nın sol kulağındaki mavi küpesi giderirdi.
Hüsnü Felik’in kardeşi her akşamüstü olduğu gibi, yine sokaktan geçiyordu. Kamburu hafif çıkık, hep önüne bakmak zorundaydı. Gelir ve apartmanlar arasında kalan zeminkat demirci dükkanında konaklardı. Ancak Hüsnü ona bakardı, belki biraz kokardı, ama kimse farkına varmazdı bunun. Rastlantı sonucu görenler, belki ona değil Hüsnü’ye acıyordu. Aslında “Allah korusun” diyerek kendilerini uzak tutarlardı. Kardeşi, ekmeğini sessizce alır gelirdi. Üstü başı toz içinde kalır, bilinmez yerlerde yattığını düşündürürdü. Orta yaşının verdiği ağırlık kamburunu çıkarmıştı onun; eğilerek yürürdü gariban. Varmak istediği yere kararlı adımları götürür, çevresine bakınmazdı. Sabahleyin de kimsenin bilmediği bir saatte yokolurdu. Belki de çok erkenci davranırdı. Sanırım tüm günler onun için aynı idi.
Kardeşi belki biraz saf, umarsız, zeka özürlü, ama çok sessizdi. Kimseye zararı olmayan bir ademdi. Tek dünyası; akşamüstü geldiği demirci dükkanı, hiç değiştirmediği yolu ve kentin bilmediğimiz gizemli ağaçlıkları idi. Gün boyunca yaşadıklarını belki sırtındaki gömleğinden; toz ve lekelerinden anlamak mümkündü. Nerelerde oturur, yatar kalkar ve ne düşünür; kim bilirdi ? Tek bilinen şey, bizlerin dünyası ile kesişen sokak kaldırımı ve konakladığı dükkanı idi. Nasıl gecelerdi, nasıl uyurdu ve nasıl sabahlardı; kimse bilmezdi bunu. Ama belki de tüm bunlar Hüsnü’nün yüzündeki yıllanmış çizgilerden okunabilirdi. Belki Hüsnü ile kardeş olduğuna bilinçsizce seviniyordu; kim bunun farkında olabilirdi ki?
Bir keresinde onu yolda gördüm. Habersizce yürümesini izlemeye çalışırken, birden döndü ve gözlerini bana dikti. Bir tür cereyana kapılmış gibi oldum. İki gerçek insan birbirine bakıyordu. Gerçekleri arayan gözler kilitlenmiş, sanki insanlığı sorgulamaktaydı bakışlar. Hayatın farkında olduğunu düşündüm bir an. Herşeyi biliyordu, ama o bedenin içine hapsolmuştu. İnsanların tümünü severdim, ancak o bilinçli bakış beni ürkütmüş, artık ona uzak geçer olmuştum. O yanımdan geçerken bisikletim titrer, dosdoğru gidemez, sendelerdim. Onun karşısında kendimi korumasız hissediyordum. Birşeyi unutuyordum. O ne kadar güvendeydi. Kendini asıl yalnız hisseden belki de oydu. İnsanlara karşı kendini nasıl koruyacaktı? Biz hiç değilse tehlikeden kaçabilirdik. Korunması ve barınması gerekenleri tanımanın keşke kolay bir yolu olsaydı..
Zamanla beni bir merak sarmaya başladı. Ne Hüsnü Felik’e ne de kardeşine yüzyüze sorabileceğim birşey değildi bu. Hüsnü’ye birşey sorsam uygun kaçmayacaktı. Kardeşine yeterince bakmadığını sandığım düşüncesine kapılabilirdi. Kardeşi ise zaten sorudan ziyade yanıt bekleyen biriydi. Komşular ise ne bilebilirdi ki. Sonunda kararım kesinleşmişti; olayı kendim çözecektim. Gündüz vakti demirci dükkanının içini yeterince görebiliyordum. Ancak, akşam hangi düzene girdiği, acıdığım insanın sabaha kadar neler çektiğini bilmek istiyordum. Gece geç saatlerde ayaklarımın ucuna basarak dükkana ulaştım. İçeriyi gözlemeye başladım. Önceleri bir karaltı gördüm. Henüz uyumadığını düşündüm. Dükkanın diğer bölümlerini sıra ile inceledim. Yerlere birçok demir çubuk ve hurda saçılmıştı. Daha sonra gözlerim içerideki karanlığa alışınca, yine karaltıya doğru döndüm.
Gözlerime inanamadım. Hüsnü Felik’in kardeşi birşeyler yapıyor gibiydi. Önce kamburunu gördüğümü sandım. Hayır, yüzüstü kapanmış, dizlerini karnına çekmiş, yüzünü ellerinin arasına almış ve böylece yatağına kapanmıştı. Ardından bakmakta olduğum cam, onun ağzından birkaç sözcük dökülüp dökülmediğini bilmeme engel oluyordu. Donakalmış gözlerim ve şaşkın bir ruhla koşarak oradan uzaklaştım. O gece nasıl sabah olduğunu halen anlamış değilim.
Birgün balkondan aşağıya doğru yorumcu gözle bakarken Nazlı’yı gördüm. Kimsesiz ve paspal hali, aklıma başka birini düşürdü. Bu çağrışım hiç hoşuma gitmemişti. Açıkçası, Nazlı ile bir insanı kıyaslıyordum. Birden evrenin binbir türlü hali aklıma düştü. Dünyanın tüm yanlışları, film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Yaşlandığımı; saçlarımın ağardığını duyumsadım aniden. Hayatın deneyimi, saçımdaki ak tellerde ortaya çıkıyor gibiydi. İnsanlığın gidişini iyi bulmamıştım. Gözlerim Nazlı’ya bakarken dalıp gitmişti. Nazlı farklıydı. Herkes Nazlı’ya tuhaf bir yakınlık duyardı. Çünkü onun zavallı duruşu, insanlara acıma hissi verirdi. Hiç kimse ondan korkmazdı yemeğini verirken. Hüsnü Felik’in kardeşinden ise çekinilirdi. Ne yazık ki Nazlı’nın çevresi daha genişti. Zeka düzeyi belli, kim olduğu açıktı.
Bir akşamüstü apartman sakinlerinin alıştığı birşey olmadı. Balkonlarından eğilenler, o akşam bir eksiklik olduğunun farkında idi. Soran gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Görünürde bir açıklama yoktu. Öylece dudak büküp, Hüsnü’nün kardeşinin geçişini kaçırdıklarını sandılar. Görünmeyeli iki günü geçmişti. Üçüncü gün demirci dükkanının üst katından gelen sesler herşeyi anlatıyordu. Olmasını istemedikleri bir gerçeği yüzlerine çarpıyordu bu sesler. Kimsenin ifade edemediği tablo, öğle namazında taşın üzerindeydi. Anlaşılan; Hüsnü’nün kardeşini asla birkez daha yolda göremeyecektik.. Toplaşan komşu kadınlar ağıtlara başlamıştı. Birini yolcu etmek için gerektiği kadar haykırıyorlardı. Kardeşi, hiç bu kadar ilgi görmemişti yaşadığı sürece. Onun adına kimse ağlamamıştı. Ağlama sesleri ne kadar içtendi bilinmez ancak, Hüsnü’nün gözyaşlarında bir sıcaklık vardı. Yılların yorgunluğu gitmiş, yerine ayrılığın acısı kalmıştı. Nedense, kardeşinin bitmiş çilesini, kendi yaşamından daha önemli görmüştü. Kara kutuya sarılırken “Niçin ben değil?” diyordu yüzü. Ayrılığın bilincindeydi çizgileri. Kardeşi daima farklı kalmalı, yücelerde bir yerde olmalıydı. Bilincinin doruğunda, eller üzerinde salınarak gidiyordu en yakın adamı. Son töreninde, felekten çaldığı en rahat uykusunu çekerken.. Hüsnü tek başına taşıyordu kardeşini omuzlarında. Bir patlama duydum içimde. Ben de bağırmak istedim bir an. Ancak boğazım düğümlenmişti: adını bilmiyordum.
On gün kadar sonra sokaktan bir gürültü işittik. Hemen mutfak balkonuna koştuk merakla. Demirci dükkanı boşaltılıyordu. Bütün hurdalar kapının önüne yığılmış, duvar dibinde ise yatağa benzer paçavralar gözüküyordu. Rahatsızlığını öne sürüp esnaflığı bırakacak, emekli aylığı ile geçinip gidecekti. Hüsnü’nün çalışacak gücü kalmadığını düşündük. Sokakta uzun bir sessizlik yaşanacaktı artık.
Sokağa özgü birşeyler sona eriyordu. Tamamlayıcı parçalar yerlerinden birer birer kopuyordu. Nazlı bile görünmez olmuştu. Komşular, ellerinde yemek artıkları ile balkondan yola sarkardı. Gözler, alıştığı mahzun bakışları arardı tavuk artıkları için. Başsağlığı günleri, balkon çayları, çekiç sesleri olmadan gün ortası ve kaldırımdaki bir gazete üzerinde çürümeye yüz tutan sofra kırıntıları... Artık balkonda bir başkasını nasıl bulacaktım acımak için. Oysa sokaklarda kardeş arayanlar vardı. Parklardaki engelliler, Hüsnü ile kardeşi, Nazlı ve son olarak kendimi düşündüm. Birden gözlerim daldı ve kendime acıdım. Hüsnü, kardeşinin can damarı olmuştu. Bense hep balkonda yaşardım. Ama ne yaşamak! Ya dışarıdakiler? Nazlı’dan farklı bir yerde kalmalıydı onlar. Umutevleri onlara bir kardeş olabilirdi belki? Sokaktakilerin birşeyleri olmalıydı. Tiner kokmayan ve dayak ülkesi dışında biryerlerde...
son.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.