(N)isyan
Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür*
Önce sevmeyi unuttuk. Yani varoluşumuzun ve var oluşun sebebini herşeyden önce. Ağlayışına tepkisiz kalınan bir çocuk öncelikle sevilmediğini hisseder. Sevgisizliğin dikeni değmiş bir ruhun sancısı hiç beklemeden başlar.
Evrenin boşluğa tahammülü yoktur, boşluklar ivedilikle mutlaka başka şeylerle doldurulur. Sevgi gidince bize kalan boşluk öyle hemen doluverecek kadar önemsiz bir boşluk değildir. Aşk üzerine yaratılmış evrenden onu soyutlarsanız yarattığınız boşluğu doldurmak için devasa bir unutuşa daha ihtiyacınız vardır, ya da pamuk şeker tesellileri.
Boşluklanmayı insanıoğlu da sevmez zaten. Gecenin sessizliğinde nereye gidişimizi sorgularken ürperiveririz birden, ya da korkular, kabuslarımıza konuk olur sorgusuz sualsiz. Kabuslardan kaçılmaz, biliriz. Tez elden doldurulmalıdır bizi içine çeken boşluk, çatlaklar bir güzel sıvanmalıdır. Neler girmez ki o dehlizlere? Apolet sevdası, mevki-makam hırsı, insan yapımı sınavlar kazanıp insan yapımı yüksekliklere tırmanma derdi, biriktirme telaşı, elde etme çabası… İnsanı yoran, ama yordukça hırslandıran bir sancı bulaşır içimize…
Bu sancı nefes aldırmamayı iyi bilir insana. Nefes almak sakıncalıdır; onun için zaman ayırırsanız duvalarınız yıkılabilir çünkü. Düşünmek risklidir bu durumda. Bu tutuşulunmuş hızın içinde sevgiden uzaklaştırdığımız içimizi biraz daha lanetleyerek yalnızlaştırmaya da başlarız. Çünkü içine hırs girmiş bir kalbe dünyasal ayrıntılar umursamaz umursamaz doluşur ve orada eniklemeye başlar, kendinden daha çirkin yavrularına…
Unuttuklarımızı asla hatırlamamak için yeni avuntularımızı unutmamayı sıkı sıkıya tembihleriz kendimize. Bizi hor görenlere kendimizi ispat etmeliyizdir, başarılarımızı insanların önüne kocaman dikerek varlığımızı ispatlamalıyızdır, yolumuza dikilen düşman insanları bir bir etkisizleştirmeliyizdir. Yani sonsuz savaşımızda her gün biraz daha sıkı giyinip her gün biraz daha hünerlenmeliyizdir.
Ötesi acınasıdır bu yolun. Bize kocaman bir bütünü fısıldayan evrenin içinde milyonlarca birbirine uzak dünyalar yavrularız. O dünyalar ki balondur yalnız, sivri yüzeylerden korkar. Ama uzaktan bakınca öyle pürneşe, öyle şatafatlı…
Vardığımız adı belirsiz durakta önemsediğimiz yegane tanrı kendimiz oluveririz artık. Parça oluşumuz bile aşağılayıcı bir itiraf gibi gelir, uzak dururuz ondan. Parçalığı sevmeyiz, çünkü o başkalarına muhtaçlığın sembolüdür. Oysa tek başına mağrur savaşımızla ne kadar bütün(?)üzdür. O durakta ne eşimiz dostumuz vardır yanımızda, ne başka iklimlerin insanları.
Doldurduk ya o beyni, o kalbi biz işte! Savaşta biraz ilerlemişsek başarılıyızdır, başarılıysak biraz daha umutludur gelecek. Bugün biraz daha para kazanmışızdır, ikinci evimizi almışızdır, lezzetli bir akşam yemeği yemişizdir dışarıda, ev iyi ısınmıştır.
Sıcaklığın sırtını okşadığı o işveli uykuların birinde bir bıçak gibi çığlık giriverir ruhumuzun göğsüne: “ Yardım edin!!!”
Aniden irkilerek uyanırız, allah allahlandırırız merakımızı, belki akşam yemeği biraz fazla kaçırmışızdır. Uyanıp küçük kutucuktan dünyaya bakarız uykuya tutunamayıp tekrar…
Bir patlayış gözümüzü şenlendirir kutunun içinden. Gecenin bir yarısıdır, çiçek gibi açılır havada alevler. Ama o çiçekler niye mutlu etmez ki kimseyi, niye korkar bebekler o çiçekten? O çiçekler ki ölümün güzellenmiş boyalı yüzüdür, çiçekler solup kapanırken bir eve abanır, bir ailenin üstüne. Yaprağı dokunan insanları kandırıp ölüme çeker, işvelidir o, kandırmacalıdır. Çiçeğin düştüğü yerden o yüzden çığlıklar yükselir. O çığlıklar beton gibi düşer kafamıza. Beton gibi anımsatıcıdır o an her şey. Bir silah vardır, hedefe tutulmuştur, hedefe yaşlı bir adam, belki üniformalı bir çocukla annesi konulmuştur. Korkuludur çocuk, elinin ucunda okul çantası belki, annenin yüzünde kahreden bir susuş, bilmeceli bir duruş…bilinmez ne sorulur ne istenmektedir. Sonra ekran hastanelere uğrar, hastane yolunda açılan mezarlık yolculuklarına. Kanın gizemi rahatsız eder gözümüzü, kanı sarmalayan yaralar, yaralara tutunmuş masum insanlar… Hiç bir bomba mutluluk getirmemiştir anlarız. Uğruna hayatımızı harcadığımız paralar bombalara evrilmek zorundadır. Evrilen bombalar o sıcak yuvaların üstüne ansızın yağmaktadır. Uykular patlamaktadır, sofralar dağılmaktadır. Aileler bin parçalanmaktadır. Kocaman amcalar vardır şurasında dünyanın, çığlıkları duymamaktadır. Anlarız ki o yoldan onlar da geçmiştir. Boşlukları dolmuştur ve dolmaktadır. Ama açlıkla dolmaktadır, ama bitmeyen bir planla dolmaktadır. O planlar mutlaka mezarlıklara da uğramaktadır. Aniden sokulur içimize çocuk çığlıkları, yaşları kümelenmiş gözlerin alacaklı bakışı, içimize bir daha unutulmamacasına çakılır.
O zaman hatırlarız unuttuklarımızı. Bombanın yanık kokusu şifalıdır. Barut kokusu alımdır. Kimileri onun kokusunda kaybeder hayatını, kimileri yeniden bulur orada eski insanlığını. Lambaları yanar o an içimizdeki odaların. Sürekli bir şeylerin bürüdüğü gözlerimize artık sadece yaşlar barınmaktadır. Yaşlar da arkadaştır mutlaka, soluk aldırır insana. Ciğerlerimizin varlığını hatırlatır ve daha neleri de. Kocaman bir nefes çekip koca dünyadan, kocaman başımızı ellerimizden arasından kaldırırız. İçimize doldurduğumuz ıvır zıvırlar birden suskunluktan kurtulup anlamsızlıklarını haykırmaya başlar, deprem başlamıştır. Deprem de şifalıdır oysa, her şeyin daha sağlam yerine oturmasının ilacıdır. Anlamlar anlamsızlıklarla yerini koşaradım değiştirir. Vücut sarsılır. Alışkanlıklarımız eskide kalmıştır. Bir ışık yanar odamızdan sokağa doğru, bir ışık yanar ruhumuzdan ulu ışığa doğru…
O gece hatırlarız öylece her şeyi yeniden, bir daha unutmak bilmemecesine…
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
* : İnsan hafızası unutmakla sakatlanmıştır.