- 628 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yanlızlık I
Yanlızlık ifadesi kelime anlamıyla; kimseyle birlikte olmama durumu olduğu gibi, insanların biribiriyle görüşmemesi veya arkadaşlarının olmamasıdır. Terkedilme, ayrılma, uzaklara gitme mecburiyeti, deprasyon, hastalıklı anlarımız, kendimizi en çok yanlız hissettiğimiz zamanlardır. Bütün bunalımların da temel kaynağıdır. Bütün içsel yıkıntılarımız bu duygunun gerçeğe dönüşerek yaşanmasıyla ortaya çıkar. Yanlızlık üzerine yapılan psikolojik araştırmaların hemen hemen hepsinde insanların ençok korktuğu sosyal bir gerçekliktir. Bir kaç günden beri, bir kaç akşamdan beri değil aylardan beri içimi kemiren, tepemde son bahar gibi dolaşan kara bulutlar geziyor. Oysa şu anda mevsim baharın en güzel ayı olan Mayıs Ayı’dır. Bu sabah erkenden dışarıya baktığımda gökyüzünün engin sonsuzluğunda uçan kuğular gördüm. Sürüler halinde uçan bu kuğular tespit edemediğim bir yöne doğru uçarak gözden kayboldular… Ben sabahın bu erken saatinde yanlızlık urbanlarımın içinde üşüdüğümü hissettim. Şu günlerde zorla alıştığım yeşile bürünmüş doğa, bahar dolu renklerini yitirerek sonbahar sarılığına büründü… Kendimi mahsulü kaldırılmış tarlaların anızları gibi hissettim. Hislerimle içimde yaşattığım ve üzerimden binlerce ton ağırlığında geçen bir biçerdöger vardı sanki bu cehenneme dönmüş odamda. Ben bu haldeyken sabah rüzgârının birden soğuduğunu hissettim içimde. Şimdi rüzgâr yönünü ara sokaklara dönmüş duvarları yalayarak ve yüzüme dokunarak kendi bildiği yöne doğru esiyordu. Biraz ilerideki çok yaşlı akasya ağacı kendi halinde o güzel mis gibi kokan taze yağmur karışımıyla benim tarafımdan bakıldığında sağa doğru eğilerek rüzgârın narin dokunuşlarıyla nazlanıyordu. Fırından taze peksimet alıp dönen birisi bu esnada karşı yönden gelen bir köpekten korktuğu için yolunu gittiği istikametten başka bir yöne çeviriyordu.
Ben üşürken sırtıma acele giyindiğim mavi ve eski tişörtüm de içimi ısıtmıyordu. İçimden acaba yavaş yavaş kış görünmeden geliyor mu diye geçirdim. Bunun ne aptalca bir düşünce olduğunu hemen bana karşıdaki ağaçta yavrularına yem taşıyan kara bir kuş tersini ispatlayarak gösterdi. Bu esnada içimden bilmediğim ve görmediğim kırlarda ve ormanlarda gezinme hissi uyandı... Şimdi bir çayın veya ırmağın kıyısında alabildiğine bir candostla sohbet ederek yürümekti. Son zamanlarda en fazla buna ihtiyacım vardı. Yaşadığım bu son ve büyük acı benim için acıların en büyüğü ve çekilmeziydi... Hayatta ıslak bir soğukluk, huzursuzluk, tedirginlik, endişe, hüzün ve saire gibi üzücü kavramlar içimde kendini art arda sıralanıyorlardı. Gayrı uzaklara sık sık yürüyemiyecektim, kalan tek çiçekli kırda yok olup gitmişti elimden. Bu gidişi durduramadığım için hüzünleniyorum. Bu mevsim bana dokunuyor hemde gecenin korkunç ayazı gibi, yüreğimi, benliğimi bu yaşıma kadar kazandığım degerleri silip süpürerek beni akdenizin köpüklü sularında boğuyordu. O gitti uzaklarda rahata kavuştu da, bir ben kalmıştım tek başıma… İşin en kötü tarafı terkedilmenin derin acısınıy yanlız başıma yıkmağa uğraşırken yanlızlık beni yıkıyordu. Böyle ne yapacaktım tek başıma, yanlızlık bütün sıkıntılardan daha çok canımı yakıyordu.
Uzaklarda dağlar, ormanlar, yollar, sonsuzluğa giden o tükenmek bitmeyen yollar aynı durgunluğunda, aynı bitmez hareketsizliğinde seyretmekteydi kendi kendini… Şehir, koca şehir sonsuzluğa doğru uzayıp giderken bomboş, dümdüz uzayıp gidiyordu sabahın bu saatinde erkenden kendini günün sarhoşluğuna teslim ederek. Bu kadar genişlikte şimdi bir sinek dahi uçmyordu… Gözümün takılabileceği hiç bir şey yoktu. Sabah içimdeki hüzünle beraber kendisin alabildiğine bir hiçlikle kaplamıştı. Düşüncelerimi durduran, uyuşturan bir hiçlik. Genişliğin ve boşluğun ortasında kafam dönüyor ve sersemliyorum. İçimde en ufak bir hareketlilik sözkonusu değil. Böyle anlarda zaman geçmiyor, ben sadece bunu, duran saatlerden biliyorum, durup çevreyi dinliyorum. Büyük bir kazanın içinde gibiyim. Bu hal beni huylandırıp huzursuzlaştırıyor. Kendi çaresizliğimi düşünüyorum. İçimde bir yerin gittikçe derinden ağrıdığını düşünüyorum. Güneşin ışıkları eskiden olduğu gibi ısıtmıyor içimi, eskisi kadar yakın değil bana… Parlaması zorakilikten, angarya kabilinden geliyor bana. Öyle candan kendini verircesine değil. Artık soğumuş şarkısını bitirmiş. Her taraf sükunet içinde elbirliği yapmışçasına bir dirlik içindeler… Şehir, insanlar, yollar, tamvaylar, arabalar, trenler, otobüsler, evler, ağaçlar kısacası evren öyle bir ahenge bürünmüş ki hep aynı tempoda ve birlikte adım atıyorlar. Sanki soyunmuşlar, öldürücü bir hastalığın elinde yerlere serilmiş çürümeğe yüz tutmuşlar… Sesler ve renkler matlaşarak yok olmuşlar. O sevimli serinli, o bereket, o hasılat nerede şimdi. Sanki şu kocaman Frankfurt şehirinde benden başka yaşayan yok. Her şey ufalanmış, başkalaşmış ve tükenmişler. Ot tohumları hareketsiz kalmış ve karıncalar uyumuş, böcekler ölmüş, kertenkeleler havasızlıktan zehirlenmiş, gökte sonbahar bulutları dolaşıyor. Rüzgâr soğuk soğuk esiyor. Bu soğukluk beni buraları terketmeğe zorluyor ama, nereye ve nasıl gidecegimin cevabını da verme cesaretini göstermiyor.
Şimdi akşam güneşi doğaya alabildiğine kanlı bir renk yayarak yok olup gitmek için hazırlanıyor. Başları ışıklı binaların gölgeleri, ışıkların etkisiyle gölgelerini sabitleştiriyorlar. Binaların tepelerinden ve şehirin lambalarından ılık ılık ışık yığınları kütleler halinde Main Nehiri’ne yansıyarak yakamozu yaşatıyor Frankfurt insanına farkında olamadan. Hayat bu haliyle daha da hüzünlendirici. Neden bu kadar üzülüyorum, kendimi niye bu kadar yanlız hissediyorum, özlemini çektiğim şey nedir? Bunu ben de bilmiyorum. Bu incir çekirdeğini doldurmayacak bahaneler yüzünden beni terk eden sevgilim mi? Bir dost mu? Yeşillikler, hareketler mi? Uzakların özlemiyle yanıp tutuşmak mı? uzaklar benim için neden bu kadar çekici? Oralarda gidip görmediğim yerlerde ne var? Günler, günlerim hep ayni yanlızlık içinde birbirine eşdeğer biçimde benzeyerek geçiyor. Güneşte kavrulan bozkırlar gibi her günü biraz daha acılar ve ıstırablarla dolu olarak yaşıyorum. Ona her gün biraz daha yaklaşıyor ve boğuluyorum. Anlatılmaz bir acı beni gittikçe kemirerek bitiriyor. Şehirde; bu şehirde üçyüzbinden fazla insan yaşadığı halde, onlarla birlikte, kolkola habersizce yaşıyorum. Tel örgüyle çevrilmiş bu birer odalık apartman evlerinin garajında 20 tane kadar araba ve bir o kadarda ağaç. İleride duran garip bir söğüt ağacı görüyorum, dalları aşağıya doğru bükülmüş benim gibi durgun ve hüzünlü, kimbilir yıllardan beri hangi acılara mağruz kalmış bu zavallı ağaç… Garip ve yoksul, belki onu kimse dikmemiştir de ondandır garipliği. Ansızın esen bir demet rüzgâr onu yavaş yavaş sallayarak değişik yönlere doğru eğilmesini sağlıyor. Göklere doğru büküle büküle dönen bu küçük fırtına bana içimdeki huzursuzluğu hortlatıyor bir hortlak veyada canavar görmüş gibi oluyorum. Bu iç huzursuzluk benim için bir felakettir. Tozlar bu küçük fırtına eşliğinde, kuru dallar ve otlarla beraber havalanıyor şimdi. Yüreğimin yanlızlığı gönlümü bir fakirhane evine çeviriyordu. Bu anafor beni hepten umutsuzluğa sürükledi ve derinden bir kez daha kırdı. İçimden bir ses görüp göreceğin buydu diyor hayatta. Şimdi ne yapmalıyim bunu ben de bilmiyorum. Sonra kendi kendimi teselli ederek: Bu diyorum “Bir fakirlik, bir gariplik, bir hasretliktir içimdeki katlanmam gereken”. Nasıl katlanayım? Gönlüm razı olmuyor buna… Kalkip yürümeliyim diyorum kendi kendime, ağlayasım geliyor. İleride bir kaç kişi gelen tramvaya yetişmek için acele ederek kırmızı ışığa aldırmadan koşarak tramvaya biniyorlar. Henüz sözde gece kıyafeti denmeyecek gece kıyafetimle bir zigarillo içerken benimde içimden koşarak onlara yetişme isteği doğuyor. Gidip onlarla konuşmak istiyorum. Sonrada “hadi” diyorum kendi kendime “git ve konuş”: tanımadığım bu insanlara acaba onlarla konuşmağa başlarsam, ne anlatacağım onlara… Sonra onlar bana komik bir şekilde bakarak; „bu adam galiba ruh hastası” diyeceklerdir. Sonra şaşkın gözler arasında tramvayın, ara koridorlarından yürüyerek, ya öteki durakta ineceğim ya da öyle akıntıya kapılmış bir kürek gibi günün içinde eriyip gideceğim. Ardından da kimsenin beni anlayıp duymayacağını bilerek bir kez daha üzüleceğim. Yine kafam uğulduyor, içimde derin bir yara sızlıyor… Anneme, babama ve memleketime siirler yazmak istiyorum. Yokluğun şiirini. Kalkıp duşun altına giriyorum, kapıyı kapatmadan. Ilık bir şekilde duşumu aldıktan sonra, ağlamaklı bir şekilde böyledir diyorum hayat, yaşamla realite arasında bir yerde yanlız yaşamak, yanlız kalmak zorunda bırakılmamaktadır.
İnsan olarak biliriz, büyük kalabalıkların içinde yükselen uğuldamlara inat içimizdeki kimsesizliktir o. Sessizce dudaklarını kımıldatmadan üzgünce bir köşede gömülüp yanında kimin olmasını istediklerini hayal edenelri evidir, barkıdır yanlızlık. Yine yanlızlık en çok eğlenilmesi, gülünmesi gereken yerde dahi kaplumbağa gibi kabuğuna çekilip kimi zaman hıçkırıklara boğuarak ızdıraplı akşamüstlerine bir yenisini daha ekleyenlerindir bir bakıma. Böyle durumlarda yanlızlık değildir asıl derdimiz oysa... Miniminicik bir çocuk bile bilir içimizdeki yanlız çocuğu. Peki nedir bu curcunanın içinde insana kendini yanlız hissetiren şey. Bence sevgiye açlıktır o şaşalı akşam üstlerinde kendini yanlız hissettiren seyin sebebi. Sevilmeme ve terkedilmekten doğan bir korkudur, bir özgüven eksikliğidir.
Hüseyin Arslan, 25/26 Mayıs 2008, Frankfurt am Main
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.