Yaşanan ve Yaşanacak Olan Bir Hikâye...
Bu derdi bir dağ yüklense idi âlemi seyrinden vazgeçer, olduğu yere çöker kalırdı... Bir müddet sonra da büsbütün elden-ayaktan düşer, toz-toprak olur, ayaklar altına serilirdi... Yedi kat göklerin kaderi olsa idi bu yük, yetmiş bin parça olurdu her bir kat... Her parça yetmiş bin "âh..." ederdi... Her âh’a yetmiş bin "eyvâh" düşerdi... Yer; yerle bir olurdu; "işte senin nasibin bu!..." denilse idi... Yer’in, altı üstüne gelirdi... Yersiz-yurtsuz, yalnız gözyaşı ile başbaşa kalırdı... Ve elem... Ve keder... Ve hüzün kesilirdi baştan ayağa...
Hayret ederim... Başta kendi hâlime... Sonra binbir türlü hâllere...
Yıldızlar gökyüzünde öylece nasıl asılı durur?...
Kar nasıl yağar?...
Yağmur nasıl düşer?...
İnsan ne diye güler?...
Ve neden ağlamaz?...
Neden ağlamaz insan?...
Ya bilmez!...
Ya görmez!...
Ya duymaz!...
Ya da zâten ağlayamaz ki!...
Gökler, sağanak sağanak gözyaşı döker de, belki gözyaşına en muhtaç; insan ağlamaz, anlamaz, ağlayamaz... Gökler bilir tasayı, yer haberdârdır gamdan, dağlar boşuna yükselmemiştir, anlamıştır zorluğu... Bilenler bulur, bulanlar yükselir... Yükseldikçe bilir, bildikçe ağlar, ağladıkça anlar, anladıkça daha da yükselir...
Ya bizim anlayacağız vakit ne zaman gelecek?...
Bizim ağlayacağımız zaman ne zamandır?....
Alçaklıktan yakamızı kurtarma vakti hangi demdir?...
Belki de dünki demdi... Belki de bu akşamki vakit olacak... Ya da yarınki bir zaman... Ağlayıp, sızlayacağımız ve O dilerse ağlayacağımız "yavuz" sokakta, lâle ve gül’ün çaprazında bir ev... 109 no’lu Çiçek apartmanı’nın 5 no’lu dairesi... Türkiye’nin Ankara’sında, Sincan’da iki canı ile bir büyük imtihanı yaşayan bir anne... Halakız Anne...
...