- 708 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sözcüklerin Sefaleti
Zaman geçiyor ve saatler ilerliyor, her saniye, her dakika, her saat ve her gün hücrelerime kadar bir korkunun paniǧini yudumlayarak zamanı yutmanın telaşını isyan ederek yaşamaǧa uǧraşıyorum. Beynim yediǧim balyoz darbesiyle darmadaǧın, travmalar yaşıyorum, deprasyonun eşiǧındeyim. Gülümsemelerim sadece yüzümde, iliklerim, hücrelerim, dokularım harabe bir binadan kalan molozlar gibi öbek öbek yaşamın ortasına atıyor kendini. Saat bakıyorum, saat gecenin 00:44’ü gösteriyor, eve gitmeliyim diyerek kendimi zorluyorum, ama olmuyor, kalan son yıllık izinimin 14 gününü de Frankfurt merkezinde geçirmekle ve yazmakla geçirdiǧim için kendime kızıyorum. Yinede son tramvaya atlayarak o sevmediǧim, Frankfurt’un en kötü caddesine gelerek ikinci bir tramvayın gelmesini bekliyorum, ortalık üçüncü dünya ülkesinin herhangi bir caddesini andıriyor. Sarhoşlar baǧıranlar, noel tatili dolayısıyla sakin sakin yürüyerek hedeflerine ve evlerine ulaşmak için acele edenler, çinli işadamları ve onlara eşlik eden otuzbeşlik bomba gibi bir sarışın, adeta dudakları ısırtan mini eteǧe sarılmış güzel bacaklar, bakımsız bir köpekle yürüyen iki kadın, soǧuktan büzülmüş köşede duran Doǧu Avrupalı bir kadın dilenci ve iki tane Alman genç, ellerinde bira şiseleriyle bir diskoda ayarlayamadıkları bir kaç kadın üzerine konuşmaları bir beş dakikalıǧına beni kendi dünyamdan uzaklaştırmanın ferahlıǧını yaşatıyorlar adeta bana, yani bir anlıkta olsa ben ben deǧilim artık. Ve yine her zaman ki gibi gelen tramvay. Sakin 15 dakikalık bir yolculuk ve Hessen Atatürkçü Düşünce Derneǧi’nden tanıdıǧım bir genç evli çift, bunlarla havadan sudan konuşmalarımız ve karşılıklı telefon alıp vermemiz, görüşmek dileǧiyle tokalaşarak ayrılmamız. Vedalaşmadan sonra gece yarısını çoktan geçmişti zaman ve ben imperium hüseyinicum’uma gelmiştim. Yanlızdım, cep telefonlarımı kontrol ederek bir çok telefonuda sim kartımdan silmiştim bir çırpıda. Hatta O’nun ev telefonunuda silerek yüreǧime bir kama daha saplamıştım böylelikle. Masaya oturarak, hemen bilgisayarımı açtım, ona Türk – Sanat Müziǧi’nden Çetin & Nesrin Körükçü’den Hüzzam – Hicaskar makamınında bir CD koyarak koyarak benim için başlayan güne merhaba demeǧe çalışıyordum. O anda kitap dolaplarından gelişigüzel bir kitap elime alarak okumaǧa başlamak istemiştim. Kitabın konusu aşkı içeriyordu. İsmi ise Yosma (Aşka Davet) idi. Yazarı Ethem İzzet Benice, kitabın konusu ise aşkı üç farklı boyuttan ele alan konulardı. Bunu burada izah etmek istemiyorum, yoksa kitabı, benim okuyucularımda okuma zahmetine katlanmazlar diye... Ama okumaya deǧer bir kitap olduǧu için ben sizlere tavsiyede bulunuyorum, okumanız için. O kitabın satırları arasında 1930 yıllara giderek başka bir dünya da olabilirsiniz, eǧer bu kitabı okuma zahmetine katlanırsanız. Bu kitap beni uykusuz bıraktıǧı gibi, kendine çekiyor ve baǧlıyor. Anlatımı ve akıcılıǧı ile giderek daha çok derinlere inerek, düşüncelerim, onunla otuzlu yıllara, yabancı yörelere, bilmediǧim, tanımadıǧım, görmediǧim İstanbul’un sokaklarına sürüklediǧi gibi bilinmeyen alınyazılarına da tanıklık ettiriyordu beni. Birden irkiliyordum, iǧrenç sahnelerde. Ne oluyordu bana? Kim çaǧırıyordu beni? Kim dokunuyordu ve basıyordu bam telime?
Romanı masamın üzerine bırakarak etrafıma bakıyorum, hiç bir şey görmüyorum! Etrafımda kimse yok, noel tatiline giren bu kent gecenin bu saatinde, deyim yerindeyse sessizlikle dansediyordu adeta. Tavanda çok cılız bir ışık veren lambayı ise hemen hemen iki aydan beri hiç acmamıştım. Kaşımı kaldırıp ona baktıǧımda bir sallantı ve acaiplikte göremiyordum onda. Yeni aldıǧım gerçekten lüks bir lambayla onun da “pabucunu dama fırlatmıştım” bir aydan beri. Pencerenin önünde duran halojen ampullü bu lamba, altın renkli bir ışık saçarak, benim evcik dediǧim bu odayı aydınlatıyordu, duvardaki İnönü & Atatürk’ün birlikte birbirlerine sempatiyle baktıkları bir anda çekilmiş tek resim parıldıyor, havana puromun dumanı kivrılarak odamda tavana doǧru yükseliyordu.
Ben okumaǧa devam etmek istediǧim halde, bunu başaramıyordum. Kelimeler birdenbire sefalete düşerek anlamsızlaşıyordu, olmuyordu. Sayfalardaki harfler aǧırlaşarak kararıyordu. Düşünceler sabote edilerek oldukları yerde durup kalıyorlardı, düşünceler kitap akıcı olduǧu halde sayfalardan sayfalara akıp gitmiyorlardı. Sanki onlarla benim arama bir nifak girmiş, odamda hayaletler dolaşıyor gibiydi. Bu esnada kulak kabartarak birisi gelecekmiş gibi geceyi dinliyordum. Kimse yoktu, çıt çıkmıyordu o dada, sadece aǧır sanat müziǧinin makamı içime saplanarak “nolaydı yar nolaydı, şu garip gönlüm için kanun icat oladı” sesi yumuşak ve tiz bir kadın sesiyle geceme bir nevi ilaç vazifesi görüyordu. Adeta saatlerim susmuş, dünya sus pus olarak ölü sessizliǧi hakimiyeti ele geçirmişti. Ve ben o an içimde beklenilmeyen misafiri keşfeder gibi oluyordum. Ben bunun farkına varmış, ama tembellik ederek sandalyeden kalkmamış, onu odadan çıkarmamıştım. Oysa içeri giren hazin bir sessizlikten başka bir şey deǧildi. Gelen, gecenin karanlıǧını bastırmaya çalışan, insanı rahatlatan, uçsuz bucaksız o uykulu tarlalardan yükselen kokular gibi kişinin içine çekmek istediǧi sessizlik deǧildi. Hayır, yanlız gecelerin o küstaf, öcüsü, nefesi buz gibi, elleri korkudan nemlenmiş, istenmeyen misafiri, kötü bir sessizlikti kapımdan ve balkon kapısının yarıklarından içeri sızan can yoldaşım. Davet etmeden gizlice odaya giren, her nefes alışımda onu içmem, nefesimi daraltıyor, yerde sürünerek soǧuk bir rüzgar gibi vücuduma sarılıyor ve hazin darbesini aǧır bir yumrukla yüreǧime indiriyordu. Ve odayı kaplayarak, koltuǧa oturuyor, yataǧa uzanıyor, kitaplara bakıyor, pencereden boş caddeye bakarak ilerideki sarı renkli telefon kabinesinin cılız ışıklarına bakarak, nefes alıp veriyor, oturuyor ve göǧsümün üzerine çıkarak beni boǧmak istiyordu. Onun bu göǧsüme yaptıǧı baskıyı bir kanundan gelen acı sesler gibi üzerimde hissediyor, her nefes alışımda onu içerek, nefesim daralıyor ve boǧulma tehlikesi geçiriyordum bu sessizlik sayesinde...
Karşı çıkmak istiyorum, olmuyor, eǧer karanlıǧın bu sessizliǧi ile mücadele edebilseydim, onu ellerimle kavrayıp kırabilirdim. Olmuyor! Ne yapsam, o jelatin yumuşaklıǧıyla her seferinde kendini elimden kurtarıyordu. Şimdi, sadece kitabın sayfalarını karıştırdıǧım için, yaprakların hafif hışırtısı hissediliyordu. Bu hısırtı bir bakıma savrulan sonbahar yaprakları gibiydiler. Sonra yine o sessizlik, taze ayak izlerini örten lapa lapa yaǧan kar gibi sessizlik, seslerin üzerine düşüyor, onları boǧup susturuyor, ve böylelikle insandan daha güçlü olduǧunu hissettirmeǧe uǧrasıyordu gece yarısının sessizliǧi. Ne yapmalıydım? Uyumalı mıydım? Uyumayı, bu gün uyumayı başaramayacaǧımı biliyordum. Sessizilik uykudan da güçlü bir dürtü olduǧu için, çevresine yaydıǧı buz gibi soǧuk yorgunluǧuyla da kovalıyordu geceyi... Hayaleti, hortlakları andıran bu sessizlik çok korkutucu, dayanılmaz bir gürültüden daha çok ızdırap veriyordu. Kafam karmakarışıktı, kulak kabartarak bir şeyler duymak istiyorum, bir gürültünün özlemini çekerek boǧuluyorum, nefes alamıyorum bu sessizlikte, havasızlıktan boǧazım tıkanıyor neredeyse. Şimdi bir ses duyabilseydim, bir insan sesi! Saat 04:00’ü çoktan geçmişti, neredeyse sabah olacak diye bende kendi içimde debeleniyordum, acılarla kivranarak, son zamanlarda matkap gibi mideme saplanan aǧrılar da yeniden beni ziyarete gelmişlerdi davetsiz misafir olarak. Haftada bir defa balıǧın dışında düzenli yemek hemen hemen hiç yiyemiyordum. İki tane tabak haftalardan beri küçük lavaboda sevimsizce içeri girirken gözüme iliştikleri için onları derhal çöpe atmak istiyordum. Tek bir kelime, hatta bir nefes alma, sıkışan ciǧerlerimi, son bir yılda çektiǧim acılar gözümün önünde sinema filiminin şeridi gibi dönüp gidiyordu ve bir bilanço yapıyordum acılı 2008 yılı için. İçimi böyle darmadaǧın edene lanet okuyarak haketmediǧim bir yerde bırakıldıǧı için kinim her gün biraz daha artarak beni yıpratıyordu. Ciǧerlerimi sıkıştıran dünya ile beni birbirinden ayıran, yaşayanlardan uzaklaştıran bu ev denen cezaevi hücresinden uzaklaşmak istiyordum. Öbür evimden çıkmamın üzüntüsünü, Frankfurt’a gelmekle ne büyük hata yaptıǧımı, beni yaralayan bir insan için manevi kızımı kaybedişimi göǧüslerimi yumruklayarak ve aǧlayarak kendi başıma kalkıyordum. Nasıl olupta bir ihanetin tuzaǧına düştüǧüme akıl erdiremiyordum. Bir tane fındıǧı bile yemeyerek yüreǧimide katarak sunduǧum bir sevginin ihanetini, kendini “ben Avrupa’da büyüdüm, erkek deǧil mi biri gider biri gelir” diye böbürlenerek anlatan bir ukalaya tertemiz sevgimi verişimi hatırladıkça kemiklerim çatırdiyordu vucudumda... Sessizliǧin tehdidide gittikçe artıyor, ciǧerlerimin parçalandıǧını hissediyordum. Hemen en yakındaki köprüye giderek kendimi Main Nehiri’nin sularına bırakarak ölmek istiyordum. Korkaklıǧım buna her seferinde engel oluyordu... Onunla daha fazla savaşacak güçüm her gün biraz daha azalıyordu. Sessizlik çok güçlü, odanın dört duvarı onun egemenliǧine girerek, gittikçe beni daha çok boǧuyordu. Bir kahve yapıp içmek istemiştim bu arada, ama kahve kutusu tamtakırdı, buz dolabı haftalardan beri çürüyen bir domatese ve bir kutu margarin yaǧına ev sahipliǧi yapmanın keyfini yaşarken, üç aydan beri alkohol de içmediǧim için kendime kızıyordum. Bereket versinki küçük bir rakı bir yerlerde gizlenerek beni dört gözle beklemişti. Hemen onu alarak açtım ve çit sesiyle sessizliǧide bir sanıyeliǧine kırmıştım o an. Gittikçe beni daha çok boǧan bu durumdan bir çıkış yolu da arıyordum doǧrusu. Kaçmaktan başka çare yok. Dışarı çıkmalıyım, insanların arasına karısmalıyim, sokaklarda yürüyüp yorulmalıyım ya da sessizliǧi ve korkuyu yenmek için derin bir uykuya dalmalıyım. Ben bunları düşünürken ellerim felçli gibi hareketsizdi. Zaten iki parmakla yazdıǧım için saǧ elim ana gücünü de kaybediyordu. El bileklerimin eklemleri aǧırımaǧa çoktan başlamıştı bile. Bunun için bilgisayarı açma cesaretimde yoktu, dışarı, sadece dışarı... burada kendimle mücadele etmeme gerek yok, çünkü sessizlik odanın orta yerine betona saplanıp kalan bir demir parçası gibi başıma musallat olmuştu. Bir ses duymalıyım diye balkonun cam kapısına dayanıyorum, bir tane daha puro yakıyorum, yine aǧlıyorum, soǧuǧu soluyarak hayattan nefret ederek uzaklara sessiz caddelere doǧru bakıyordum. Bu arada geçen ilk tramvayla ruhumu saran o derin sessizlik biraz hafifler gibi oluyordu. Noel sessizliǧiyle inleyen koca şehir beni bir insan sesi duymaǧa zorluyordu, bir insan sesi, milyonlarca uyuyan insanın içinde tek başına yılın son pazarı, ölmüş, bomboş kalmış bir dünyada unutulmuş biri olmadıǧımı hissetmeliyim ki var olmanın deǧerini bileyim. Kitaplardan kelimeler aramalıyım, yaşayan birinin sesini duymalıyım, ama ihanetin olmadıǧı bir dünya olmalı orası. Kelimelerin bilgeliǧi, okuduǧum çok deǧerli felsefe kitapları bile bana bu gece aǧızdan çıkan tek bir kelimenin verdiǧi yaşam duygusunu vermiyordu.
Ben yinede hemen giyinerek aşaǧı iniyorum, sokakta etrefıma bakınarak nehire doǧru adeta koşaradım yürüyordum. Çevremi saran boşlukta ve ayazın kuru soǧuǧunda kendimi şimdi biraz daha özgür hissediyor, odanın üzerime çullanan duvarları artık beni tehdit etmiyordu. Ama sonsuz, Pazar gününün sonsuz sessizliǧi burada da hüküm sürüyordu. Yinede saǧımda solumda biraz hareketlilik vardı, Deutschherrn Caddesine geldiǧimde 21 numaralı tramvay da bir kaç yolcusuyla deǧişik bir istikamete doǧru yol alıyordu. Kendi vücudumun hareketi, kısa kollu gömleǧim ve yazlık ceketimde bana eşlik ederek, sise bürünmüş mehtabın peşinden merakla giden bulutlarda gökyüzünde bana eşlik ediyorlardı ayrıca. Bu kisa anlar; sessizliǧin üzerimdeki fanusu, üniversite hastanesinin yanına doǧru yaklaştıǧımda daha da büyümüş gibi kulaklarıma uǧultular gelmesine hala izin vermiyordu. Dünya ölmüş, sessizlik onu öldürmüştü. Şimdi bir ses, görünmeyen o fanusu parçalayacak, havayı, yaşamın nefesini verecek bir tek ses! Diye mırnıyordum içimden. Sonra nehirin tam kenarındaki bakımlı tertemiz, modern parke taşlarıyla döşenmiş yola inerek nehir boyu yürümeǧe başladım. Arada sırada giden arabe ve tramvay seslerinin dışında görünürlerde hiç bir şey yoktu görünürlerde. Ben yine yürümeǧe devam ediyorum ve Baseler Caddesi’ne kavuşmadan saǧa dönerek nehir boyunu takip eden Untermain Kai Yolunu takip ediyorum, o an hemen aklıma yazın ondan gelen bir sms geliyor. O bana sms’inde şöyle yazmıştı: Hani nerde o büyük aşkın ve sevgin, hiç arayıp sormuyorsun? Bu mu? Senin o büyük sevgin, yoo yo sen yeni bir aşka düşmüşsün” diyerek bana çıkıştıǧı yazıyı ben yine burada merdivenleri inerken almıştım. Ve bir hafta sonrada koşarak aptal beynimle onun üç beş cümlesine kanmış dünyayı unutmuştum. Oysa ben o günlerde onu kafamda silecek bir kaç arkadaş çevresi de edinmiştim. Şimdi onlardan birisi dost olup acı günlerimde yardımcı da olabilirdi bana ihanet etmeden. Ben yine hayallere dalarak böyle Römer Meydanı’na doǧru yol alırken ortalıkta hiç kimsecikler yoktu. Arada sırada geçen tramvaylar sessizligi bir kaç saniyeliǧine bölerek yok edip geri getiriyorlardı kucaǧıma. Sonra başka sokaklarda yürüyorum, birisini görmek için, rastlamak için sabahın bu saatinde durmadan yürüyorum, buz gibi nehirin ayaz soǧuǧu burnuma ve kulaklarıma çarparak ve uǧuldayarak geçiyor bana aldırmadan, bende ona inat, üşümeyeceǧim diyorum ve gözlerimle bir kafeterya, fırın ya da açık bir yer arıyorum. Nafile, daha saat yedi bile olmamış. Sonra başka sokaklarda yürüyorum, bir insan bir kafeterya bulana kadar yürüyorum ve şehirin göbeǧine geldiǧimde ilkkez burnumun akacaǧını ve üşüdüǧümü hissediyorum. Hafif olduǧu kadar ince olan yazlıǧımı giyiniyorum. Bu arada bir polis arabası yanıma doǧru yaklaşarak bir şey mi aradıǧımı soruyorla ben de hayır diyorum, sadece biraz yürümek istiyorum, diyerek yoluma devam ediyorum, onlarda beni deli sanarak öyle bırakıp gidiyorlar. Ve ilk insan karşıma çıkıyor, ünlü Alman Yazar Goethe’nin Evi’nin yakınlarında açılmış zannetiǧim bir fırının önüne geliyorum, ama yanıldıǧımı bir kez daha hissediyorum. Yıllardan sonra ilkkez üşüyorum, arkasından hızlı adımlarla biraz daha yürüyerek Hauptwache’ye geliyorum. Gelen bir metroya atlayarak doǧrudan Frankfurt’un ana garına gidiyorum. Bu arada içimin biraz ısındıǧının farkında oluyorum. Yürüyen merdivenlere binmeden bütün merdivenleri yürüyerek yürüyerek yukarı çıkıyorum. Bir kahve alarak yudumlamaǧa başladıǧımda, tek tük insanların da çeşitli yönlere doǧru gidip geldiǧini görerek sevinir gibi oluyorum. Arkasından da bir “Milliyet Gazetesi” alarak kahvemi yudumlayarak tekrardan merdivenlerden aşaǧı iniyorum. Ani bir kararla geri dönüp garın içindeki kahvehanelerden birinin kuytu bir köşesine giderek bir kahveye giriyorum, gazetemi okumak için. Belki de burada bir arkadaşa, bir tanışa, herhangi birine rastlarım diye... Aǧızlardan çıkıp bir kelimeyle beni tehdit eden o sessizliǧi içimden parçalayarak atabilmek umuduyla. Yavaş yavaş, içimde bir açıklık hissediyorum. O kötü yürekli geceyarısı sessizliǧi vücuduma girip beni yemeǧe başlamış, damarlarımdaki kanda kan yerine zehir aktıǧını hissetiǧim korkuda kaybolmaǧa yüz tutmuş oluyordu böylelikle... Burada bir sıcaklık vardı, ışık ve hareketle bütünleşen. Zavallı siyah bayan o aǧır kilolarıyla her müşteriye yoksulluǧun sempatisiyle gülümseyerek istekleri yavaş, ama bir o kadar da düzenli bir şekilde temin ediyordu. Boş anlarında ise çok temiz bir bezle ortalıǧı siliyordu. Fırından dökülen tuzlu simitler birer birer vitrini dolduruyordu. Birazdan bir orta yaşlı bey daha gelerek hemen içeri girmesiyle iş formasını giyip dışarı çıkması bir olmuştu. Dakika bile sürmeyen bir hızla hemen üzerine bir iş önlüǧü geçirerek hafif bir eldiven giyerek simitleri sıralar halinde dizmeǧe başladı. Bu adam, şişman kadına nazaran tembel bir yapıya sahipti yinede benim gözümde. Daha sonra köşedeki masalara bir kaç kişi daha gelerek aldıkları kahvelerini yudumlayarak bir şeyler yiyorlardı. Bunlardan yanlız olanları dalgın ve hüzünlüydüler, herkes telaşsız bir yüz ifadesiyle yılın yorgunluklarını yüzlerine yansıtarak hantallaşmış bir görünüm veriyorlardı bakanlara. Çoǧu unutulmuşluǧun verdiǧi derin deǧişimlere zorlanmışlar ve hayatın yükü altında ezilmişlerdi. Niçin bu saate buradaydılar? Neden bir şeyler okumuyorlardı? Niye birbirleriyle konuşmuyorlardı? Belki onlarıda takip eden bir şey mi vardı, ya da dört duvar arasındaki onlarında mı peşine takılarak, evlerinden sürgüne zorlamıştı sessizlik denen durum. Yanlarına sokulup sohbet mi etmeliyim onlarla ... acaba böyle bir şey yapsam gülünç mü olur, sevinirler mi? Hemen içleri ısınır mı? Canlanırlar mı? Kendilerini hiç tanımadıkları bir yabancıya güvenerek anlatırlar mı? Belki de dostlarına anlatacaklarından daha fazlasını mi anlarırlar bana. Ama birbirini tanımayan insanlar arasındaki o uçurumu önce kim aşacaktı? Oysa ben bir ses duymak için dört saattır yollardaydım, benimle konuşacak birini arıyorum... Böyle düşünceler girdabının cenderesinde boǧulurken tekrar sokaǧa çıkıyorum, içim korku dolu yine, sokaklar bomboş, karanlık çökmüş gibi, adımlarım ölü, garın güneyine doǧru yürüyorum, bütün pencereler buz gibi soǧuktan dolayı kapalı. Ama yinede caddelerde ki küçük su göletleri buz tutarak donmamış, yollar nemin çözülüşüyle beraber kaygan bir hal almışlar, düşmemek için dikkat ediyorum ve Baseler Caddesi’ne doǧru yürüyorum. Bu arada bazı pencerelerden sabah ışıklarının yandıǧını görüyorum garın karşısındaki binalardan büro olarak kullanılmayan sitelerden. Biraz ileride Doǧu Avrupa Ülkeleri’nin yolcuları aǧır valizlerini sürükleyerek buradaki otobüs duraklarına geliyorlar. Bunlardan bazılarının birbirleriyle anadillerinde konuşurken yüzlerinin gülümsediǧini gözlemliyorum. Soǧuktan büzülen bir çocuǧa acıyorum, yanlız ve mahsunca bir valizin üzerinde soǧuktan kızarmış yanakları o kadar güzelleşmişki adeta pembe bir gül olmuş sanki. Biraz daha ileride taksiciler gecelemenin sarhoşluǧunu gözlerini ovalayışlarıyla uyanışlarını seyrederek oradan uzaklaşıyorum. Tuaf bir duygu içimi sarıyor, bir kaç kuruş daha vererek bir cappuccino ya da başka bir şey satın alabilirdim diyorum kendi kendime, içimi ısıtmak için. Yirmi bir numaralı tramvay geliyor ve binerek tekrar eve doǧru gidiyorum.
Fakat bu yanlız geceye solgun bir güne baǧlayan, yabancı sokaklarda nerelere gittiysem, içimdeki bütün donukluǧu yok edecek, ruhumun o tuhaf huzursuzluktan kurtaracak tertemiz, dupduru, insan olmanın özelliklerini en iyi şekilde kişiliǧiyle bütünleştirmiş bir sesi nerde bulurum? Diye bir soru yöneltiyorum kendime. Uǧruna sislerin içinde yürüyüp duran ben, seni nasıl bulacaǧım ben? Ey güzel insan sesi! Hissediyorum, beni sen hiç bulamayacaksın, bulamayacaǧım seni! Çünkü birinin ötekine asosyal dediǧi birisiyle dahil olmak üzere iki insanla hayatımı birleştirmek istediǧimde, sosyalı ile asosyali arasında biraz yemek pişirmenin dışında hiç bir fark gözetemedim ben. Bu iki insanda gerçekten iyi birer okuyucudular, ama insan olarak aralarında bir milimlik bir fark aramaǧa çalıştım, daha doǧrusu fark görmek için ölümüne herşeye evet dedim, ama nafileymiş, “al birini vur ötekine” üstelik bunlar erkek uzmanlarıydılar... Yürüyorum sokaklarda yorulayım, vücudum kurşun gibi aǧırlaşsın da uyuyabileyim diye. Bitkinlerin deliksiz uykusunu istiyorum, düşsüz bir uyku istiyorum uyanmamak üzere bir kirli insanlarlardan biriyle bir daha birlikte olmayayım diye...
Yeni bir şey geliyor aklıma. Eve gidip uzanmak, rahatlamak bütün bu kötülüklerden uzaklaşmak istiyorum, içimdeki korku parçalanıyor, çevremi saran sessizliǧin buzu kırılıyor sanıyorum, fakat yine olmuyor, sessizlik notaların sese dönüşmesini kendi dinamizimi ile engelliyor. Ümitlerimin yüzde doksanını yitirdiǧim bu gecede beni susturmak isteyen senmisin? Kelimeleri olmayan sen mi üzerimdeki o dalga dalga pelerinle beni sarıp sarmalamak, bana dost olmak istiyorsun? Sana yalvarmak istiyorum dünyanın, dünyanın şarkı söyleyen ruhu. Ruhumun derinliklerinden gelen bir şarkı arıyorum çokça özlemini çektiǧim özgürlüǧe kavuşturan insan sesleri... Evet, sen en kötü ve en harika nesne olan insan, gittikçe daha iyi seçebiliyorum seni yediǧim bu kazıktan sonra seni, birden çehreni görüyorum, anımsıyorum, gözümün önüne geliyorsun o gün. Dudaklarının arasından kelimeler çıkarken, sanki bir şey fırlatıp atıyormuş gibi şöyle bir hava da sallıyorum seni gaddar ve vicdansız yüreǧinle. Gittikçe daha başka şeyler de görüyorum, binlerce yıldan beri akıp gelen tecrübelerde, yaşamın kargaşası köpüre köpüre üzerime gelirken bir şeyler okumaǧa uǧraşıyorum dimaǧımla... Kelimeler aǧzından çıktıkça yüzü daha aydınlanıyor, hissediyorum gittikçe yaklaştıǧını da, yüzünün tüm hatlarını seçebiliyorum, dudaklarının hafiften titreyerek aǧladıǧını da. Birden zaman duruyor, kelimeler kopuyor, hayatı gibi hiç beklemediǧim bir anda, ne kötü, ürperiyorum. Ölülerle sohbet, yapayanlız sohbet etmek, onu yanında hissetmek, sesini duymak, ne kadar da mistik bir duygu! Zamanın bu en inanılmaz gizemi o, ölülerin, ölümlerin sessizliǧi, su seslerini alıyor, her zaman için bize yakınlaştırıyor, sürekli bizlerle beraber yaşamak için. Yaşamla ölüm arasındaki o aşılması mümkün olmayan duvarı yararak putları parçalar gibi! Şu an sana yine saygı duyabildiǧim için ne kadar mutluyum ey sessizlik, içimi sızlatıyorsun, ama sana güven duyabiliyorum şimdi.
Bambaşka biri olarak odama dönüyorum. Çevremde artık bir sessizlik hissetmiyorum, ruhum müzik dolu, sokaklarda insanlar, kafamın içinde resimler, bir sürü güzel düşünceler, hemde hepsi senin sesinden oluşan. Teşekür ediyorum sana, teşekür sana! Bütün yaşamımda bana çoǧu kez coşkulu bir heycan verdin, ama beni ölüme terk ettiǧin için bu kezde sonsuz uykuyu armaǧan mı etmek istiyorsun. Ben hazırım gelip alabilirsin, anahtarımı sürekli kapının üzerinde bıraktıǧım için kapıyı çalmana da gerek yok. Senin şarabınla içimde hafif bir yorgunluk başlıyor. Kendimi hem aǧır, hemde hafif hissediyorum. Ve kanımda yavaş yavaş titreşen çınlamalar başlıyor; nerden ve ne zaman geleceǧini ise bilmek istemiyorum, yanlız uykulu bir anda ve acılı bir kanun sesiyle beni uyandırmadan al, tek arzum bu artık hayattan senden. Çünkü yaşamak mutluluk demek deǧilmiş.
30.12.2008, Frankfurt am Main, Evde ve iki günde yazılmıştır.
Hasan Hüseyin Arslan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.