- 597 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TARİH VE KÜLTÜR
TARİH VE KÜLTÜR
Tarih, genelde insanlığın, özelde de milletlerin geçmişini inceleyen bir bilimdir. Ders alınması, aynı hatalara tekrar tekrar düşülmemesi kaydıyla okunması, öğrenilmesi bir anlam ifade eder. Geçmişle gelecek arsında köprü vazifesi gören tarih ilmi ancak bu şekilde asıl misyonunu icra eder, yarınlara daha güvenle bakabilir ve daha sağlam adımlarla ilerleyebiliriz. Bu noktada tarihe, “bir milletin hafızasıdır” da diyebiliriz.
Kültür ise bir toplumun tarihi seyri ve tekâmülü içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi değerler bütünüdür. Kolay oluşmaz. Kültür, bir toplumun öz kimliğini oluşturur, milleti millet yapan değerlerdendir ve onu diğer toplumlardan farklı kılar. Kültür, toplumun yaşayış, hissediş ve düşünüş tarzıdır. Tarih ve kültürü birbirinden ayıramayacağımız gibi, her ikisinin de var oluşunda inanç değerlerinin önemli ve belirleyici bir faktör olduğunu da vurgulamamız gerekir.
Bunu yabancılar da çok iyi biliyorlar ki, bizi biz yapan değerleri yok edecek, bizi alt edebilecek, aile kavramını çökertecek, tarihimizden ve ait olduğumuz medeniyetten uzaklaştıracak, aramızdaki saygıyı, sevgiyi ve güveni bitirecek, dili ve karşılıklı anlaşmayı yozlaştıracak planları 40- 50 sene öncesinden yapıyorlar ve aşama aşama tatbik ediyorlar. Amaçları belli, silahla yapamadıklarını bu yolla hem de kat kat fazla tahribatla yapmak.
Millet olarak biz, tarih âlimlerince insan denizi de denen Çin sınırında dünya sahnesine çıktık. Gün geldi güçlendik, Çin’e saldırdık. Gün geldi zayıfladık, geri çekildik. Uzaydan çekilen dünya fotoğraflarında yeryüzündeki tek insan eseri olarak görülebilen Çin Seddinin Çinliler tarafından inşası da bu Türk baskıları sonucundadır.
Söz buraya gelmişken bir anekdotu yazmadan geçmek istemiyorum: Başbakanımız Recep Tayyip ERDOĞAN iki sene evvel Çin’e resmi bir ziyaret için gittiğinde, resmi görüşmeler dışında, gezi proğramında Çin Seddine de giderler. Belirli bir yere kadar araçlarla gittikten sonra dik bir rampada uzun yürüyüş etabına gelirler ve herkesin çok yorulduğu bir esnada Çin Devlet Başkanı, Başbakanımıza dönerek: “Sn. Erdoğan, çok yoruldunuz galiba?” diye sorduğunda başbakan Erdoğan’ın cevabı: “Bu soruyu bir Türk’e soramazsınız, bu seddi siz durduk yere boşuna yapmadınız” bu tarihe geçecek cevap bir devlet adımında olması gereken tarih ve milli kültür şuuruyla ancak mümkündür.
Tarihin o devrinde o coğrafyada temel geçim kaynağı hayvancılık olduğu için, hayvanların beslenmesi maksadıyla yağmur damlasını takip ederek, engin Ota Asya bozkırlarında otlak arayışıyla göçebe bir hayat tarzı ve buna bağlı olarak da göçebe kültür değerleri gelişti. Birlik beraberlik duygusunun tezahürü olarak devlet ve vatan kutsallık kazandı. Devlet Baba ve Ana Vatan kavramları bu hayat tarzı ve kültür içerisinde oluştu. Sonuçta da atalarımız çok geniş alanlara yayılarak, farklı farklı devletler kurdukları için Türk tarihini araştırmak, incelemek ve doğru bir şekilde öğrenmek oldukça zorlaştı.
Tarihçi evvela dinini iyi bilmeli. Geleneklerini, yaşadığı toplumun değer yargılarını ve sosyal yapısını iyi bilmelidir. İnancın tarihte, sanatta, kültür ve medeniyette etkisinin önemini anlamak için Selimiye’ ye, Süleymaniye’ ye bakmamız yeterlidir. Tarihçi yazar Mehmed Niyazi ÖZDEMİR Hocamız bu hususta şöyle der: “Mimar Sinan 62 yaşındayken mimarbaşı oldu. Müslüman olmasaydı hiçbir camiyi yapamazdı. Michelangelo, 15 sene boyunca yonttuğu taşa, kendi iç dünyasındaki tatmin duygusu sonucunda “Musa” dedi. Dostoyevski, inancı olmasaydı Suç ve Ceza’ yı yazabilir miydi? ” İslamiyetin ve Hristiyanlığın etkisiyle vücuda getirilen eserlerle ilgili örnekler daha da çoğaltılabilir.
Bizim tarih, kültür ve inancımızın iki temel dinamiği vardır. Birincisi Orta Asya bozkırlarından getirilen kültür ve medeniyetimiz ki buna fizik boyutu diyebiliriz. Bir de metafizik boyutu olan Mekke-Medine kökenli ruh ve inanç temeli vardır. Batının bizden çekinmesi, korkması, hatta bizi yani Şark İslam dünyasını tanımak maksadıyla Oryantalizm bilim dalını oluşturmaları bizim bu metafizik köklerimizden dolayıdır.
Bir atasözü şöyle der: “Aslanlar kendi tarihçilerini yetiştirinceye kadar avcılık hikâyeleri hep avcıdan yana olacaktır.” Kendi tarihimizi hep başkalarından öğrenmeye mahkûm edilişimiz açısından çok ciddi ve haklı bir sözdür bu. Orta Asya’da İslam öncesi dönemle ilgili tarihimizi Çin yıllıklarından, Osmanlı devriyle ilgili tarihimizi de bize önyargıyla bakan batılı tarihçilerin kitaplarından öğrendik yıllarca. Türk tarihinin ve edebiyatının ilk yazılı eserleri olan Orhun kitabelerini çözen ve okumayı başarabilen Danimarkalı bir filologdur. Yıllarca lise ders kitaplarında tarihimizin, yabancıların bakış açısıyla okutulması sonucunda kendi tarihine, kültürüne, medeniyetine ve tüm değerlerine yabancı bir neslin yetişmesi de kaçınılmaz oldu.
Tarihi yazan, tarihi yapana sadık kalmak zorundadır. Biz millet olarak hep tarih yaptık, içimizden tarih yapan çok kahramanlar çıkardık. Ama tarihi yazmaya vakit mi bulamadık, yoksa tarih yazacak tarihçiler mi yetiştiremedik, durup düşünülmesi gereken bir noktadır.
Kendi kültürümüz yaşanacak, yaşatılacak ve vicdan ve iman sahibi tarihçiler tarafından yazılacak. Tarihimizi ve kültürümüzü gelecek nesillere doğru aktaracak tarihçileri yetiştirmekten başka çaremiz yok, inancındayım.
Gazi Hüseyin KILBAŞ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.