- 1590 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sihirli Kutular, Sihirli Değnekler!...
“Çağrı: pencereden dışarıyı seyrederken, düşüncelere daldı”.
Bu gece gökyüzü ne kadar da siyah; az önce sağanak vardı, sonra bulutları kovdu, ay göründü, her yan pırıl pırıl oldu. Ay gülümsüyor!… ama baktığımda, yamuk yumuk bana bakıyor!… Sanki hiç yamuk ay seyretmemişimde bu gece onu öyle görüyorum gibi… Hint bilginlerinin söylediği geldi aklına “…Gökte bir ay var, akisleri sonsuz…. Her testinin suyunda başka bir ay, o testilerden birinde sensin…”. Bu dizeler; kendi aksini görmek ve makyajını silmek için aynanın karşısına götürdü… onu… Baktı!… Aynadaki yansıyan yüzüne… Yüzünü seyre daldı!… Gülümsüyordu. Mona Lisa gibi!… Söylenildiği gibi… “…Da Vinci’nin kadın kılığında kendi resmi…” miydi? Gerçekten… Erkekle, dişi arasındaki dengeyi vurgulayan o müthiş gülüş… insan ruhunun erkek ve dişi unsurlar bir olmadan aydınlanmayacağını düşündüren…. Aynadaki yüzüm parıldıyor. Aynanın doğasında parıldamak olduğu gibi bende içsel aynamdaki ışığı görmeliyim dedi.
Ancak bugün tutkularım aynayı karartıyor…! Ayı yamuk görüyorum… üzeri sanki tozla kapanıyor. Yanlış düşüncemi yok etmeli, tutkularımı geri plana çekmeliyim. O zaman kalbim de, doğası gereği aydınlanır… bilinmedik bir şey kalmaz. Bu tıpkı bir aynayı parlatmaya (SIRLAMAYA) benzer düşünceyle…. Tutkularının nedenini araştırdı.
Bugün 18 yaşına basmıştı. 14 şubat sevgililer günü için düzenlenen bir geceden arta kalanlardı bunlar… Bugün nasıl görülmek istemişti. Görenin ve görünenin birleştiği; yüzden yüze, bir yolculuk yapmak istemişti…. Görünen yüzlerden saklı kalan yüze, aşkla…, yürümüş.… sevilen yüzü bulamamıştı… “…Bakışa ulaşan kulak vermez habere ve bakılması gerekene ulaşan, aldırmaz bakışa!…” sözleri onu teselli etmedi. En keskin sözler en delici bakışlar onu yakalayamamıştı. Yakalayamadığı yüzdeki anlamadı!…
Oysa, insanın yüzü içinde yüzler yüzünün göründüğü sırlı bir ayna değil miydi?… bakışların gücüne kendini kaptırmış, o güce kendini bırakmış, kendi yüzü ile onun yüzünün üst üste çakışıp örtüştüğünü görememişti. Görmeyi başaramazsa insan, kör gelmiş kör gitmiş olacaktı bu dünyadan…
Eğer; dokunduğumuz ve adlandırdığımız her şey anlamla doluyor ise, eğer; bütün bu anlamlar geçici, farklı çelişkili anlamlar, hemen anında anlamlandırılışlarını kaybediyorlarsa o zaman bize kalan nedir?… Sorusu geldi aklına. Felsefe okuyordu… ya!… Bilmeliydi!… Yeniden başlamalıydı, anlamlandırmaya…
Gittiği toplantıda; karşı masadaki gence saatlerce bakmış! Karşılık alamamıştı, fark edilmemişti!…, kuşku duymuştu kendinden!… bugün fark edilmediğimden kuşku duyuyorum, kuşku duyu yorumdan yola koyulup düşünüyorum… aracılığı ile varlığıma ulaşmalıyım. Kuşku; yanılma, kaygı ve korkusunu dile getiriyor. İnsanın kendi dışındaki dünyaya ilişkin, güçsüzlük duygusunun, yalnızlıktan ileri geldiğini düşündürüyor insana!
“Makyajını silmek için masanın üzerindeki dedesinin vitraydan yaptığı kutunun kapağını açtı. Kapaktaki gül yaprakları beşli idi.” Babaannesi; gülün, kadının evrelerini simgelediğini, her yaprağın anlamı olduğunu anlatmıştı. Sırası ile doğum, adet, menopoz, ölüm… demişti! Birden içine mutluluk doldu… Babaannesi, kendi sıkıntılarının hikayesi ile başkasını teselli etmek isteyen bir kişinin, sözünün bir türlü bitmeyeceğini bilenlerdendi.
Ben henüz yaşamımın ikinci evresindeyim, daha çok zamanım var… “deyip” Babaannesi ile oynadıkları oyunun tekerlemelerini söylemeye başladı. “…Kutu kutu bense, elmayı yerse…”diye mırıldanırken, babaannesinin, 14 Şubat sevgililer günü için yazdığı Hollanda’daki bir yarışmaya katıldığı hikaye geldi aklına.
Gerçekten kutusuz-değnek, değneksiz-kutu olmaz! Ne güzel bir hikayeydi o!… diyerek hatırlamaya başladı.
Söz konusu hikaye şöyle başlıyordu:
Gri bulutların sessizce sokulup, sürünerek geçip gittiği, bulanık, hatta ölçüsüz bir uzaklıkta görkemli gökyüzü, gece ve gündüzlerle sürekli değişiyordu. Bugün, dünyanın merkezinde hissediyorum kendimi “…Zaman bilen için durur derler ya…”.
Son bahar mevsimi, doğanın en güzel hali idi. Bu mevsimde sararan yaprakların düşüşü; solan gönüllere denk düşüyordu. Ay çok az görünüyordu geceleri bu mevsimde, zaman akıp gidiyor, ne garip! Bu gece, akıp giden zamanın kutlaması vardı. Arzu’nun yaş günü kutlaması için hazırladığı kutuyu poşete koydu. Sarı saçlarının buklelerinden sıkılıp bu gece toplarım diyip, telaşla…, geç kalma korkusu ile yola koyuldu. Yaş günü Moda deniz kulübünde kutlanacaktı. Elindeki kutu onu küçüklüğüne götürdü.
Ayın değnek, kendisinin de kutu olduğunu keşfetmişti küçükken. Bir gün Ay’ın değneğini uzatıp kutusunu açmaya çalışacağını düşündü. Ay erkekti!… yaşlanınca ay dede olmuştu. Ay ışığında bahçede oynadıkları oyunda kızlar, el ele tutuşup:
“Kutu kutu bense,
elmayı yerse,
en güzeli kimse,
arkasını dönse…”,
diyip şarkı söylerken, yolculuk olarak algılanan yaşamın dairesel halkalarını oluşturuyorlardı. Erkeler, beğendiği kızları değnekleri ile dürtüp, bir bir seçiyorlardı! Ben… en son seçilen olmayı isterdim her nedense payıma düşene razı olmayı daha küçükken öğrenmiştim. Erkekler en güzeli göremiyorlardı. Gece ay ışığında oynanan bu oyunda, yüzler gözükmüyordu. Güzellik, göreceli bir kavram değil miydi zaten…? Bu gece ay gözükmüyordu. Ayın gökyüzünde gözükmesi ile gece olunca kutularlar değneklerin savaşı başlıyordu onun için…
Yürüdü toplantı salonuna doğru. Herkesin her şeyi hep bir ağızdan konuştuğu, çatal, tabak, bardakların aynı aralıklarla aynı şangırtı-şungurtu tınlamaları verdiği, orta genişlikteki salona girerken, cesur-soğukkanlı, atak-ürkek kadın ve erkeklerin bir aralığına şöyle bir baktı.…
İçine büzülmüşlüğünden, çözülmeye başlayan tüylerinin ağır ağır dikenlendiğini, diken uçlarındaki duyarlılığını hissetti. Böyle yerlerde tedirgin oluyorum…! Neden? Bu ürpertiyi her zaman hissediyorum… “diye düşündü”.
Karşı masadaki kadının; elindeki kadehi ile dudaklarını hafifçe aralamış, ağız içi karanlığında birkaç milim dışarı seçilebilen küçük kırmızı dil ucunu sağa sola oynatmasına karşılık, adamın da; kadının kendi kendine doyuma ulaşmasını seyirci durumda izleyecek biri olduğunu keşfetti. Kadının hafifçe sulanmış o lezzet ustası ağzına bir değnek gri verecekmiş!… gibi “dedi içinde”. Ne tuhaf!… adamın ellerinin ikisi de görev başında, sol el çatal tutuyor, sağ ele gelince oda yemek listesini tutuyor. Ağız tadına düşkünlüğü, listedeki yiyecek-içeceklere göz gezdirmesinden, birazcıkta kadının dolgunlaşıp, ışıldayan dudaklarına doğru kısa, keskin ve cesur bir hamle yaparak bakmasından belli!… “diye düşünürken” arkadaşlarının masasına doğru ilerledi.
Kutularla dolu bir masa… herkes henüz gelmemiş. Tüm bayanlar bu gece birlikte olacağız, erkekler yok derken, yan masadan elinde küçük bir kutu ile yanımıza yaklaşan beyin sözcükleri ile irkildi. Adam hepimize bakarak “Yıllanmış şarap gibisiniz!… masadaki kutularınızı açan olmamış herhalde…” “diyip küçük kutusunu arzunun önüne koymuştu”. Arzu; önüne konulan soğuk, buğulu kadehine bakarak konuşuyordu: “Aşkı severim, yani bedenimde sever, ama artık kayıp eşyalar kısmında arıyorum onu…! O’nunla yaşadığım zamanı kötüye kullanılmış tarihler arasına kattım.” diyerek adamın getirdiği kutuyu açmaya başladı. Tüm gözler kutuya çevrilmişti. Kutular kadına geçmişi araladı.
Bir gün adamın biri yanına yaklaşarak “Yıllanmış, kokusu çok güzel bir sihirli kutu arıyorum!” demişti. Kutularla dolu idi anlattıkları… ne çok kutuları vardı adamın… Adam sanki kadının kutuları çok sevdiğini biliyor gibi sürekli kutlarla ilgili konuşuyordu. Sonra sıkılıp ona kadınları, erkekleri ve evlilikleri anlatmaya başladı. “Sen hiç konuşmuyorsun, keşke, kadınların erkeklere sorduğu soruları sende bana sorsan!” demişti. Adam, soruları kendi kendine soruyormuş gibi yapıp sormaya başlamıştı. “Nereye gidiyorsun? Ne zaman geleceksin? Beni seviyor musun?”. Halbuki bilmiyordu ki ben, içimden ona şu cevabı vermiştim: “Kimim ben…?! gibi cevap verilmesi imkansız bir soruda, toplanması mümkün olan kavramlarla uğraşmaktansa, teslim olmak ve yenilgiyi kabul etmek çok daha iyi diye susmuştum. Adam konuşuyordu: “Evlilikle ilgili değişmez trajedi şudur: Aşkı geçici ama kavgası ebedidir”. Tüm bu düşüncelerden sıyrılıp, hepimiz Arzu’nun açtığı kutudan çıkan altın küpenin üzerindeki İskender’in resmine bakmaya başlamıştık. Arzu ile göz göze gelmiştik. “Ne düşünüyorsun Nez?” demişti. Bende “Tarihe gömdüğün İskender’ini düşünüyorum” dedim.
Arzu: “Nasıl yani diyince?” ona anlatmaya başladım.
“İskender’in aydan uzattığı değneğin ucundaki kutlarda hepimizin dünyadan görünen fotoğrafları var… onlara bakıyorum, elimde senin fotoğrafın var, seninle göz göze geldik” dedim. Arzu: “Hadi benim aydan bakınca dünyadan görünen fotoğrafımı bana anlat” dedi. Bende anlatmaya başladım:
-“Çok güzel görünüyorsun, tıpkı çağrıştırdığın adın gibi”.
“Nasıl yani” dedi Arzu.
-“Kalıcı bir şey istiyorsun. Bir istekten daha fazla bir şey. Temelde; istediğimiz şeyin ne olduğunu adlandıramadığımızı ve istediğimizle ilişkimiz açısından kim olduğumuzu bilemediğimizi yansıtmaz mı Arzu?… Bak!… şu salona…tüm değnekler… seni işaret ediyor!… Biraz önce; kötüye kullandığım tarihler arasına kattım demiştin ya onun için…”dediğimde Arzu’nun kahkahası ile tüm salon çınlamıştı. Arzu’nun kahkahası şakadan, alaydan ve gülümsemekten ötede, su götürmez bir sevincin gülüşünü, gülmenin sevincini yaşatmıştı hepimize, salondaki tüm değnekler ve kutular bize bakıyordu.
Gözelerimiz, zaman ilerlediği halde gelmesini beklediğimiz Benson’un gelişine takılmıştı. İsmi gibi en son gelen benim mesajını veriyordu. Bizde… Benson’a “Aydan dünyadaki görünen fotoğraflara bakıyoruz, seni görememiştik!”dedik ve hep beraber gülüştük. O’da bize; “Hiçbir sözle ifade edilmeyen, bu cinsten cümleler sonsuzda kavranabilirler, çünkü; sonsuzluk…hiçbir sözle ifade edilemez… Benim için bu geceden arta kalacak ne sevgilim ne de evim olacak, eşimden ayrılıyorum!… Biliyorsunuz?… İki kere denedim… olmadı!… Her deneyişimde küller altında boğuldum. Tarihin izini taşımayan kesintisiz bir şimdiki zaman içinde yaşıyorum. Yaşamın gerçek biçimi geçmiş ve gelecekte değil şimdi de arıyorum, onunun için fotoğrafımı göremezsiniz!” demişti.
Aliye: “Sıra benin fotoğrafımda Nez… çabuk anlat!” demişti. Bende : “Senin fotoğrafını tek olarak göremedim, Birsen’le birliktesin. Fotoğrafta, ikinizin de elleri gökyüzüne doğru yakarış halinde. Sanki bize bugün yüz binlerce yıl içinde elde edilen şey, bir anlamda dünyada ‘yeni’ bir şey olmamaktadır, zira her şey aynı ilk örneğin tekrarından ibaret. Bu tekrar dünyayı süreli başlangıç altında tutar. Zaman şeylerin ortaya çıkışını ve varoluşunu mümkün kılıyor, siz Birsen’le… onun yakarışını yansıtıyorsunuz fotoğrafta.” dedim.
Masadakiler hep bir ağızdan: “Kutuların sihrinden kurtulup, değneklerin sihrini konuşmaya başlayalım mı?” dediler. Hep bir ağızdan “Öyle bir sihirli değnek olmalı ki; kendimizi onun dokunuşlarına bırakıp kutumuzu açmalıyız, onuru, özlemleri, kadınlığına saygısı, ondan hoşnutluğu, eşitlenmenin güzelliği, ten ötesi buluşmalar, ten içi yeni arayışlar ve ne altta olup ne üste çıkış, bunların hepsini taşıyan bir sihirli değnek var mı?…” diyip hep beraber toplantı salonuna şöyle bir göz attık. ,
Değnekler hep bir ağızdan: “Dokununca duyumsamazlığımızı yitirmekten korkuyoruz” çığlıklarını atıyorlardı.
“Bizde!” diye karşılık veriyorduk. Bu hep böyle sürecekti… bunu biliyorduk hepimiz!…
Çünkü yaşam boyunca kutular-değnek, değnekler-kutuyu sonsuza kadar arayacaklardı…
Çünkü insanoğlu mükemmeli istiyordu. Böyle bir gerçek yoktu, gerçek olan tek şey vardı ki, oda hepimizin bildiği gibi, insanoğlu doymak bilmeyen bir obez’di. Hep arayacaktı!… neyi aradığını bilmeden…
Gece bitip eve döndüğünde kadın beynindeki tüm kutularında sesini duymak istemedi. Gözlerini kapadı rüyadan, yani yaşanan hayattan hiçbir ese kalmaması için uykuya daldı.…
Babaannesinin yazdığı hikayesi, onu kendi küçüklüğüne götürdü. Makyajını silerken babaannesinin küçükken ona söylediği sözler geldi aklına: “Güneş gibi bir kadın olmalısın, senin cinsel organın kutuya benzer. Herkese onu açmamalısın, erkekler aya benzer, yaşlanınca dede olurlar, tıpkı şu yaşlı ay dede gibi. Erkeklerin cinsel organı, değneğe benzer. Ay dede; değneklerini uzatarak her gece kutulara ulaşmak ister. Gece olunca kutularla değnekler arasında bir savaş başlar… senin adın Çağrı… sen zaten Çağır’ansın… değneklerle barış ilan et! Adın, onun için babanın adı ile beraber anlamlı! Barış’a Çağrı!… diye koyduk senin adını. Çünkü baban 1980’li yıllarda doğdu.
Şimdi biliyorsun insanlar YENİ DÜNYA DÜZENİ diye bir şey tutuşturmuşlar, savaş hiç eksik olmuyor… Sen babanın adı gibi Barış’ı Çağır!… çünkü unutma!… sen Çağır’ansın!…” demişti. Tıpkı hikayedeki gibi, İskender’in aydan uzattığı değneğin ucundaki kutuda çıkan dünyadan görünen fotoğrafın seyrine dalmıştı… saatlerce aynada yansıyan yüzüne bakarak tüm hikayelerin hepsi acıklı, hüzünlü, dokunaklıydı. Daha da dokunaklısı bütün hikayelerin kolayca akılda kalması ve insanın kendisini en saf, en çilekeş en mutsuz kahraman yerine aynı kolaylıkla koyabilmesi idi.… Makyajını sildi… tıpkı hikayedeki kadın gibi dingin bir uykuya daldı…
İstanbul
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.