- 592 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bedrem’in Hazin Hikayesi
Bitmeyen sokaklarda sonsuz bir yolda yürümenin bir anlamı varmı acaba şu hayat denen cehennemde? İnsan yaşarkende ölmüyor mu bazen eriyerek ve sessizce… İşte bu sabah cırlayan telefonun sesiyle irkildiǧimde, acaba beni bu saate arayıp kim rahatsız eder derken, neşemi bozan bir ölüm haberi zaten yaralanan yüreǧimi biraz daha sıkarak beni ürküttü. Ben 2008 yılının Nisan ayından itibaren haftanın bir gününü gönüllü olarak yaşlılar ve kimsesizler için ayırmaǧa karar vermiştim, burada çok az bir ücretle bu karşılıǧı yerine getiriyordu, iyikide ben şimdi böyle bir kararı vermişim, yani böyle bir davranış benim kendime olan güvenini de artırmıştı. Çünkü insan bazen içindeki sıkıntıları atmasına yardımcı olması sosyal ve psikolojik huzurunuda rahatlatıyordu.
Benim çalıştıǧım bu yaşlılar ve kimsesizler evi de oturduǧum Frankfurt am Main kentinin Preungesheim semtindedir. Semt şehirin kuzeyinde, oldukça ormanlık bir alana kurulmuş olup öyle o büyük mimari özellikler taşıyan bir yapı deǧildir. Yaklaşık üç bin metrekarelik bir alana kurulmuş olan bu mekanda 250 ye yakın kimsesiz ve yaşlı insan barınmaktadır. Bütün bu işlerin ve var olanan düzenin yürümesi için temizlikçiden tutunda günüllü hizmetlilerle beraber toplam yüz kişiye yakın insan buradan çalışarak gelir elde etmektedir. Yaşlılar evinin sakin, şehir kenarlarına yapılmasının bir diǧer nedeni ise, sehir merkezlerindeki gürültü ve kalabalıklardan yaşlı insanların huzurlu olup, sukunetle yaşamaları için böyle yerler tercih edilmektedir. Ayrıca bu evin yapıldıǧı yıllarda şehir henüz bu günkü kadar büyük olmadıǧı için yer seçme konusu da problem olmamıştır. Güzümüzde şehir bu bölgeleri çoktan aşarak, yaşlılar evini şehir sakinlerinin evleri sarmalayarak çok içerlerde bırakmıştır.
İşte talihsiz Bedrem yaşamının son günlerini bahçeleri çiceklerle dolu, temiz, bakımlı, etrafı yeşil bahçelerin kapladıǧı, bahçesinin birisinde sürekli şırıldayan fıskiyeli su ve onun etrafındaki sahi olmayan Yunan Mitolojisi’nin Tanrılarının heykelleri ile süslenmiş, bu şehir dışında ki evde geçirmekteydi. Bedrem de her yoksul yabancının özlemi olan, Avrupa’da daha iyi yaşamak umudu ve özlemleriyle 17 yıl önce evlilik yoluyla Almanya’ya gelmişti. O 1960’ların klassik göçmeni degildi. Askerliǧini yaptiktan sonra buraya gelmiş olması da rahat ettirmemişti ona bir yönüyle… Mesleksiz bir çok yabancı göçmenle aynı kaderi paylaşmanın dışında, Bedrem için yaşam bir bakıma daha aǧırdı. O çocukluǧunun geçtiǧi yoksul Anadolu köylerinden birinde doǧan milyonlardan sadece biriydi, talihsizliǧi, çocukken kaptıǧı böbrek iltihapları, yetersiz beslenmeninde etkisiyle artarak hayatını zehir etmekteydi Bedrem’in. İşte ben burada yazacaǧım hikayede bir Türk asıllı göçmenin hayatını bütün çıplaklıǧı ile anlatmaǧa çalışacaǧım. Burada asıl amaç göçmenlik tarihini, tarihi, sosyolojik, ekonomik ve toplumsal boyuttan çok, kendi ülkesinden uzakta yanlız yaşamak zorunda olanlar ve yanlız yaşamak zorunda bırakılanların sorununa bir nevi de olsa ışık tutarak güncelleştirmektir. Olay o kadar basit ki, hiç kimse bu hikayede sadelik dışında bir şey bulamayacaktır. Olay tamamen gerçek yaşamdan alındıǧı için bir abartma veya anlatım mübalası kesinlikle olmayacaktır. Çünkü böyle olaylar aşaǧı yukarı her gün gazete manşetlerinde görülüp okunan yaşam kesitleridir. Benim amacım, sadece Bedrem’i kimsesiz, acılarla geçen 45 yılının, psikolojik bunalım ve deprasyonların bir insan hayatındaki etkilerini anlatmaǧa çalışmak ve bu yapayanlız bir insanın en azından başka bir insan tarafından düşünülüp sonsuzluǧa taşınmasıdır. Burada beynimdeki düşüncelerim bilgisayarın tuşlarında yazıya dökülerek vucut bulacaktır.
Göçe tarihsel bir açıdan bakarsak, insanlık var olduǧu günden beri sürekli yer deǧiştirmektedir. Örneǧin biz Türkler bugün ki Moǧolistan, Çin Kıyıları, Azerbeyca ve bu günde ismi Türkmenistan olan ellerden, ilk göçlerini kuraklıǧın etkisiyle bir kısmı bugün ki Anadolu üzerinden Kosova, Mekadonya, Arnakvutluk‘ kadar gelmişlerdir. Etnologların yapış oldukları araştırmalarda bunun doǧruluǧunu kesinlikle onaylamaktadırlar. Elbette göçlerin genel karekteri, göçmenlerin birlikte getirmiº oldukları asıl kültürlerini yerli kültürlerle harmanlayarak her dönemde birlikte yaşamanın yollarını bulmuşlardır, bu çoǧunlukla burada yazıldıǧı gibi kolay olmasada. Bütün bunlara raǧmen yinede bir çok kültür yinede günümüze kadar varlıǧını sahiplenerek korumuştur. Bedrem de sanırım Anadolu’ya gelen diǧer Türkler gibi aynı kaderi paylaşan dedeleri kimbilir Orta Asya’nın hangi bölgesinden neresinden geldiǧini bilinmeyen ve hangi boyun veya akıncıların soyundan olduǧunu bilmeyen tipik bir Türktür. Bu hazin hikaye, tekilden çoǧula doǧru giden bir yaşamı anlatarak, toplumun bütünsel karaekterini de kendi çapında büyüteç altına alacaktır.
Bedrem, yukarıda da belirttiǧim gibi, eǧer nüfusa doǧru kayıt edildi ise 04.06.1963 yılında, Nevşehir’in ….. İlçesi’nin Köyü‘nde dünyaya gelmiş, beş çocuklu yoksul bir ailenin ikinci çocuǧudur. Yine yukarıda belirttiǧim gibi O’nun Almanya’ya gelişi iki boyuttan ele alınacak bir durumdur. Yakalandıǧı bu çareli hastalık, maalesef biz diǧer insanların gerekli sorumluluǧu göstermeyip, bir organ baǧışında bulunmayışımız, başka bir yaşamın sonunu getirmiştir. Bedrem, son sekiz yılını organ nakli bekleyerek diyaliz makinalarında geçirmiştir. Ama beklediǧi umut asla gerçeǧe dönüşmeden savrulan fırtına gibi onu silip süpürmüştür kendisiyle beraber bu acı yaşamdan… O‘nun yaşamı hiç bir zaman mutluluǧu tatmamıştır, ne bir ailesi olmuş, ne çocukları, ne de akşam eve döndüǧünde gülümseyen yüzüyle bekleyen bir eşi ve çocukları, kısacası yaşam acıyla başlayıp, acıyla son noktayı koymuştur. Bedrem‘in kendi anlatımlarına göre, hayat ilk başlarda Almanya’da o kadar güzelmiş ki, adeta sevinç çıǧlıkları atabilirmiş eǧer utanmasa… Buradaki makina gibi işleyen sistem, insanlar arasında ki o uçurumun belirsizliǧi, hastalandıǧında doktorun, ambulansın kapıya kadar gelmesi ve daha bir çok sebebin burayı çekici kılması duvarın dış boyası gibi onu sevindirmişti. İşte demiştim, şimdi kaderin o makus talihini yenerek, yeni yaşamında her Türk göçmeni gibi, yoksulluk denen talihsizliǧi yenmek için daǧları, tepeleri aşarak „mutlu yaşama“ hayallerini bir nevi olsun hayata geçirmek istemiştir.
Ayazlarda, soǧuk havalar, lastik ayakkabıları, olmayan oyuncakları, bayramdan bayrama alınan yeni kıyafetlerin dışında hiç yenilenmeyen eski ve pejmürde kıyafetlerini düşünürken, simdi biraz daha refaha kavuştum hissi, içini kaplayan tarifi oldukça güç olan bir sevinç duygusu sarmalalamıştı onun benliǧini, daha ilk adımını attıǧı günden itibaren. Hayatı bir düzene koyarak, keyifle bir sigara yakıp geriye yaslandıǧında, „oh be artık kurtuldum“ vesaire gibi hislerle doldurup çoǧaltmıştı içini… Arkasından da, „birde şu illet hastalıǧımı, Allah’ın iziniyle bertaraf edebilirsem, gel keyfim gel“ diyerek bir anlık bir teselli vermişti kendi kendine. Türkiye’de lisenin fen bölümünden mevzun olduǧu içinde, tiptaki gelişmeleri hastalıǧından dolayı takip eder olmuştu… Bu hastalık aslında Anadolu’nun yoksul bıraktırılmış bütün bölgelerinde, halk arasında bildiǧimiz „soǧuk algınlıǧı (grip) adıyla anılan binlerce ölümde sepep olmuştu. Hatta I. Dünya Savaşı’nda onsekiz milyon insanın bu hastlıktan öldüǧü kayıtlara kesin olarak geçmiştir. Bu demektir ki, savaşın sebep olduǧu ölümler kadar etkili olan bir hastalık türüdür, yoksul ve beslenmenin yeterli olmadıǧı memleketler için.
Şimdi asıl konum olan göçün yüzeysel olmayan bir boyutunu daha biraz etraflıca inceleyerek, olaya ekonomik açıdan bakmak gerekiyor. İnsanların hiç bir sebep olmadan, kendi yurtlarını terk etmeleri aldıkları kültür, eǧtim, terbiye, görgü ve en önemlisi ekonomiktir. Türkiye insanı yapısı gereǧi öyle izin delisi deǧildir. Çünkü bir dinlenme kültürü yerleşik bir yapıya kavuşmamıştır henüz. Yurt dışına genellikle yoksul kökenli insanlar, ekonomik zorlukları yenmek için çıktıklarından dolayı, bu insanların yıllık izinleride geldikleri köylerde, beldelerde geçirerek geri dönerler çalıştıkları ülkeye… Yani çoǧunluk hala bu yöntemi uyglayarak izinlerini dinlenmek yerine Türkiye’de ki gayrı menkulleriyle ve onların sorunlarını çözmek için harcanan zamanla sınırlıdır. Yoksulluk göçün başlıca faktörü olduǧuna göre, yoksulluǧunda ortaya çıkmasına sebep olan başka bir faktör vardır. Niye mi? diye soracak olursanız, cevap vermek kolay olmasa da, verilecek mantıklı bir yanıtta vardır elbet. Yoksulluǧun en temel belkide birinci faktörü eǧtimsizliktir, bizim gibi çarpık gelişme gösteren ülkelerde… Gerekli eǧtimi alamayan veya verilmeyen bireyler, tabiri caiz ise; doǧurmaktan baºka bir şey beceremiyor, maalesef. Buna takriben artan nüfus, kırsal kesimde zaten yeterince arazisi, tarlası, çifti çubuǧu olmayan mesleksiz ve genç nüfusu var olan yerleşim yerlerini terketmeǧe zorlatıyor. Göçün bir diǧer boyutu ise kuşaktan kuşaǧa parsellenerek küçülen arazi ve tarlaların miras yoluyla paylaşılmasıdır. Eǧer bu içgöç eklinde ise insanlar şehirlerin varoşlarına yerleşerek lümpen bir kültür oluşturmanın ilk adımlarını da atmış oluyorlar. İşsiz yıǧınlar buralarda kendi hallerinde şehir kenarlarında yeni gecekonduları doldurarak „varoş“ denen yerleşim tipinide yaratmış oluyorlar iç göç denen bu yaşam biçimiyle... Varoşlar büyük şehirlerin kenar muhallelerini oluşturan ve ülkemizde her alanda yozlaşmanın başladıǧı 1950’lili yıllarla beraber başlamıştır. Yine ülkemizde yozlaşma kültürü her alanda olduǧu gibi 12 Mart 1972 ve 12 Eylül 1980 askeri - faşist darbeleri toplumu tehlikeli boyutlara götüren bir yapınında temellerini atmıştır böylece. Bu darbeler gelişen, düşünen, hakkını arayan, sorumluluk bilincinde olan toplumsal yapıyı dini kullanarak fanatik yıǧınlarıda bünyesinde besleyen bir devlet – halk modeli geliştirerek geriye dönüşün başlangıcını da yapmıştır. Bu darbelerden topluma sol ve demokratik kitleleri yok etmek için dine sarılarak, karaçarşaflıları ve çember sakallıların sayısını devlet teşvikiyle artırmışlardır. Öyleki 1980 yılında doǧan normal bir ailenin çocuǧu bugün fanatik bir dinci olarak, otellerde insanları yakacak kadar vahşileşmişlerdir. Bu darbe topluma sadece dini gericiliǧi aşılamamış, aynı zamanda işçi haklarını, öǧrenci haklarını, üniversitelerin özerkliǧini kaldırarak, öǧretim üyelerinin haklarını kısıtlayarak o yılların ünlü yasası olan 1402’yi çıkartarak yüzlerce aydın demokrat, ilerici bilim adamlarını solcu diyerek üniversitelerden uzaklaştırıp, bunların yerine gerici kadrolarla doldurmuştur. Türk toplumu bu gün bu darbelerin acısını her alandaki gelişmede yaşamaktadır.
İşte bu gelişmelere paralel olarak 1980 darbesiyle beraber aydın ve Alevi kesimi aǧır darbeler alarak toplumun öncü kadroları cezaevlerine doldurulmuş, işkencelerden geçirilmiş, kaybedilmiş, öldürülmüş ve 550 bin kişi politik görüşlerinden dolayı fişlenmiş, onbinlercesi sakat kalmış, bir yolunu bulanlarda ilk iş olarak kapaǧı yurtdışına çıkmakta bulmuştur. İşte bu süreçten sonra içgöç bir bakıma yönünü aynı hızla dışgöçe bırakmıştır. Darbenin ilk yıllarında yurtdışına çıkanlar gerçekten politik görüşlerinden dolayı ülkelerini terk etmek zorunda kalan orta halli vatandaşların da üzerinde olan bir sınıfın da üstündeki aydınlar olmuştur. Türkiyede bu gelışmeler sürüp giderken toplumda en büyük sosyal deǧişimini geriye dönüş şeklinde günlük hayatımıza yansıtmaǧa başlamıştır. Bu yurt dışına kaçış süreç içinde yönünü deǧiştirerek politik olmayan yoksul kitleler bu darbeyi bahane ederek, kişisel ve ailevi yoksulluklarını yenmek için bir bahaneyle ve çoǧunlukla Avrupa da Türklerin yoǧun olarak yaşadıǧı yer olan Almanya’ya kapaǧı artmakta bulmuşlardır çareyi. Öyleki okuma yazması olmayan çocuklar ve gençler bile Elazıǧ, Bingöl, Muş, Van, Urfa, Diyarbakır, Adıyaman, Maraş, Hakkari ve diǧer doǧu illerinden Kürt olduklarını bahane ederek iltica talebinde bulunmuşlardır. Bu durum daha sonraları Türkiye’nin bütün illerini de kapsamıştır. Öyleki İzmir İli gibi bir yerden orta halli bir ailenin çocuǧu bile Kürt ya da Alevi olduǧunu ileri sürerek Almanya’dan sıǧınma talebinde bulunmştur. Böylece yoksulluk denen olgu toplumsal huzuru saǧlayacaǧı yerde, yozlaşmayı da beraberinde getirerek topluma herhangi bir ilerici unsura taşımamamıştır. Bu süreçte resmi devlet politikası ise olması gerekenden daha vahim bir sürece girmiştir. Devlet nüfus ve aile planlaması yapıp doǧumları sınırlamak yerine adeta doǧumları teşvik edercesine bir politika izleyerek varolan yoksulluǧu dahada artırmıştır. Çoǧalan nüfusa iş ve gelecek garantisi de sunmadıǧı için tek çare olan varolduǧun yeri terk et modelini sunmuştur vatandaşına o ünlü „Baba Devlet“. Öyleki bu sistem insanları yalancı olmaǧa zorlamıştır adeta, hatta gericiler, faşistler, mafya babaları, ükücüler, katiller kendi sistemlerin kullanıp atmasından sonra hayat denen mücadelede var olmak için ve devlet yardımlarıla yaşamak için onlarda sıǧınma talebinde bulunmuşlardır. Bu kısımda sanıldıǧının aksine hiçte azımsanmayacak bir kitleyi oluşturmaktadır, sıǧınma talebi içinde bulunanlarda… Bunlar bilindik hikayeler ve masallardır bizim toplumumuzdaki yerleşik kanılardan oluşan… Hatta Alevi ve Kürt olma hakkında hiç bir bilgisi dahi olmayan bir sıǧınmacı bir anda Alevi ve Kürt hamisi olmuştur. Bunlar bazen Kemalist Cumhuriyete saldırmayı sıǧıma için ana sebep olarak gördükleri için aynı kaderi paylaşmışlardır gerçek sıǧınmacılarla beraber. Türkiye de pasaport çıkarmanın dışında polis ve devlet dairesi görmeyenler orada devletin kendilerine işkence yaptıǧını ve bu baskılardan dolayı sıǧıma talebinde bulunduklarını yalan söyleyerek beyan etmişlerdir. Bu insanlar bu sıǧınma talebi bulundukları ülkelerde kalmak için her yolu mübah saymıştırlar…
İşte benim Bedrem’imde bu yıllarda yolunu bularak yukarıda da belirtiǧim gibi Almanyaya gelmiştir. Evet O’nun acı hikayesi yukarıda deǧinip te anlatmaǧa çalıştıǧım bir genel bakışta yerini alan bir kişidir sadece. O bütünün bir parçası olarak hayata belkide acı talihinden dolayı istemeyerek gelmiş ve talihsiz yaşamının kurbanı olarak göçüp gitmiştir bu hayattan, öyleki tek kelime ile hiç yaşamadan. Bu gerçek hikaye binlerce dramanın ve saçayaǧının bir ayaǧıdır. Ötekileri yaşamamak dileǧiyle bu bitmeyen hikayeyi bitirirken, geçmişede bir gözatmanın gerçeklerini yaşadıǧımı gözlerim önünde uzayıp giden bir hikaye olarak algılamamalarını rica ediyorum okuyucuların. Onun cansız yatan bedenini odasında görünce kapıyı hemen kapatarak kimsesiz ve çaresiz olmanın hazin hikayesini kemiklerim sızlayarak hissettim içimde, gözyaşlarım yanaklarımı damla damla süslerken, gereken ilgi ve sevginin bu dünyada belkide benim bir daha göremeyeceǧimi kendi içimde kendi yanlızlıǧıma da baǧlayarak artık aǧlamam gerektiǧini düşünerek Bedrem‚in ölüm raporunu iş bilgisayarımın başina geçerek kayıtetmeǧe başladım. Ve böylece Bedrem’i artık bir daha görüp sohbet edemeyeceǧim gerçeǧini kendi içimdede kavramış olmanın derin hüznünü yaşadım.
25.08 – 29.08. 2008 tarihleri arasında yazılmıştır bu gerçek hikaye… Hüseyin Arslan, 29.08.2008, Frankfurt am Main, saat 20:02 de son nokta konulmuştur.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.