Her ayrılış, ölümün önceden alınan bir tadı gibidir, tekrar bir araya geliş de yeniden dünyaya gelişin önceden alınan bir tadı gibidir.-- schopenhauer
Hasan Hüseyin Arslan
Hasan Hüseyin Arslan
@hasanhuseyinarslan

Telefondan Sonra

27 Aralık 2008 Cumartesi
Yorum

Telefondan Sonra

0

Yorum

0

Beğeni

0,0

Puan

677

Okunma

Telefondan Sonra

Saygıdeğer İnsan, telefonda „Istanbul gibisin H.....’m“ şiirini beğendiğini söylüyorsun. Bu benim son günlerde yaşadığım en büyük sevinçti. Böyle yıkılmış anlarda senden gelen en küçük bir kıvılcım bile benim için anlamı büyük bir durumdur. Yine çok üzgün olduğum bu günde, aslında diğer günlerden farklı bir gün değildi. Sadece termine gelmeyen Köroglu ailesi, yeni başlayacağım işi bir ay geciktirdiği gibi, moralmide korkunç bir şekilde bozmuştu...

Ben de bu dargınlık, dağınıklık içinde Frankfurt Şehirinde gönlümce bir tur atmak için gelişigüzel bir tramvaya bindim ve bir koltuğa çökerek tramvayın istediği yöne gitmesinin emrini verdim. Bu tramvay beş numaralı bir tramvaydı Almanya’nın metropol kenti Main Nehri kıyılarında kurulmuş Frankfurt’tu. Bu tramvay Preungesheim yönününe doğru yol alırken bende dağınık düşünceler içinde bir koltuga yerleşerek, yeşermeğe başlayan ağaçlar, düzenli, bakımlı ve bahçeli evler arasından geçen tramvayın beni bir dere veya çayırlık manzarasına kavuşturacağı umuduyla bekledim.

Küçük duraklarda inen veya binen yakın mesafe yolcuları, temiz ve bakımlı kadınlar, bağıran ve etrafa huzursuzluk veren yabancı gençler, kendilerini göstermek için anlamsız davranışlarda bulunan, henüz onüç, ondört yaşlarındaki haşarı kızlar, izinden dönen yolcular ve günün yorgunluğunu boş oturaklarda atan, çalışan insanlar, bir şeyler okuyanlar, burunlarını karıştıran beyler ve daha ayrıntılarını görmediğim veya dikkat çekmemek için, dikkat etmediğim ayrıntılar... Arkasından iki sivil giyimli Kondüktör „Biletler Lütfen“ diyerek ürküttüğü bir grup Türk ve Sırp kökenli yabancıların biletsiz kaçak yolcuları... Ve ileriki durakta tramvaya binen güzel ve oldukça şık giyimli dört – beş tane bayan. Bu hanımefendiler güzelliklerinin farkındaydılar ve gittikleri yoldan emindiler. Kendi aralarında gülüşerek konuştukları için diğer yolcuların onların ne konuştuklarını anlama lüksüde yoktu. Her halleriyle yaşamdan memnun oldukları bakımlı yüzlerinden okunuyordu. Onlar; yoksul, kenar mahallelerinde oturan; yabancı göçmenler gibi yabancı, tedirgin ve suçlu tavırlarla oturdukları koltuklarında büzülmüyorlardı... Kendilerinden emin olamaları, kendilerine duydukları güven, belkide yarın işlerini kaybetmeme korkusu yoktu onların. Daha tramvaydan inmeden çıkardıkları sigaralarıda kendi hayatlarını, kendi kazançlarıyla temin ettikleri için onların bağımsız duruşlar sergilemelerine katkıda bulunuyordu. Gelecek durakta inme hazırlıklarıyla beraber ikindi karanlığıyla gözden kayıpoluşlarını seyrettim arkalarından.

Bu arada tramvay yoluna devam ediyordu ve saatler ikindi vaktini çoktan geçmiş, akşam bütün hüzünüyle üzerime çullanmıştı. Ben dünyada sevdiğim insanı, sevgilimi, sevgili Hümeyra’mı bir aydan beri göremiyordum. İçimdeki tedirginlik, acaba bu insan beni tamamen kafasından sildi mi?, beraberliğimiz artık bizim geçmişimizde kalan acı ve tatlı birer hatıramı oldu, onun için diyordum kendi kafamda. Sonra yavaş yavaş akşam çökmeğe başladı. Çöken karanlıkla birlikte beni garip ve derin bir yanlızlık hüznü sarıp sarmaladı, kendimi bildim bileli yaşamımda çok kısa süreler kendimi yanlız hissetmemiştim özel yaşamımda. Belkide kırküçüncü yaşıma kadar hayatımın yüzde seksenbeşini „çoğullar içinde, yalnızlardan biri olarak“ geçirmiştim, ama gurbet acısını ve yanlızlığı hiç bu kadar yaşamamışımdır.

Böyle derin düşüncelere dalıp giderken şehirinde sonu gelmişti. Adını sadece semt olarak bildiğim Preungesheim bölgesiydi burası Frankfurt’un. Çok bakımlı, küçük bahçelerin arsından geçerken etrafı süzmenin dışında meşguliyetimde yoktu aslında... Tek tük ağaçlar arasına sıkışmış müstakil zengin evleri patikayı andıran uzun ve ince bir yol. Bir süre yürürken bıkkınlık içinde izledim bu manzarayı... Sürekli yolda olmak arzusunun gerçekleºmesi bile mutlu etmiyordu beni. Oysa ben tramvaya binerken iç huzuru bulacağım bir sıfır noktası aramak için çıkmıştım yola. İçimdeki derin yara, huzursuzluk ve tedirginlik birleşince beni anlamsız bir nesneye dönüştürüyordu. Hiç bir yerde oturamadım, bir dakika... Kafamda binlerce soru – cevap çelişkileri nüfus etmişti ve bu günlerden beri böyle devam ediyordu. Belki bu arada bir dakika kadar oturduğum banktan kalkarak salına salına devam ettim yoluma. Bu arada bitmeyen yolun, bir başka yolla kesiştiği noktaya geldim, başka bir yola vardığımda yine gelişigüzel yürümeğe devam ettim. Geriye dönüp baktığımda, arkamda yavaş adımlarla bıraktığım yolu akşam karanlığından dolayı göremiyordum. Bir adım ilerisini görmek bile gözlerimi oldukça yoruyordu. Buğlanan gözlüğümü gömleğimin eteğiyle silerek tekrar gözüme taktım. Bu durumda tramvayla geri dönüp şehirin ana garına gitmekten başka bir seçenek birakmıyordu akşam bana, ayrıca başka bir çare yoktu elimde. Bu zoraki dönüş saatleri, benim için ölüm saatleri demekti. Yine eve gideceğim, kapıyı açıp bir ağlama fasılıyla geç saatlere kadar meşguliyetsizliği meşgul olarak kabullenecektim. Ben bu düşünceler içinde kıvranırken, ağır adımlarla yürümeğe, isteksizce yürümeğe devam ediyordum. Belli bir süre gittikten sonra ışıklı bir yola koyularak tahminen geldiğim istikamete dogru gidiyordum. Yürürkende bütün vucudumu saran acılı bir ızdırap hissediyordum içimde. Tarifini yapamadığım bu sıkıntı çöldeki kum gibi sam rüzgarlarına yenilmiş ve darmadağın gelişigüzel bir yerlere savrulmuştum. Huzursuzluğumun ismini ve kökenini bir türlü bulamıyordum. İçimi yakan ve kemiren ne idi? Neden ve nereden bana musallat olmuş, niye peşimi bırakmadığınıda bilmiyordum, bu huzursuzluğun. Böyle durumlarda üzüntüyle akan gözyaşlarım, bana teselli veren tek kaynaktı. Beni bu hıçkırıklı ağlamaklar bir nevi olsun rahatlatıyordu, bir kaç saatliğine…

Karanlık iyice çökmüştü ve saat yirmibir otuzu gösteriyordu. Işıkların tesiriyle isanların yalancı görüntüleri pencerelerde oynuyordu, arada bir dışarıdan ayışığından ve lambalardan çizgi çizgi ışık demetleri önüme düşüyordu yürürken. Yarınki 1 Mayıs Bayramının vermiş olduğu rahatlıkla karşılaştığım insanlar sanki yüzüme gülüyorlardı. Depolitize olmuş yığınların bu bayrama ilgi duymamaları bir yönüyle elbetteki hoş karşılanabilirdi. Ama bu günün politik anlamını böyle anlamsızlaştırmak elbetteki acı bir tecrübedir duyarlı insanlar için. İnsanlar yarının tatil olmasının mutluluğunu sanki yüzüme gülerek değişik yönlere gidiyorlardı. Bu arada karşılaştığım henüz çocuk yaşındaki iki kız bağırarak içkili bir şekilde gelip geçenlere gülümseyerek laf atıyorlardı. Arkalarından hızlı adımlarla gelen bir kaç gençte onlara yetişmek için bu kızların arkasından gidiyorlardı. Ben bunlara aldırmadan adımlarımı biraz daha yavaşlatarak “Post Bank” merkez binasının önündeki durağa gelmeğe çalışıyordum. Bu arada panoya bakarak beş numaralı tramvayın iki dakika sonra durağa geleceğini gördüm. Ben etrafı meraksız bakışlarımla süzerken bu arada tramvayda durağa gelmişti. Ağır ve yorgun adımlarımla iki basamaklı merdiveni çıkarak yine bir koltuğa yığıldım. Tramvay hemen hemen boştu. Sadece iki kişi sırtları birbirlerine ters dönük bir şekilde oturuyorlardı. Yavaşça hareket eden tramvay harekatı esnasından beni sarsmadan yol almağa başladı. Bense içimde kopan o asi fırtınaları nasıl dizginleyeceğimi düşünüyordum. Sonra oturanlardan birisi ileriki durakta inmek üzere oturduğu koltuktan kalktı. Tramvayın duruşuyla inerek gözden kayıboldu. O an benimde içimden tramvaydan inip yıllar önce birkaç defa gecelediğim Muster Schule/ Okulu yakınlarındaki Kosel – Caddesi 15 numaraya gitme isteği belirdi. Birden düşüncemi değiştirdim, çünkü birkaçyıldan beri hiç karşılaşmadığım bu üniversiteden okul arkadaşım kimbilir şimdi Almanya’nın hangi şehirinde ve nerede yaşıyordu. İsmi Benyamin olan bu arkadaşıda böylece anmış oldum ve kimbilir kulağını çınlattım belki. Buradan göçmüş olma ihtimalide benim için başka bir olasılıktı, ama güçlü bir olasılıktı… Bu düşünceleri göz önüne alarak yoluma devam ettim. Bu arada tramvaya inip binenlerde çoğalıyordu. Tramvay şehir merkezine doğru yaklaştıkça içimdeki tedirginlik ve korkularım artıyordu, bir tanıdığa rastlamama kaygısıyla… İçim öyle doluyduki, acaba nereye gitmeliyim bu akşam tedirginliği ile şehirin ana garına gelmiştim. Sağa sola isteksiz adımlarla giderken eve gitmekten başka bir seçeneğimin olmadığını göz önüne alarak garda bir süre dolaşıp insanları seyretmek geldi içimden yalnızlığımı gidermek içimden.

Dünyanın en önemli ekonomik merkez üslerinden biri sayıldığı için her gün uçaklar dolusu işadamları, çevirmenler, işçiler, seyhat edenlerin akınına uğruyordu bu kent. Öyle bir organizasyonu varki, insanların dolup taşması, kendi keşmekeşi ve konteksi içinde sosyolojik olarak bir mükkemmeliyet sergiliyordu. Her şey ayarlanmış bir saat gibi işliyordu. Saat gibi işleyen sistem, ağını çelik demirden örmüş kapitalist metropolün paralarını borsanın her gün milyonlarca dönen dolarları ve euroları burada değere çevriliyordu.

Bu arada benim tedirginliğim dahada artmıştı, bir köylünün şehirde karşılaşmış olduğu ilk garibanlığı andıran tavırlar gibi, huzursuzluğum garip bir melankoliye dönüştü. Aslında ikiside can sıkıcıydı… Bu gün canım biryerlerde bir kadeh bira veya bir kadeh viski içmek istiyordu, belki de küçük bir sandeviç, sonra bir bira daha, ardından bir tane daha… Yoo, sarhoş olmak niyetinde değildim, zaten sarhoş olmayı becerememişimdir, içkiye dayanıksızlığımdan değil, hiç bir zaman sarhoş olacak kadar içmeyi beceremediğimden. Sarhoşluk sınırını geçmeyi becerebilirsem belki daha çok zevk alırdım içki içmekten, ama bunun eksikliğini dert etmedim hiç bir zaman. Ben bu akşam da içmemeğe karar vererek, onikinumaralı tramvayı almak için Frankfurt’un o ünlü caddelerinden biri olan Münschener Caddesine gitmek için elektirikli merdivenlerden birisine ilk adımımı atarak hareketsizce hareket etmege başladım. Bu cadde tamamen yabancıların hakimiyeti altında olan bir caddeydi. Buradaki günlük yaşamı belirleyen de yine yabancılardı. Bütün işyerleri yabancılara aitti. Türkler, Eski Yogoslavlar, Araplar, Güney Amerikalılar, İspanyollar, … Yine zoraki adımlarla Münschener Caddesine çıkarak bir kaç dakika sonra gelen tramvaya kendimi zorlayarak bindim. Boş olan koltuklardan birisine oturarak gönlümün kanayan yarasına bir çare bulmak istiyordum. Sevdam öyle yoğunduki yüreğimde, bir kor ateşi ve aleviyle beni yakip yıkıyordu… Yan koltukta telefonla bir Türk kızı güzel Türkçesiyle lehçesiz ve bağıra bağıra konuştuğu için bütün gözleri üzerine çekmişti. Hemen öbür durakta inen bu hanım kızımızın gidişiyle vagonu saran gece sarhoşluğuda gecenin, gece yarılarının huzuruda çoktan sarmıştı bu koca kenti. Geceyi tiz sesleriyle yırtan sadece bir yerlerde süratle giden ambulans seslerinin dışıda dişe dokunan herhangi bir gürültü yoktu zaten. Yan koltukta oturan orta yaşın biraz üzerindeki yorgun bey ve karşısında oturan Bulgar veya Romanya kökenli olduklarını tahmin ettiğim iki bakımsız, sakalları oldukça uzamış çevreyi bön bön süzen iki orta yaşlı insan vardı sadece… İçkinin vermiş olduğu mayhoşlukla kendilerinin bile zor anladığı birşeyler mırıldanıyorlardı. Ama gecenin bu saatinde onları ciddiye alacak hiç bir kimse yoktu… İleriki koltukta bir kadın gecenin bu saatinde bir gazete okuyordu. Başını bir süre gazeteden kaldırıp Main Nehiri’ni güler yüzle seyredip tekrar eğilerek gazetesini okumağa devam etti. Sonra onun gözlerindeki ifade, sevimli bir çılgının gözlerinden çevreye muzip bir ifadeye dönüşütü, oturduğu koltuktan gazete yapraklarını bir tarafa iterek ani bir kalkışla kapıya yöneldi. Tramvayda zaten Alman Kızılay – Kan Bağışlama Frankfurt merkez binasındaki durağa gelmişti. Bu kadın bu durakta indikten hemen sonra, onu durakta bekleyen oldukça yakışıklı bir delikanlı gözlerinden ateş fışkıran bir sevinçle boynunu kolları arasına alarak öpmeğe başladı.

Tramvayın rutin işlerinden birisi olan sürekli devininimlikle beraber onlarda gözden kayıboluverdiler aniden. Her inen yolcuyla biten bir günün yeni hikayeleride başlıyordu böylelikle… Şu andan itibaren benimde üzüntülerim dahada artmıştı. Burada beni daha çok üzen nokta ise evde beni bekleyen birisinin olmamasıydı. Bu sadece bu durak için geçerli olmayıp, bütün duraklar için içinde böyleydi. Yani hiç bir yerde kimse benim gelip gelmeyeceğimi beklemiyor veya merakta etmiyordu. Ben bu yüzden bütün duraklara düşmandım. Yaşamağa düşmandım, kendimden hergün biraz daha nefret ediyordum. Kendimin dışında herkese saygı duymağa uğraşıyor ve de bunu başarıyla yerine getiriyordum. Hoşlanmadığım yerlerden uzaklaşıyordum. Bu girdap benim hayatıma yavaş yavaş nüfus ederek sistemleşiyordu. Tramvay Melibocus durağına geldiğinde, vagonda olan bir kaç insanın yorgun ve ilgisiz bakışları arasında düğmeye basarak sert ve tedirgin adımlarla beş veya altıyüzmetrelik son yolumuda bitirmek için tabana kuvvet diyerek eve doğru yöneldim. Böylece koca bir günü isteksizce kapımda noktalama karar kararsızlığını göstermek zorundaydım. Kazasız belasız bir gün geçirdim diyerek içimden kendi kendime sitem ederken, artık kendimin iyi bir insan olmama şüphesi de zuhur etmeğe başlamışti. Bedenim ve ruhum fiziyolojik olarak öyle yorgundu ki adım atacak mecalim dahi yoktu. Ben yinede insan kokusuna hasret ruhumla bir yerlerde yığılıp kalmak istiyordum. Bir daha hiç uyanmamak üzere … Sonunda dayanamayıp tekrar bir yerlere geri gitme isteği içimde o kadar belirginleşmişti ki, anahtarı kapı deliğine takmadan geri deönüp bir yerlerde kaybolmak istiyordum. Ama, nereye, kime, niçin ve neden gideceğimide bilmiyordum. Ayrıca beni gecenin bu saatinde kabul edecek kadar dostlarım yoktu artık, yanlızlık gemisi denen şu hayatta. Sonunda bu karmaşık düşünceler içerisinde bocalarken yinede kapıyı açacak kadar cesaretlendirdim kendimi. Şu andan itibaren yürüme gücüm kalmamıştı. Kapıyı açarak posta kutusuna yöneldim ve gelen mektupları alarak bir ağlama fasılıyla koridorda bir odacık ev denen cehenneme doğru yöneldim. Daha odaya girmeden sağnaklar halinde saatlerce ağlayarak Frankfurt’a bir günün nasıl cehenneme dönüştügünü kendi iliklerimde hissettim. Ağladım, ağladim, ağladım, saatlerce ağladım kaybettiklerim, ve bu kayıpların ve sevgilimin asla bana bir daha geri dönmeyeceği veyada dönemeyecegi için. Günlük elbiselerimi değişerek bütün öfkemi bilgisayarın tuşlarına vurarak yukarıdaki bu pasajı yazdım.

Saygılarımla
Hüseyin Arslan, 30 Nisan 2008, Frankfurt Almanya

Paylaş
(c) Bu yazının her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Yazının izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Yazıyı Değerlendirin
 
Telefondan sonra Yazısına Yorum Yap
Okuduğunuz Telefondan sonra yazı ile ilgili düşüncelerinizi diğer okuyucular ile paylaşmak ister misiniz?
Telefondan Sonra yazısına yorum yapabilmek için üye olmalısınız.

Üyelik Girişi Yap Üye Ol
Yorumlar
Bu şiire henüz yorum yazılmamış.
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.