- 1090 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İlginç Raslantı
Bu yıl ağıstos ayının dördünden itibaren yıllık izinimi kullanmak için izine ayrılmıştım. Ỉzini planlarken amacım yirmi günlüğüne bir Ỉstanbul ziyareti olacaktı, ama çeşitli ve kişisel sebeplerden dolayı bu izinimi erteleyerek Ỉstanbula gitmekten son anda vazgeçmiştim. Ve gerçekten iyi de yapmamıştım. Yıllardan beri ihtirasla istediğim bu ziyaret kendi hatalar zincirimin sadece bir halkasıydı benim biyografimde... Ben de kendimi teselli ederek gezdiğim şu Almanya’nın Frankfurt am Main kentinde kendime her gün can sıkıntılarımı aşmak için geliştirdiğim bir yöntem buluyordum. Bu kafeterya senin, şu bar benim diye dolaşıp duruyordum. 11 Ağıstos 2008 tarihi de aslında diğer günlerden farklı bir gün değildi, ben iyi uyumadığım bir gecenin ardından her zamanki gibi tıraşımı olup, duşumu aldıktan sonra temizce giyinerek gönlümce bir gün geçirmek için evden zevkle ve ıslık çalarak çıkmıştım, beni görenler ya lotodan para kazandığımı, ya da yeni bir bayan arkadaş bulduğumu sanarlardı. Bu sevinç rüzgarıyla tramvay durağına doğru hızlı ve neşeli adımlarla yürüdüm. Tahminen beş dakikalık bir bekleyişten sonra beklediğim tramvay geldi ve ben yine her zaman ki gibi boş koltuklardan birine oturarak yeni başladığım kitabımın sayfaları arasına gömülerek içimdeki neşesiz sevinci, neşeye dönüştürmeğe ugraştım. Okumanın zevkini gerçekten beşinci ve altıncı cümleden sonra olsa gerek, alarak tattım. Kaşımı kaldırdığımda tramvay da istediğim durağa gelmişti zaten. Ben de bu süre içinde bu kitaptan yedi sayfa kadar bir kısmı okumuştm. Kitabın konusu aydın, ilerici bir tarih öğretmeninin, öğretmenliği sırasında tarih derslerinde alışılagelmiş resmi tarihi irdeleyerek büyüteç altına almasından dolayı karşılaştığı güçlükleri anlatıyordu. Yani resmi tarihin „yalanlarını“ gerçekten gün ışığına çıkaran yöntemler kullanan bu Atatürkçü Öğretmen bir yönüyle aydın kuşaklar yaratmanın mücadelesini verirken, gelecek kuşaklara okuma sevgisinide aşılamak için verdiği olağanüstü gayretlerini sıralıyordu. Çünkü Türkiye’de 1950 yıllardan beri her alanda görülen yozlaşma en çok eğtim alanında gerçekleştirildiği için, sanırım ülkemizin şu an karşılaşmış olduğu sorunların da geçen 60 yılda ülkeye hükmeden bütün gerici ve sağcı partilerin dini kullanarak istedikleri başarıyı elde etmeleri bunun bir göstergesi olsa gerek. Bunun tersini iddia etmek demek, „kuma kafa gömerek, dünyaya bakmak“ demek olduğunu her aklı selim insan anlayacaktır. Cumhuriyet, Türkiye’ de Avrupa’da ki gibi tabandan gelişerek kurulan bir halk hareketi olmadığı için gelişimide ancak askeri kontrollerle geçici başarılara imza atarak kalıcı olma mücadelesini sürdürmüştü. Ne zamanki halka sözde „inmek – binmek demokrasisi“ endüstrileşmeyi yaşamamış, yarı kentli, yarı köylü, okuma yazmayı kıt kanat beceren, düşünmeyen, sorgulamayan, itaatkar bir halkla salt çoğunlukları sağlayarak ikdidardaki partiler istedikleri kadroları, istedikleri bakanlıklara getirerek adım adım iktidarlarını kuruyorlardı. Bu bir yönüyle bana Selçuklu Devleti’nin feodal beylerinin karşılıklı sürdürdükleri it dalaşını andırıyordu. Bir kaç ilerici Kemalist aydının ve Kemalizmi canı pahasına savunan subay kadroları işin üstesinden gelemiyorlardı. Çırpındıkça batış misalini oynayan „Türkiye Sosyaldemokrasi’sinden ümitler tamamen kesilmişti. Kısa msafede kitaptan edindiğim bu bilgiler benim içimdeki öteki acılarımı bir nebze de olsa dindirmişe benziyordu. Ỉnisten hemen sonra ilerideki bankama giderek biraz para alıp harcamak istiyordum. Ỉlk işim kremalı bir cappuccino içerek güne merhaba demek olacaktı. Ben gerekli parayı kontomdan çektikten sonra şehirin merkezine doğru giden onlarca metro ve tramvaylardan dört numaralı metroya binerek on dakikalık ikinci bir yolculuktan sonra istediğim istikamete de gelmiştim. Binlerce insan içinden sıyrılarak uzunca yürüyen merdivenlerden birine atlayıp sessiz ve sakince etrafımı ayrıntılarıyla inceleyerek Kadınlar Kilisesi’ni geçip, Frankfurt Merkez Kütüphanesi’nin merkez binasındaki kafeteryaya gelmiştim. Hemen köşedeki boş masalardan birisine rahatça oturarak solumdaki masada oturarak kahvesini içip kaşığını yalayan güzel bir Alman bayanı gizlice göz altından seyretmeğe başladım. Bu arada garson kızın gelmesini bekleyerek listeyi elime alıp evire çevire döndürerek bakmış gibi yaparak öyle duruyordum. Hava bu ülke için normalin biraz üzerinde olduğu için cappuccino içme fikrimi bir saniyede değiştirerek büyük bir cam tabakta 5.90 Euro değerinde mevalı bir dondurma ısmarladım kendime… Bu arada bir yandan da çaktırmadan sol tarafımda oturan bayanı hala seyretmek için arada sırada ona dogru bakışlar fırlatıyordum. Bu arada şehirin bu ana merkezi sayılacak yeri bana Türkiye’de ki bayramdan önceki pazar yerlerini andırıyordu. Daha on dakika geçmeden ananaslı, kivili, mangoslu ve kirazlı dondurma tabağım da gelmişti. Kendi içimden bu manzara görülmeye değer diyerek geçirdim ve eğer hava sıcak olmasa çok yavaş yeme isteğimde olabilirdi. Ama ben normalden fazla acele ederek yavaş yavaş meyvalı dondurmamı kaşıklamağa başladım, dondurmayı yerken, bir yandan da bu orta güzellikte ki Alman hanımla bir diyalog kurmanın felsefesini yapmağa uğraşıyordum. Bayan kırkını ya yeni aşmış, ya da kırkına yeni basmıştı yaş itibariyle… Ö öyle sesiz başı öne eğik melankolik ve elemli bir şekilde düşünürken; ben onun elbiselerini, saçını, ellerini, giydiği ayakkabısını, omuzlarının duruşunu, göğsünü, yüz ifadesindeki mimikleri, sukunetini ve kilosunu tahmin ederek zamanımı geçirmeğe çalışıyordum. Sonra birden güneşin dönüşüyle gördüğüm yüzünün soluk oluşunu görmem, duygularımın emriyle harket eden mantığım, onunla kontak aramama gerek olmadığı sinyalini beynime gönderdi. O şu andan itibaren kilolarının aradığım özelliklerde birisi olmasına rağmen benim beynimdeki formata uymuyordu. Bakımlı yüzleri, onun içindeki gizli soğukluğu gizleyemiyordu. O bu arada yinede bir iki defa benim tarafıma bakarak hesabını ödemek istiyordu. Bunu ben davranışlarından anlamıştım. Ama ben açık vermeden bir daha onun tarafına bakarak karşılıklı bir gülümseyişle cevaplandırmıştım. Gayet sakin olan bu hanımefendi, acaba benim bakışlarımı farkedip rahatsız mı oldu diye içimden geçirirken o da hesabınını ödüyordu. Ben ona bir daha tepeden tırnağa bakarak vucut olarak hiçte fena sayılmayan bu hanımla neden iyi bir diyalog kuramadığıma hayıflanırken, bu kez ki bakış ondan geldi ve gülümseyerek, kibar Almancasıyla „size iyi günler diliyorum“ diyerek kalkıp ters istikamete doğru yürüyordu. Bende hemen hafifçe başımı çevirerek ona baktığım da o hemen yandaki oldukça modern mimari bir tarzda yapılmış bir binaya girmek için sol cebinden çikardığı şifreli kartı ile kapıyı açarak bu binaya girdi. Bina Franfurt Belediyesi’ne ait bir bina idi. Kapının hemen girişinin sağ yanındaki kartallı armanın altında: Kadınlardan sorumlu bir müdürlük kolu olduğu anlaşılıyordu (Frauenbeaufrtagte für Frankfurt am Main).
Ben bu dikattli bakışlarımı bir kişiye endekslerken rüzgar gibi kayıp olan bu insan için daha fazla bir düşünce derinliğine dalmaktan vazgeçerek, düşüncelerimde geri dönüp masama geldim ve meyvalı dondurmamı kaşıklamağa devam ettim. Bu benim birden iç dünyama dönüş ile geride bıraktığım o acılı, ama çok acılı ayrılık olgusunu yine dimağıma sokmağa uğraştığı için beni bir kez daha zorluyordu. Ama bu artık benim için çaresiz bir durumdu, ben bu ilişki için gösterilecek bütün özveri ve gayretleri göstermiş olmama rağmen karşı taraf sürekli beni suçlayarak yeni kurallar koymuştu. Artık yeni şartların bittiğini anladığında ise, sudan bir bahane ile benden bir daha görüşmemek üzere ayrılmıştı. Bana da bu çaresiz duruma boyun eğişten başka bir sorumluluk düşmediği için, zoraki kabullenmenin dışında bir alternatif kalmamıştı. Kendimi teselli edip, ağlayan kalbimi, suni yüz gülüşleriyle örtemeğe çalışmayı sanat edinmek için yeni yöntemler üretiyordum kendi kendime… Böyle karmaşık düşünceler içerisinde kıvrılıp dururken, kitabımı çantamdan çıkarıp okumağa başlama isteği belirdi birden içimden. Ỉçimdeki sonsuz istek bu kitabı sıkıcı bir kitap olmasına rağmen, bir çırpıda okuyup bitirme isteğiydi. Onu özenle cantamdan çıkarıp kaldığım yerden okumağa başladım.
Ben yaşanılan dünyadan koparak hayatın başka bir gerçeğine kendimi bırakarak okuma yoluma devam ettim. Kendimi Tuna Nehiri’nin akan sularına bırakan eski bir sandal gibi sayfaları sakin bir şekilde okuyarak yaprak yaprak çevirip kitabın derin iç dünyasına verdim. Oradaki betimlemeler öylesine derince işlenmiştiki, bir taşın anlatımı bile bazen üç sayfa kadar sürüyordu. Bazen düklerin, lordların o zengin malikhanelerinde bütün maddi zenginliklerine rağmen onlarında mutlu olmadıklarını biraz daha yakından öğrenme olanağım olmuştu kitabın bu bölümünde… Duvarları sağlam şatolar, bahçeler, yüzme havuzları, kapıdaki korumalar, kralların ebedi saray eğlenceleri yinede tarihte binlerce „Sisifus Sendromları“ bırakarak, acı hatıraları sadece yoksulların yoksullukla yaşamadıklarını hatırlatıyordu bana. Burada buna onlarca örnek verilebilinirde aslında… Evet, Arthur Schnitzler’in biricik kızının intihar etmesi, hemen hemen yanlızlıkla boğuşup ölen Napoleon, Viyana Operasının yazarı Van der Null, eseri Viyanalılar, özellikle de Ỉmperator tarafından eleştirilere dayanamayarak intihar etmesi gibi… Örnekleri çoğaltabiliriz, ama ben içimizi karartmamak için daha fazla misale gerek duymuyorum burada. Fakat inanılan Tanrı işleri daha da zorlaştırarak, imparatorlarında acılarını dindirmek yerine artırmıştır. Ben burada Avusturya – Macaristan Ỉmparatorundan bahsetmekteyim. Bu ada niye geldiǧimide hemen sizlere izah etme gereği duyarsam, gerçek şudur ki birinci dünya savaşının arefesinde gelişen olaylara biraz değinmek olacaktır. Bu bölgede süren iç karışıklıklardan bunalan bu adam, aynı zamanda duyarlı ve dertli de bir insan olmasından dolayı sabahın erken saatlerinde uyanarak bir tiyatrocu olan metresi (kapatması)nin kapısını çalarak ona günlük yaşamın bunalımlarından kaçarak içini dökermiş. Çünkü koskoca Ỉmparator sarayında yanlızlığın acısını çekmektedir. Bu sıralarda koskoca imparatorluk sarayında kimse kalmamıştır. Onun sevgili karısı güzel Elizabet (Sisi), diye anılan Kraliçe kafayı sıyırıp, ruhu çok bozuk olduğu için zamanının çoğunluğunu Viyana’dan ayrılarak Avrupa’nın çeşitli yerlerinde geçirirmiş. Bu küçük örneklerde de görüldüğü gibi bazen maddi varsıllık mutluluk kaynağı olamıyor. Kitap bu ve buna benzer bir sürü tarihsel örneklerle, o can sıkıcı özelliğini terkederek, yerini bir akıcılığa birakmıştı. Bu bilgiler aynı zamanda benim içinde bir tekrardı. Lise yıllarındaki bilgilerimi böylelikle ya pekiştiriyor, ya da „aha“ diyerek heycanımı kendi içimde yaşıyordum. Yani bir yönüyle geçmişin kokusu yeniden aromatik bir hal alarak burnuma mis gibi güzel bir koku armaǧan ediyordu.
Ben bu sayfaları heycanla okuduktan sonra şöyle bir gerinip esneyerek, kitabın 124. sayfasına geldiğimi gördüm. Ỉstemediğim bir şeyi yapmak zorunda kaldım bu sayfayı kapatmak için. Bu sayfada kaldığım pasaji kırmızı bir kalmle işaretleyerek, sayfayı ortasından katladım. Aynı zamanda bunu yaptığım için kendimi de eleştirmeğe başladım. Bir kitabı, bilinçli bir kitapsever olarak böyle kullanmam gerekmezdi aslında. Etrafımı yeniden süzerek şöyle bir gerinerek efendice ve ağzımı kapayarak bir kez daha esnedim ve garson kıza bir işaret yaparak yanıma gelmesini rica ettim içimden. Bu hanım hanımcık kızcağız, hemen diyerek bir baş işareti ile yanıma doğru geldi. O bana Almanca hitap ederek ne istediğimi sordu. Bende ona hemen Türkçe cevap vererek onun Türk olduğunu anımsattım. Gerçektende benim Türkçe konuşmama karşılık bu kibar kız Türkçe karşılık verdi ve ne istediğimi sordu. Türkçesi gayet güzel ve anlaşılır bir biçimdeydi. Bende bir kremalı cappuccino istediğimi söyledim. Hemen arkasından, annesinin ve babasının Türkiye’nin hani kentinden geldiklerini sordum. O da annesinin Urfa’dan babasının da Ankara’dan geldiğini söyledi. Ve hemen arkasından benim ne iş yaptığımı sordu. Ben de ona gayet kibar bir sekilde bu aralar kalbi yaralı bir boş işler genel müdürü olduğumu söyleyince, şaşkınlıkla bakarak önce bunun ne demek olduğunu anlamağa çalıştı. Arkasından da gülerek ilginç bir insansınız sizinle tanışmak isterdim diyerek yanımdan ayrıldı. Bu kezki ısmarlamam sanırım rahat bir on dakikayı geçmiş olsa gerek sıkılmağa başladım beklemekten. Ben öyle kendi kendime mırıldanırken ısmarladığım cappuccino da gelmişti zaten. Ben bu arada kapattığım kitabı istemeyerek açarak sayfalarını gelişigüzel çevirmeğe başladım. Ỉsteksizde olsa, sayfalardan birinde ilginç bir şey arıyordum içimden: Şöyle okuyunca aa burası ne kadar ilginç diyebileceğim bir sayfa arıyordum. Aslında kitabın her sayfası ilginçti, çünkü kitap Türkiye Devleti’nin eğtim sistemini büyüteç altına alarak etraflı bir reformun özlemini, kavranılmayan ve kavratılmayan Kemalizm’in acı sonuçlarının yobaz kuşaklar yetiştirdiğini eleştiri niteliğini taşıyordu... Tarih öğretmeni olan bu saygıdeğer hanımefendi, aynı zamanda gelişen Türk Ỉslam milliyetçiliğinin tehlikelerini de ayrıntılarıyla anlatıyordu. Ben sonra kendi kendime; daha ne istiyorsun moruk, diye çıkıştım. Kitap sosyal ve politik açıdan bakıldığında benim eğtim ve dünya felsefeme uygun bir içeriği tema ettiǧı için daha fazlasını beklediǧim için kendi kendime hayıflandım. Sonrada kitabı tekrar kapatarak kendimin tarihten ne anladığımı mantığımın süzgecinden geçirerek düşünmeğe başladım. Aslında okullarda okuduğumuz tarihin, tarih biliminden uzak olduğunu, egemenlerin her devirde iktidarda oldukları için tarihi istedikleri gibi yazdıklarından dolayı, geçmişteki olayları, savaşları, sosyal çalkantıları çarpıtarak veya da asıl amacından ve içeriǧinden mahrum bırakarak bize aktardıkları gerçeği gözümün önünden geçti, bir tarihsever olarak. Ben böyle engin hayallere dalmış çevremdeki olup bitenlerden uzaklaşmışken, beynim dalgalanmalara maruz kalan yapraklar gibi sallanıyordu. Kitabı tekrar evirip çevirerek bir süre daha gelişigüzel sayfaları çevirdim. Arkasından da bu akşam acaba hangi konu üzerinde uzun soluklu bir deneme yazarım diyerek kendi içimden herzamanki gibi kendi kendime konuşarak telkinlerde ve uyarılarada bulundum. Ỉçimdeki psikolojik dalgalanmalar her normal insanın kendi içinde taşıdıği endişeler olduğu için kendimi tekrardan teselli etmeğe de başladım. Analizler yapmanın, analistlerin işi olduğunu düşünerek, kafamdaki bu duygunun gereksiz bir endişe olduğunu düşünerek bundan vazgeçmeğe çalıştım. Ve bir yönüylede bunu başardım sanırım.
Ben yine etrafımdakileri dikkate almadan böyle düşünceler içerisinde kendi kendime bocalarken, karşıdan altı yedi yaşlarında bir kız çocuğu ile bir kadının binanın gölgeli taraflarından bir şeyler içmek için boş bir masa aradıklarını gördüm, aman bu ne görüştü, irkildim, içimi derin bir şüphe doldurdu... nedenini bilmediğim. Ben bu kadını bir yerlerden tanıyordum, ama nereden, nasıl bir geçmişi andırıyordu bana, eski bir sevgilim de değildi, ama bir yerlerden kafama takılan bir soruydu bu. Nerden tanıyordum, yanındaki bu kız çocuğu kimindi, yüzündeki o hafif sağa eğriliş, hüzünlü bir yaşamın geride bırakılmadığını, ama içinde yaşandığının bariz bir ifadesidiydi. Yüzlerde ki belli – belirsiz çizgiler hayata hüküm sürmenin ağır bedelini bu kadınında omuzuna yüklemişti... Ben oturduğum masadan gözlerimle her hareketini takip ettiğim bu bayan, aklımın süzgecini zorlayarak bir yerelere varmak isterken, ve kim olduğunu çıkarmak için uğraşıp dururken, o da duvarın gölgesinin düştüğü yöne bakan masalardan birine, bu tatlı mı, tatlı güzel kız çocuğu ile birlikte oturdu. Önce hafifçe kafasını çevirerek etrafı yorgun ve isteksiz gözleriyle süzdü... Ben onu göz altında dikkatlice takip ederken bir bilim adamı gücünü, gücümü kullanmak geliyordu içimden, onun o andaki psikolojik durumunu betimleyerek beyninden geçen bütün düşünceleri, hayalleri, yaşadıklarını, geçmişini, çocuğun kim olduğunu, neden Almanya’ya geldiğini, ya da neden ithal gelin olduğunu, (eğer benim beyinim yanılmıyorsa), niye böyle bir şeye ihtiyaç duyduğunu, yoksa ağır bir sevdanın domdom kurşununu yiyerek bir çocukla tek başına klassik bir göçmen yaşamı mı sürdürüyordu temizlik işlerinde çalışarak. Ya da aradığı şey bir kuşun kanadı kadar hafif olan mutluğu bulmadan kaybetmenin ağır yenilgisiyle, sitemi içine gömerek yaşamak mı diye geçirdim kendi içimden... Arkasından da, benim düşüncelerim, “yanlış olabilir, neden bir başkası üzerinde böyle kesin hükümler yürütüyorum” diyerek hayıfladım... Ben bu düşünceler içinde yüzerken kafamı tekrardan kadının ve çocuǧun olduǧu yöne doǧrultarak bir kez daha cesaretle çocuǧa ve kadına direkt bakarak rahatsız etmeden dikkat çekmek istedim. Bua arada çocuk annesinin boynuna sarılarak ona bir şeyler söylerek, annesini her iki yanaǧından öperek ellerini tuttu. Bu manzara gerçekten görülmeǧe deǧer bir sevinç tablosuydu… İşte ne olduysa bu andan itibaren oldu, kadının gözleri faltaşı gibi açılarak bana doǧru bakmaǧa başladı, birbirimizi biryerlerden tanıdıǧımız kanısı hayalden gerçeǧe doǧru ilk adımını da atmış oldu böylelikle… Önce hafifçe bir gülümseme ve tebessümle bana dikkatlice bir kaç dakika baktıktan sonra, beynimden geçenleri okumuşçasına “seni biryerlerden tanyorum, merhaba ben Adana Erkek Lisesi’nden Aylayım, bu da kızım Pelin” dieyerek kendini tanıttı ve hemen arkasından ismimi bunca yıldan sonra unutmuş olmanın üzgünlüǧünü yaşadıǧını belirtti. Ben de kendimi taktim ettikten sonra “ha şu şair, ezbere şiirler okuyan, edebiyatı eleyip elekten geçiren, edebiyat bölümünün çalışkan öǧrencilerindensin, şimdi hatırladım, biliyorum” diyerek müsade edersem masama gelmek istediǧini söyledi. Ben de “seve seve neden olmasın diyerek 24 yıl önceki ve lisenin son iki yılının anılarını beynimizde canlandırarak konuşmaǧa çalıştık. Sohbetimize başlarken, “sen çalışkan bir öǧrenciydin, anlat bakalım son 24 yılda neler yaptın, kaç tane üniversite bitirdin, ve mesleǧin nedir?, ne öǧrendin?” sorusu geldi… Ben de bu soruya takriben, üniversite sınavının ilkini o yıllar kazanamadıǧımı, ama arkasından başarılı bir çalışma ile güzel bir üniversiteye girdiǧimi ve bua rada bir yüksek okul ve bir üniversite bitirdiǧimi belirterek konuya girdim. Ama askerliǧi erteleme işlemlerini hatalı olarak yapıldıǧı için, bir gün İstanbul girişınde polisin yapmış olduǧu rutin bir konntrolle, hemen apar topar askere alındıǧımı ve onsekiz aylık bir resmi vatandaşlık görevini yerine getirdikten sonra, bir yıl daha Türkiye de oyalanarak, arkasından da kapaǧı öǧrenim için Almanya’ya attıǧımı belirttim. Bu benden iki yaş küçük olan bu gün “Ayla Hanım” diye hitap ettiǧim bayanın, bana ilk sorusu ozamanlar neden kızlarla fazla ilgilenmediǧimi sormaktı. Kaçamak cevaplar vermeǧe çalıştım sa da, verdiǧim cevaplar bu hanımı, inandırmamıştı. Sonra konşmamız karşılıklı diyaloglar halinde sanırım iki saat kadar sürmüş olmalıki, bu hanımın akkıllı ve sevecen kızı bizim tarihsel sohbetlerimizden sıkıldıǧını belirtti. Ben de hemen kalkabiliriz diyerek konuşmamızı bir çırpıda kestim. Hesapları Türk geleneklerine göre, bir erkek olarak ben üzerime aldım ve ödedim. Sonra da bu minicik ve güzel kızla bir süre daha yürüyerek sohbet ettim. O bu yıl sonbahar da ilkokula başlayacaǧını heycanla ve zevkle hayatında ilkkez gördügü birine güvenerek kendinden bahsetmesi bir pedagog olarak beni gerçekten aşırı derecede mutlu etti. Sonra ben çocuk ve annesi ile başka bir kafeteryaya giderek, Almanya’ya geliş hikayesini anlatmasını istedim. O da bunu seve seve kabul ederek kafeteryanın kuytu bir köşesinde sohbetimize devam edecegimizi söyledi.
Biz kücük hanımı garantiye alıp onun canının sıkılmaması için genelde çocukların çok sevdiǧi iplik makarna ve dometesli bir souse ısmarlayarak kendi dünyamıza dalmanın heycanını yaşadık. Evet, Ayla konuşuyor: “Liseyi bitiri üniversite sinavlarını kazanamadım, bu kırılan gençlik hayliyle her liseli genç gibi benim de dünyam yıkılıp bunalımalra girdim, Adana’nın kenar muahlleleri de aynen küçük bir köy gibi dedikoducudur, kadınlar evlerin kapı önlerinde, saatlerce birbirleriyle sorbe ederek, hep diǧer komşuyu çekiştirerek geçirirler vakitlerini. Bende Ayla olarak bu dedikodulardan nasibimi aldım, aylarca kapı önüne bile çıkamaz oldum, hem ailem benim bu başarısızlıǧım hem annemi hem de babamı muahlle içinde zor durumda bırakıyordum, bu durum bütün yaz ve sonbahar böyle devam ederek ve beni yıpratarak acımadan akıp gitti. Bir süre İzmir’e teyzemin yanına giderek birkaç haftalıǧına İzmir’in imbat esen deniz kokusunu yudumlayarak yaşamı denizle bütünleştirmenin zevkini iyi kötü tatarak geçirdim, ve b usüre içinde teyzemin sosyal çevresindeki ailelerle ziyaretlerine refakat ederek katlanmak zorunda kaldım. Teyzem, beni deyim yerindeyse ise birine yamamak için elinden gelen her türlü sululuǧu ve gayreti göstererk benim çevresindeki ailelerden birisinin yetişkin delikanlırarına ayarlamak istiyordu. Zaten annem de beni bu amaçla teyzemin yanına göndermişti. Babamın fikrini soran yoktu, o her gün düzenli olarak işine gidip gelmenin dışında öyle büyük bir hareketliliǧe ne yapısı nede beyni müsaitti. Torpille bir fabrikaya kapaǧı atmış, maaşla çalışarak kenar muhallelerden birisine bir de gecekondudan biraz daha modern ve iyi olan bir ev dikerek, aile için gereken sorumluluǧunu üzerine almış ve hep emekli olunca rahat rahat yaşayacaǧının hayaliyle avutuyordu kendini. Yani babam için arada sırada nasılsın kızım, hele bir bardak su getir de içeyim, yada yanaǧımdan bir buse alarak, benim dünyalar güzeli kızım demenin dışında hiç bir şey duymamıştım. Ben buna da şükür ediyordum, içimden babamı annemden daha çok sevdiǧim fikri içime iyice yerleşmişti beynime… Şimdi ben yine babamı düşünüyordum ve onun yanında olmak istiyordum. Teyzem iki üç hafta içinde can sıkıcı olmaǧa başlamış ve davranışları beni rahatsız edici bir hal almıştı. Ben böyle karmakarışık bir kafayla bir gün gazetelere göz atarken, Adana M. Müdürlüǧü’nün memur ve memure almak için elemanlar aradıǧını okuyrak içimdeki ümitsizlikleri bir anda, umuda dönüştürerek, sınavdan sonraki kaos psikolojimi ilk kez sevince dönüştürmüştüm. Yeniden genç kızlık heycanlarım, hayallerim olmaǧa başlamıştı… Ve hemen bu haberi okuduktan bir hafta geçmeden ilk otobüsle ver elini tekrar Adana diyerek yola çıktım. M. Müdürlüǧü’ne giderek gerekli bilgi ve evrakları alıp, kendi kişisel evraklarımıda iki gün içinde tamamlayarak yapılacak sınav gününü beklemeǧe, hemde en büyük umutlarla beklemeǧe başladım. Arkasından sınav ve bir haftalık bir bekleyiş ve kaderi deǧiştiren sınavı kazananlar listesindeki isimler, benim ismim, hemde hiç bir torpil olmadan, kaybedeceǧim korkusu yüzde yüz iken, sınavı kazanmamın acaba bir mucize mi, yada görünmeyen bir güç bana yardım etmiş psikolojisi bütün benliǧimi sararak öyle sevinmiştim ki anlatamam. Yine de inanamamıştım bu sonucun böyle olduǧuna, eve gittikten sonra telefona sarılarak, sonucun doǧru olup olmadıǧını birde öyle öǧrendikten sonra tam emin olmanın derin sevinci ve gelecek ayda hemen işe başlayacaǧım sevincinide içimde çoǧaltarak beklemeǧe başladım, derken sevinçli günlerle beraber herkesin bana bakış açısı birdenbire deǧişmeǧe başladı, hatta muhallede bile komşuların davranışları, sanki başka biriymişim gibi deǧişmeǧe başladı. Bir kaç gün sonrada işe başlayarak memure olmanın havasını dolmuştan inip muhalleye doǧru yürürken bile kendi içimde hissetmeǧe başladım. İşi öyle sevmiştim ki adeta onunla bir beden gibi olarak yaşamaǧa başlamıştım. Öyleki mümkün olsa ve hafta sonu çalıştırsalardı, seve seve hafta sonlarıda çalışmaǧa hazırdım. Ve yaklaşık bu iş yerinde üç yıl yakın süre çalıştım. Derken bir yaz günü Adana’nın nemli ve boǧucu sıcaǧı olmasına raǧmen hafta sonu tanıdıkların düǧününe davet edilik. Süslenmeler, güzel ayakkabılar, güzel kıyafetler giyinerek sallana sallana yola koyulduk. Salona girdiǧimizde müzikli, cümbüşlü, oyunlar eşliǧinde oynayan kızlar, erkekler salaona ayrı bir renk veriyorlardı. Böylece evlenecek adaylar kendi gelecekleri için eş dost, abla, amca, teyze aracılıǧıyla birbirlerine kur yaparak bakışmanın zevkini yaşarken benim de gözüme ilişen oldukça yakışıklı, yüzleri, ve vucut yapısıyla beni etkileyen bir delikanlıyla gözümü iliştirerek ona baǧlanmaǧa, gönlümün aşka susayan tarafını memnun etmeǧe ve bir yuva kurmanın hayalini gülen gözlerimle ve flörtlerimle ona belirttim. Sanırım sinyali almış olan bu yakışıklı genç bir yolunu bularak benimle konuşmayı başardı, adres deǧişiklikleri derken tanıdıkların araya girerek, yine diǧer tanıdıklar aracılıǧıyla “sicil soruşturması” denen göstermelik bir araştırma arkasında görücüler, karşılıklı aile ziyaretleri, can sıkıcı ve olması gereken süreç. Arkasından kısa bir nişanlılık dönemi ve bir kaç ay geçmeden masraflı ve gösterişli bir düǧün, hayatı birisiyle paylaşmak, her genç kız ve erkeǧin rüyası olan evlilik. Törelerimize göre kutsal sayılan zoraki bir beraberlik, birlikte yaşamadan, tanımadan biriyle yaşamak zorunda bırakılmak, ve biz gençlerinde bu yerleşik geleneklere evet diyerek boyun eǧişimiz. Ve on yıldan fazla süren bir evlilik. Her birlik ve beraberlik gibi ilk beş altı yılı mutlulukla mutsuzluk arasında yalpalayan bir sevgi türü, derken suratlara yapışan ilk tokat, arkasından özür dilemeler, bir daha olmazlar, bak ne güzel bir kızımız var, birlikte mutluyuz, seni seviyorumların tekrarı, derken bir daha, bir daha ardı arkası gelmeyen uzun ve gereksiz tartışmalar. Ve bir daha baba evine bir çocukla geri dönüş, tanıdıkların araya girmesi ve birkaç haftalık geçici mutluluk ve sonunda, ilişkimizin bitiş noktası, psikolojik bunalımlarım, işimi istemeyerek terk edişim. Acıların, hayatımda yaptıǧım en büyük hatanın bu olduǧuna inanmak. Ve arkasından birisinin arkasına takılarak yine büyük umutlar ve yeni bir evlilik, Almanya’ya geliş, gelişte ne geliş babam, yemede yanda yat, daha bir yıl geçmeden “seni Almanya’ya getirdim çocuǧuna babalık, sana kocalık yapıyorum, yedigin önünde yemediǧin arkanda, daha ne istiyorsun, sen şükret Allah’ına başka kadın mı yoktu, seni adam ettik, nankör olma… vesaire gibi, sonu gelmeyen üstünlük taslamalar ve arkasından ikinci eşten de ayrılış. İşte yirmiiki yıllık hayat hikayesinin, hemde gerçek bir hayat hikayesinin kısacık öyküsü… İşte böyle, sevgili arkadaşım Hüseyin şimdi bu kadarla yetinelim“ diyerek hikayenin ilk fasılını bitirmek oldu. Bua arada gözümüz saate ilişti ve zaman gerçekten ikindiyi de geçmişti, bu kez kez hesaplarımızı bu hanım ödedi ve gelecek randevu günü ve saatini tespit ederek, tokalaşıp ayrıldık. Ben yanlız başka bir yöne doǧru giderken bu olayın bir hikaye deǧilde gerçekten yaşanmış bir olay olduǧunu beynimde tasarlayarak kaǧıda dökmem gerektiǧi bilincini uyandırdım kendi beynimde. Ve içimde garip bir heycanla başka bir kafeteryaya giderek bilgisayarımı açıp yazmaǧa başladım. Olayın ikinci bölümü Almanya’ya gelen ve aynı kadere boyun eǧen binlerce ithal gelin ve damadın da boyun eǧmek zorunda olduǧu şartları birazda sosyolojik olarak büyüteç altına alıp irdeleyeceǧim. Bu hikayeyi yaklaşık on gün zarfında tamamladım. Saygılarımla…
Hasan Hüseyin Arslan, 05.09.2008, saat 17:34 de, Vor der Kinzigbrücke Cad. 6, 63452 Hanau Almanya, Burada bazı hafta sonları isteyerek çalışıyorum, ve burası benim yeni işyerimin beş gence ev sahipliǧi yaptıǧı ve 16 – 22 yaşları arasında beş gencin kaldıǧı bir yurt.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.