- 935 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Türkiye’nin Diǧer Yüzü – Karanlık Yüzü ve Gelişen İslam Faşizimi
İnsan Hakları Beyannamesi’nin 60. yılının kutlandıǧı şu günlerde ülkemiz “insan hakları” konusunda ne yazıkki yine kırık not alarak sınıfta kalmıştır. 2008 yılinda Türkiye de ondan fazla insan resmen katledilerek devlet insan haklarına ne kadar önem verdiǧini göstermiştir. Bu da demokratikleşme yolunda günümüz hükümetinin son yedi yıldaki başarısızlıǧını göstermiştir. Yani Türkiye de devlet olarak işkenceyi resmi olarak yasaklaşmıştır. Ama bu yasaklayış sanırım 1968’li yıllardan sonra, devlet kendi yasalarını çiǧneyerek gelişen sol muhalefeti yok etmek için her türlü terörü kullanarak artmıştır. Hatta yıllarca Türkiye’yi yiye yiye bitiremeyen Süleyman Demirel denen ve yıllarca Türkiye’nin sözde önemli olan bir ismi olarak “siz bana saǧcılar suç işliyor dedirtemezsiniz”. diyerek ne kadar kan içici bir kişiliǧe sahip oldugunu göstermiştir. Bu gün de piskin pişkin toplantılara ve seminerlere katılarak demokrasi havariliǧine soyunarak yetiştirdiǧi çocuklarını uyarmaǧa kalkıyor. Böyle şahsiyetsizlik dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiştir. Kendi zamanında seçimleri kazanmak için halkın temiz duygularını kullanarak, yüzlerce imamhatip okulları ve cami açarak temiz duygulu dindar insanların sayısına katkıda bulunacaǧı yerde gerici, fanatik, yobaz kendi deǧerlerine yabancı sürüler yaratarak bu günkü Türk toplunu şeriata doǧru sürüklemiştir. O gerici yuvalarının yerine okullar, fabrikalar, yollar, yaparak halk aydınlatılmış olsaydı bu günkü karayobaz çeteler devletin ve hükümetin başına gelemzlerdi. Solu ve ilericileri gerici ve faşist idari kadrolar her gördüǧü yerde yok edip, iskencelerden geçirerek kendi sisteminin pisliǧini de yaratmıştır. Adeta sözde laik olan Türkiye Cumhuriyeti Orta Çaǧ Karanlıǧı’na doǧru sürüklenmektedir. Solu 12 Eylül 1980 Faşizimiyle yok eden ordunun gerici generalleri bu gün gelinen noktayı adeta gözü kapalı seyrederek bir kaç balans ayarıyla durumu düzelteceklerini sanıyorlar. Tarih bunların ne kadar yanıldıǧını; karayobaz çember sakallı vahabist gericileri iktidara geldikleri zaman gösterecektir. Çünkü tarih bilimini egemenler çarpıtarak, içeriǧini deǧiştirerek kafaları bulandırıcı biçimde yazsalar bile, o kendi gerçeǧini, yine kendi metodlarıyla bulacak bir kapasiteye fazlasıyla sahiptir.
Sovyetler Birliǧi’nin daǧılışıyla korkusuz ve dengesizce gelişen “vahşi kapitalizim” buldozer hızıyla ilerleyerek bazen kendi dengelerini korumaktan bile acız kalıyor. Şu anda dünyanın içine sürüklendiǧi mali kriz de bu dengelerin dünya sahnesinden çekilmesinden sonra belirli aralıklarla her zaman ortaya çıkmaktadır vegelecektede bu krizleri kapitalizim bilinçli olarak yaratacaktır. Bu arada gericilik alanında hızla ilerleyen bir Türkiye Avrupa Birliǧi’nin ve adeta günümüzde babamız rölünü üstlenen Pentagon “liberal İslam” uyutmalarıyla ve dayatmalarıyla bizi cumhuriyetin kazanımlarından toplum olarak uzaklaştırmaktadır. Bu uzaklaştırma öyle bir günde, bir ayda bir yılda deǧildir. Öyleki bu kangren Türk toplumunun kanına 1950’lili yıllardan beri dozajlar halinde şırıngalanarak, toplum yapısal bir deǧişikliǧe zorlanmıştır. İnsanlık “Orta Çaǧ” da özellikle Hıristiyan alemi yapısal olarak dünyadan nefret eden bir konumdaydı. Ve buna “contemptus mundi” deniyordu. Mistik gerici din anlayışı, yaşadıǧımız dünyayı; hastalıkların, acıların ve hayal kırıklıklarının bir merkez üssü olarak kabulleniyor ve bunu topluma dayatıyordu. Gerçek mutluluǧa erişmek için insan denen en gelişmiş canlı yaratık ancak ölümden sonra mutluluǧun kapılarından imtihandan geçirilerek içeri alınacaktı. Yobaz, grüh, sahtekâr, işe yaramayan ve düşünce üretemeyen yıǧınlar da böylece bir öteki dünya kandırmacasıyla aldatılarak bekletiliyordu, bu günümüzde de deǧişik biçimlerde de aynı yalan yöntemlerle toplumun çoǧunluǧunu yumuşak karnından yakalayarak bütün hızıyla sürmektedir. Adeta bu şiddete bürünerek günümüzde yıkıcı tehlikelere gebe kalan toplumları din maskesiyle uyuştrarak egemenlerin ekmeǧine yaǧ sürmeǧe devam ediyor. Sayın Prof. Dr. Yaşar Nuru Öztürk bunu Allah ile Aldatmakkitabının 118. Sayfasında şöyle açıklamaktadır: “Allah ile aldatanların en büyük zaaflarından biri, belki de birincisi siddet tutkularıdır. Bunların en hızlı din ve takva sloganı atanların, bir kaç gram yaǧını yediǧi için kendileri fırına atıp diri diri yakanlarına bizzat tanık olanlardanız. Allah ile aldatanlarda, özellikle yakarak işkence etme tutkusu çok belirgindir. Türkiye, bu tutkunun nerelere uzanabileceǧini Sivas Madımak Oteli’nde sergilenen ve 37 insanın diri diri yakılmasıyla sonuçlanan Neronik zulümle görmüş bulunuyor.
İslam’ın ve Türkiye’nin asırlık düşmanları, Allah ile aldatanların bu zaaflarını çok iyi bilmekte ve çok iyi kullanmaktadır. Bu gün dünyanın hemen hemen her yerinde “terör” kelimesi anılır anılmaz İslam ve Müslümanlar akla geliyorsa bunu sebepsiz olduǧu söylenemez. Allah ile aldatanlardaki şiddet ve zaaf tutkusu kullanaılarak Müslümanları şiddet ve kanın cellatları gibi takdim ettiler ve bu takdimde ne yazık ki başarılı oldular. Irak işgali de bu gerekçeyle yapıldı, bundan sonraki benzeri işgalar de yine bu gerekçeyle yapılacaktır. Nitekim İran sıraya konmuş bulunuyor. Evet, İslam’a kurulan şiddet tuzaǧı kurdular ve başarılı oldular, şiddetin kutsala fatura edileni, insanoǧlunun kader çizgisinde en dikenli noktayı oluşturur. Şiddetin başlangıcı ve mayası, Kur’an’da ikrah diye anılır. Kısa ifadeyle, baskı ve zorlama demek olan ikrah, içten ve sevgiyle benimsenmeyen bir şeyi zor, hile ve baskıyla kabul ettirmek ve yaptırmak demektir”. Burada yola çıkarak edineceǧimiz felsefi izlenim, İslam da İslamsız bir yön keşfederek asıl anayolundan saptırılmıştır. Dindar olmayan yobaz, gerici ve gruh bir sınıf şu anda İslam’a hakim olarak, İslam’ı kendi çıkış deǧerlerine ters bir istikamette sürüklemeyi başarmışlardır. Ama hala kavranılmayan ve görülmeyen bir gerçeǧin temellerinde yatan asıl sorun ise, felsefedeki akılcı gelişmeye raǧmen, nasıl olupta bunları alıp kullanmadıǧı zihinleri kurcalamaǧa devam etmekdetir".
Batı düşüncesinin temelini oluşturan ve bu alemi köklü deǧişikliklere zorlayan Antik Yunan felsefesidir. Sokratesten önceki felsefeciler dünyayı ve insanı sorgularken, Sokrates tamamen farklı bir soruyla karşımıza çıkarak batı düşüncesini köklü bir deǧişikliǧe zorladı. O soru “İyi, mutlu yaşam ne demektir ve kendimiz için iyi yaşama nasıl ulaşabiliriz”di. Yani bu soruyla Sokrates aynı zamanda felsefe aracılıǧıyla mutluǧa ulaşmak istiyordu, onun peşine düşmüş dirençli bir şekilde yürüyordu. Orta Çaǧ’da dünyadan tiksinti edebiyatının yaygınlaşması aynı zamanda kolay olmayan bir arayış olduǧu için, bu günkü İslam Dünyası’nın içine düştüǧü bunalım o zamanın Orta Çaǧı’nı andırıyor. Cevap konusundaki belirsizlik İslam’in içine düştüǧü bunalım radikalleşerek yer yer vahşete de dönüşüyor. Bunun en yakın misali 26.11.2208 tarihinde Hindistan’da yapılan bombalı eylemdir. Bir teröristin itirafına göre; “ölene kadar öldürün emri aldık” demesi vahşetin boyutunu açıkça gösteriyorki, kan içmek ve yok etmek daha çocuk yaşlarda beyinleri yıkayarak insanlıǧı karanlıǧa doǧru sürüklüyor. Asıl yanıt aranması gereken soruda zaten bu deǧil mi?. Soruna sosyolojik olarak bakıldıǧında ise; bizim ülkemizde son yıllarda ilaveten gelişen Fetullahçılık olgusu kendini legalize ederek devletin butün kurumlarını işgal etmiş bir duruma gelmiştir. Süleymancı, Humeynici, Hizbullahçı, Nurcu, Nakşibendi olmayı acaba bireyler kendi özgür iradeleriyle mi seçiyorlardı, ya da yoksulluǧun dizboyu yükseldiǧi Türkiye halkı bir kaç öǧün yemekle cennete kadar vaadlerle kandırılıyor muydu? Bunu elbette bu tarikatçı kesim çok iyi biliyor ki, dini takkiye yaparak yoksulları Allah – Peygamber nutuklarıyla kandırarak asıl gerici emellerine her gün biraz daha yaklaşmanın keyfini mi sürüyorlardı. Evet, bu örgütlenme ve oluşumlar bir rastlantının eseri deǧillerdir, öyle bir kaç çember sakallı gericinin bu kadar mali gücü de yoktur böyle bir örgütlenmeyi başarsın. Bunların asıl kaynakları yalan edebiyatına dayalı sermayedir. Sermaye yoksul kitleleri sömürerek kazandıǧı haksız kazancı bu gerici gürühun kasalarına akıtarak hem vurucu gücünü yaratıyor, hemde Allah’la uyutarak işi götürüyor. Mutluluǧun kaynaǧının din olduǧu yutturmacasıyla bizi kandırarak sunmak zorunda kalarak gözleri boyamaktadırlar.
Tarih bilinci bizi hiç bir yönüyle yanıltmayacaǧı için biriken güçlerin tarih sahnesine çıkmalarıda kaçınılmazdır. Ama günümüzde Türkiye’nin gittiǧi yön öyle yanlıştır ki, yeni bir “Kuva- i Milliye” ruhu yaratılıp, sivili, askeri, yetişmiş aydın kadrolar birlikte bir hareket yaratmazlarsa karanlıklar yakındır. İranda solun uǧradıǧı, ve Humeyni denen gürühun getirdiǧi oyuna gelmemelidir. CHP’nin içindeki mini çıkışlar Türkiye’yi aydınlıǧa taşıyacak kapasitede deǧillerdir. Hizipci Baykal Ortadoǧu’da ki klassik parti diktatoriyasıyla ve Boss marka elbiseleriyle laikliǧin kurtarıcısı olamaz. Ülkemizin makus talihi sayın Tuncay Özkan’nın tutuklanırken kameralara söylediǧi gibi; siz ne için tutuklandınız sayın Özkan diye soran bir gazeteciye; “onu AKP – Faşizimine sorun” diyerek çok önemli bir konuya da temas etmiştir. Evet şu anda Ülkemin üzerinde karanlık bulutlar döne döne zehirli yaǧmurlarını yaǧdırmaktadır, bu AKP faşiziminin adım adım Menderes syndromuna kapılışınında bir başlangıcıdır. Dünyanın yedinci haramzadesi olan başbakanımız Erdoǧan o inandıǧı cennete yediǧi haramlarla nasıl gidecektir merak ediyorum. Yine bir atatsözüyle soruya açıklık getirerek bir belirtmede daha bulunulacaktır: “Kendileri yerler salkımı, halka verirler talkını” din bezirganlarının uyuşuk beyinlerini aydınlatmaǧa yinede yeterli gelmeyecektir. Bunun için gelişen gizli faşizimi bir alıntıyla gösterilecektir. Bir siyaset bilimcisi olan Dr. Lawrence Britt 20. Yüzyıl da çıkan faşist sistemleri irdeleyerek ana başlıklar halinde sıralamıştır. Bu incelemeyi Almanya, İtalya, İspanya, Endonezya ve Şili de fiili olarak yaşanan acı faşist tecrübelerin toplamı olarak deǧerlendirilmiştir. Bu teoriler çok tartışılmış, bazı araştırmacılar için ise Umberto Eco’nun makalesinden fazlaca etkilendiǧi bile iddia edilmiştır. Ama ne olursa olsun, bu tespit ülkemizin şu anki siyasi konjuktürüne çok uygndur.
a) Güçlü ve sürekli milliyetçilik: Faşist rejimler, sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar, semboller, marşlar ve diğer ıvır zıvırı kullanma eğilimindedir.
b) İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi: Düşmandan korku ve güvenlik ihtiyacı nedeniyle, faşist rejim altındaki insanlar, ’ihtiyaç’ gereği belirli durumlarda insan haklarının göz ardı edilebileceğine ikna edilirler. İnsanlar işkence, yargısız infaz, siyasal suikast, uzun süreli gözaltı gibi uygulamalara karşı başını başka tarafa çevirme, hatta bunları onaylama eğilimindedir.
c) Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması: Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden düşmanın ortadan kaldırılması için insanlar histerik kalabalıklara katılıp sokaklara dökülür; Bu düşman tanımının içinde ırksal, etnik ya da dinsel azınlıklar, liberaller, komünistler, sosyalistler, teroristler, vs. vardır.
d) Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: Yaygın yerel sorunlar olduğunda bile, orduya hükümet bütçesinden aşırı miktarda pay verilir ve yerel gündemler göz ardı edilir. Askerler ve ordu hizmetleri alabildiğini yüceltilir.
e) Cinsel ayrımcılığın şahlanışı:Faşist ulusların hükümetleri, neredeyse tamamen erkek-egemen olma eğilimindedir. Faşist rejimlerde, geleneksel cinsiyet rolleri daha katı hale getirilmiştir. Kürtaj karşıtlığı ve homofobi had safhadadır.
f) Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması: Kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.
g) Ulusal güvenlik takıntısı: ’Korku’ hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete geçirici bir araç olarak kullanılır.
h) Din ve yönetimin içiçe geçmesi: Faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. Dini retorik ve terminoloji, dinin ana doktrinlerinin hükümet politikalarına veya eylemlerine tamamen karşıt olduğu durumlarda dahi, hükümet liderleri tarafından yaygın olarak kullanılır.
i) Özel sermayenin gücünün korunması: Faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. Bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.
j) Emek gücünün baskı altına alınması: Faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.
k) Aydınların ve sanatın küçümsenmesi: Faşist uluslar, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.
l) Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: Faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. İnsanlar genellikle, polisin suistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. Faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.
m) Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. Ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.
n) Hileli seçimler: Faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. Diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. Faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.
* Bu 14 madde siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’in Free Inquiry dergisinin bahar 2003 tarihli 23/2 sayısında yayınlanan makalesinden kısaltılarak çevrilmiştir.
Bütün bu olumsuzluklara raǧmen, herkesin yeni yılını kutlar 2009 yılının insan hakları açısından daha iyi bir yıl olmasını temenni ederim.
Hasan Hüseyin Arslan, 18.12.2008, Frankfurt am Main, Römer Meydanı, Cafe Gelatina le Perla, saat 18:20’de
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.