- 1581 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Paylaşmak
Paylaşmayı bilen herkese merhaba diyerek bu denemeyi yazmaǧ a başlıyorum. Bunun için önce kelimeyi etraflıca inceleyerek anlamını kayvrayıp bize kazandırdıklarını ve kaybettirdiklerini incelemek istiyorum. Bu yazıyı yazmadakı asıl amacımda yaşadıǧ ım kısa süreli bir ilişkide ben bütün özverilerimi kullanıp karşı tarafa istenilenden fazlasını verdiǧ im halde yaklaşık bir metrelik bir bezi bana çok gören bu egoist insanın; “hayır onu sana veremem diyerek” elimden alışından sonraki psiklojik duruşumuda böylelikle gözler önüne sermiş olacaǧ ım. Aslında bu deneme – hikaye harmanlamsında bir kişisel izlenim olarakta algılanabilir. Başka bir deyişle, bu yazıyı bir atasözüyle de baǧ lantılayabiliriz: “Baba oǧ lana bir baǧ hediye etmiş, oǧ lan ise babaya bir salkım üzümü bile vermemiş” diyerek atalarımız binlerce yıl önce paylaşmanın ve vermenin deǧ ereini ortaya koymuşlardır.
Paylaşmak terimi Latince’de partior, partitus, Fransızca’da se parter, parter, İnglizce’de to share, Türkçemiz’de de kelime anlamıyla, bir şeyi aralarında bölüşmek, pay etmek, hissesini almak, üleşmek, gönülden vermek, iç egoistliǧ i aşmak, ruhundan geldiǧ i gibi sunmak ve ben merkeziyetçiliǧ i aşmaktır. Elbette bu tanım benim kendi içimde geliştirdiǧ im bir tanım olduǧ u için, daha başka tanımlarda yaparak paylaşma kavramı genişletilebilir. Bu kavram çok geniş bir kavram olduǧ u için deǧ erlendirmesi de büyük bir konudur başlı başına... Benim burada yapacaǧ ım insanın yaşarken her şeyini verecek kadar fedakar bir yapıya sahip olduǧ undan yola çıkarak, yine benim için hayatın en deǧ erli varlıǧ ı ve vazgeçilmez unsuru olan paylaşmayı bir insan için en büyük deǧ er olarak kabul etemektir.
Paylaşmak, önce insanın insan olması için en güzel gösterdiǧ i nezaket türüdür toplumsal yaşamamızda. İçimizdeki sevgiyi, saygıyı, saklamadan, korkmadan, hiç bir şeyden sakınmadan söyleyebilmektir. Doǧ anın düşünen tek yaratıǧ ı olan insan, insana ait olan her şeyi paylaştıǧ ı oranda mutlu olma şansına sahiptir. Bu sebeple gerçek hayatı mutlu kılan tek şey paylaşımla güzelleşir ve deǧ erli kılınır. İşte bu durumda kazançlı olan alan deǧ il veren kazançlıdır her zaman. Çünkü insan yaşamı ekseriyetle tesadüflerden oluşmuyor, bizim yaşamamız kendi davranışlarımızın bir toplamının yansıması olduǧ una göre, tesadüfleride aklımızı kullanarak. İyi bir insan olmanın en büyük vasıflarından birisi ve belkide en önemlisi kendi içimizde hapsederek bırakmadıǧ ımız paylaşım duygusudur. Bu sırf sözlerden ibaret olmayan, kendimize ve karşımızdakine sunduǧ umuz en büyük hediyedir de aynı zamanda... Yani sevmek ve paylaşmak duygusu, sırf kendi ruhumuzu rahatlatmaz, karşımızdaki insanada sevildiǧ i ve varolduǧ unun bir deǧ eri olduǧ unu hatırlatarak kendine güveninide artırır. Dünyanın en güzel şeyi paylaşmasını bilmektir, daha da güzeli sevebilmektir ve sevmesini bilmektir. Bu duyguyu içinde taşımayanlara ben gerçekten acır ve elemle bakarım, vah o zavallıların haline diyerek gülmem, ama çoǧ unlukla ruhlarında acaba hangi dengesizlikleri yaşadılar, hangi arızalara maaruz kaldılarda bu duygulardan mahrum bırakıyorlar diye felsefi hayallere bile daldıǧ ım olmuştur çoǧ unlukla...
Sevmek ve paylaşmak insanın kendisini bulması demektir. O halde gelin korkmadan çekinmeden sevelim, bırakın bu yoǧ un coşku seli bizi coşturarak olduǧ umuz yerlerden daha yukarılara çıkarsın ki hayatın anlamını sırf para kazanarak iş potansiyeline indirgemekten kurtarsın bizi. Bir yönüyle sevginin ve paylaşmanın hayata yeni bir anlam ve renk vererek onun donuk mat rengini kaybetmesine en büyük katkıyı saǧ lıyor. Biz bu karanlıǧ a girmeden, renkli dünyada hiç bir şeyi ayırt etemden paylaşarak sevebiliyorsak her yenilgi bir güven, her düşüş yeniden ayaǧ a kalkış modeli olarak bizi yıldırmayacak tam tersine motivatör gücü olarak bizi hareketlendirici bir faktör olarak sürükleyip peşinden götürecektir. Hele bu içimizden geldiǧ i gibi bizi yönlendiriyorsa bu ruh saǧ lıǧ ımız için adeta bir terapi olarak bizi tedavi edecektir.
Evet, her şeyin olduǧ u gibi paylaşmanın da bir felsefesi, tarihi, hukuku, psikolojisi ve sosyal yönü vardır. Tarih bunun sayısız ve burada sayamayacaǧ ım kadar örnekleriyle doludur. İnsanın doǧ al hakkı olan yaşamak, her şeyden önce insan gibi yaşaması için ekonomik bir güce veya da varlıǧ ını sürdürebilmesi için bir şeyleri paylaşması gereken bir meşguliyete ihtiyacı vardır. Bu da tarihte işbölümünün çıkmasıyla başka bir boyuta bürünerek günümüze kadar gelmiştir. Öyleki bazen egemen güçler bizden ve doǧ adan aldıklarını akumule ederek kendi ambarlarına doldururlar ve paylaşmak istemezler. Bu bazen bir insanın kendi ihtiyacından fazlasına sahip olarak başkasıyla paylaşmak istemezde... Oysa doǧ a her şeyi insanın yararlanması ve varlıǧ ını sürdürebilmesi için hizmetine sunmuştur, şimdi sıra insanın beynini kullanarak bu potansiyeli organize edip kendi egoizmini yenerek bunu eşitçe daǧ ıtmasına kalıyor...
Ben burada yine paylaşma konusunu tarihsel açıdan deǧ erlendirerek ünlü bir Anadolu düşünürünü temel alarak sevgi ve paylaşımı deǧ erlendirmeǧ e çalışacaǧ ım. Osmanlı İmparatorluǧ u 1402 yılından 1413 yılına kadar bir fetret devresi yaşamııştır. Bu zamanlar Osmanlı’nın taht kavgaları yaşanmaktadır. Osmanlı kuruluşuyla beraber zorbalıǧ ı da kendi içinde besleyip büyüttüǧ ü için en küçük bir muhalefeti bile kanlı şekillerde bastırarak yok ediyordu. Bunlar Osmanlı’nın yalakçı, dalkavuk, düzenbaz vakanivüsleri tarafından padişahların ve merkezi idarenin isteǧ ine göre kaleme alınarak yazılıyordu. Bu taihçi denen düzenbazlar hiç bir sosyal patlamayı haklılık açısından deǧ erlendirmeden tek taraflı olarak yansıtıyordu gelecek kuşaklara... Osmanlı Devleti bu genelde sosyal kökenli ayaklanmaları ve sosyal patlamaları “celali isyanları” olarak adlandırıyordu. Yine bu talancı devlet kendi içinde kardeş katili olabilecek kadar insafsız yöntemlerle kendi ailelerinin bir kısmını acımdan öldürüyordu.
İşte 1402 yılında Ankara Savaşı’yla bozguna uǧ rayan Osmanlı, Yıldırım Beyazıt’ın oǧ ullarının taht kavgalarıyla oniki yıllık bir süre birbirleriyle boǧ uşurlar. Bu arada vergilerden bıkan halk sosyal bunalımlardan kurtulmak için çareyi belirli kişiler çevresinde toplanarak ayaklanmalarda aramaya çalışırlar. Ama her seferinde sevgilinin terk edişi gibi aksilikler zinciri yoksulların alehine gelişerek bütün ayaklanmalar hedefine ulaşmadan ya da hedefe bir adım kala bastırılarak haklı isyancılar, haksız işkencelere tabi tutularak telef olup bitiriliyorlardı. Osmanlı da bu taht kavgaları sürerken, Şeyh – Bedrettin denen ve 1413 yılına kadar kazasker olarak görev yapmaktadır. Çelebi Mehmet, I. Mehmet adıyla Osmanlı – Pay-ı Tahtı’ına oturduǧ unda bu zamanının en büyük hümanistlerinden olan Seyh Bedrettin’in görevine son vererek ateşi alevlendirir. Halk yoksullukla var olma mücadelesi verirken, halkın içinden ve halktan birisi olan Ş. Bedrettin gelişmeleri güvendiǧ i dostlarıyla oturup etraflıca tartışarak bu gidişe dur demenin yollarını ararlar. Bundan haberdar olan Hanedan, Ş. Bedrettin’i İznik’ sürgüne göndererek cezalandırır. “Şeyh Bedreddin burada örgütlenme faaliyetlerini artırır. İnsanlar daha önce de söylediğimiz gibi, taht kavgalarından dolayı huzursuzdur. Bu huzursuzluğunun yanında Osmanlının baskıları da eklenince bıkkınlık artar. Şeyh Bedrettin; Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa gibi yakın arkadaşlarıyla birlikte İznik’te kurdukları, bir tarikatla, Anadolu ve Rumeli’de fikirlerini yaymaya başladılar. Bu görüşler Anadolu’ya yayılır. Bunda en önemli rol de Şeyh Bedreddin’in müritlerinden özellikle Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’dir. Anadolu’nun değişik kentlerinde örgütlenme çalışmaları yapan bu insanlar Şeyh Bedreddin’e oldukça insan kazandırmıştır. Börklüce Mustafa Aydın’da, Torlak Kemal ise, Manisa’da Osmanlı ordusuna karşı direnişler gerçekleştirmektedir.” (Alıntı: Michel Balivet: Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000)
Bu direnişler Osmanlı tahtı için tehlikeli görülür. Çelebi Mehmet tahta zorbalıkla geldiǧ i için, tahtından korkar ve direnişi bastırmak için askeri gücünü seferber eder. Karaburun’da yakalanan Börklüce Mustafa işkence edilerek öldürülür. Bu direnişlerde Osmanlı ordusu kayıplar vermektedir. Fakat, direniş bastırılır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal işkencelerden geçirilir. Bu işkencelere karşı kahramanca direnilir, teslim olunmaz. Bu yenilgiden sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’de önce Eflak, oradan da kendisini sevenlerin çok olduğu Deliorman’a gider. Burada Osmanlı Ordusuna esir düşer ve Serez Çarşısı’nda, 1420’de idam edilir. Şeyh Bedreddin’in müritlerinden Börklüce Mustafa, bazı kaynaklara göre, Sakız Adası yörelerinde Hıristiyanlar ve keşişlerle ilişki kurup, onlara Şeyhin görüşlerini açıklamış, böylece belki de o güne kadar dini farklılıkların üstünü örttüğü “hak edilmiş bir ortak yaşantı” kurmak amacıyla ortak davranma yollarını araştırmıştı. Bedreddin’in ve yoldaşlarının Fetret devrinde Osmanlı’ya karşı giriştiği ayaklanma Türkiye’de toplumsal sosyalist hareketin beslendiği kültürel damarlardan birisidir Orhan Asena ’nın bir tiyatro oyununa, Radi Fis ’in ve Erol Tay’ un birer romanına ve Nazim Hikmet ’in bir şiirine konu olmuştur bu ayaklanmalara geniş yer verilerek güncelleştirilir ve Anadolu’da haksızlıklara karşı gelmenin hiçte yeni bir isyan türü olmadıǧı gözler önüne serilir. 6 Masyıs’ta Denizlerin idamı bu isyanın uzantılarından birisidir..
Felsefesi:
Bedreddin sevgi anlayışı, insanın bütün kötülüklerden kurtulması, yücelmesi ve Tanrı katına yükselmesi olarak anlar. Eşitlik ve kardeşlik düşüncesini hep ön planda tutar. Bu anlamıyla döneminin komünar önderlerindendir. Bu önderlik Anadolu topraklarında bir kesişme noktası olmuştur. Şeyh Bedrettin, 1200’lü yıllar Anadolu’sunda geliştirilen felsefe sistemini, 1400’lü yılların ilk çeyreğinde bir devrim meşalesine dönüştürerek taşımaya çalışmıştır. Doğa ve insan olanaklarının gerçek kapsamları ve gerçek boyutları içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur. Onun savunduğu düşüncenin özünü ifade eden “ünlü söylemi” şudur: “İlahi irade dahi, bir nesnenin (ancak) yeteneğinde olanı Allah’ın dilemesi demektir; yoksa, o nesnenin yeteneğinde olmayanı, Allah’ın istemeye yetkisi yoktur”. Bedrettin, hemen her şeyin insanlar arasında ortak, paylaşabilir ve mubah olmasını bir eşitlik ilkesi olarak görmüştür. Osmanlı toprağında yaşayan halklar arasında, din farkının kaldırılmasını ve Müslüman olmayanların da ülke topraklarından yararlanması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede “bir toprak reformu ve buna koşut olarak dinsel bir reform” yapılmasını savunmuştur. Bedrettin her ne kadar dini bilimler okumuş olsa da, kendisi daha çok toplumun ekonomik ve sosyal yönüyle ilgilenmiştir. Öbür dünya yerine bu dünyaya yönelmiştir. Her şeyin insanda bulunduğunu, doğa ile insanın bütünlüğünü vurgularken, emeğin doğayla ilişkilerini açıklamaya çalışmıştır. Bu nedenle üretim – tüketim sorunlarıyla da yakından ilgilenmiştir. “Tanrı malı, Padişah malı” düşüncesine de karşı çıkmıştır. “yarin yanağından gayrı her şey ortak” tezini geliştirmiştir. Böylece Şeyh Bedrettin’de, üretim araçlarının mülkiyeti açısından, çok ciddi bir sosyalist düşünce anlayışının filizlenmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Bedreddin’e göre, dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Bedreddin bu bağlamda derki “Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.”
O, bilginin önemi açısından bilgisiz kişilerde sezginin de olmayacağını öne sürer. Yanılmanın esasen bilgisizlikten kaynaklandığını, oysa bilgi ve akıl ile yanlışa düşmenin mümkün olamayacağını söyler. Bedrettin, varlık birliği denilen “Vahdet-i vücut”ta insanın tanrıyla birliği düşüncesine inanır. Bunun dışında Tanrı’nın kavranmasının güçlüğünü anlatır. Ona göre insan, özellikleri bakımından Tanrıdan bir parçadır. İnsanların yaradılışında tanrı bir yönüyle kendisini örneklemiştir. İnsanların tanrının güzelliklerini, iyiliklerini taşımaları gayet doğaldır, ve bunda hiç bir sakınca aranmamalıdır. İnsan yaradılışında, diğer varlıklardan üstün tutulmuştur. Bu nedenle insanoğlu düşünce gücü ve yetenekleri bakımından Tanrı’nın kendisine aktardığı üstün niteliklerin değerini bilmelidir, ona göre davranmalıdır. Bedrettin akıl konusunda başka bir yaklaşım getirerek, aklın tanrıyı kavrayamayacağını ileri sürer. “Tanrı’nın kavranması aklın sınırlarını aşar. İnsanın akıl gücü Tanrının büyüklüğünü, kudretini kavramak için yeterli değildir.“ “Tanrı’nın varlığı tüm evreni tamamlar. Evrenin varlığı yine Tanrı ile varoluşundandır. İbadetin koşulu ve kuralı yoktur. Tanrı her türlü ibadeti kabul eder.” (Alıntı: Şeyh Bedrettin)
Paylaşmayı hep sevmişimdir çocukluğumdan beri.. Belki de eğitim üzerime iyi yakıştığı için böyleydim hep kimbilir.. Ama farkettim ki zamanla bazı paylaşımlar acı verebiliyor... iyi eğitilmiş bir çocuk olarak bunu da kabullenmeyi öğrenmişim... hep tebessüm hep uyum... Paylaşmayı ve sevmeyi bilen herkese selam…Sevgiyle yaşayın… İncefikir’de en güzeli yapılan bir olaydır. Senin olanın onun olması, onun olanın senin olmasıdır aslinda yasam.
Michel Balivet: Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000
Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmilik ve Melâmîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992.
Dr. Mesut Keskin: Das Toleranzverständnis der
Hasan Hüseyin, Kasim, 2008
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.