- 1476 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BU MEMLEKETİN ve TOPRAKLARIN, EY İNSANLARI!
Türkiye Cumhuriyeti, Türk Milleti, Türk Ulusu, Türkiye Halkı ve bu toprakların Aydını, Sanatçısı, Rektörü, Dekanı, Öğretim görevlisi, Öğretmeni, Sendikacısı, Basını, Meslek ve Sivil Toplum Örgütleri,
Kısaca bu Memleketin ve toprakların, Ey İnsanları!
Türkiye’nin geçtiği şu zor günlerde, açlık, işsizlik buna benzer birçok sorunlarımız varken neden Aydın dediğimiz insanların “özür diliyorum” kampanyası yerine. Günümüzde siyasilerin halka karşı duyarsızlıklarını, ülkenin topraklarının satılmasına, çoğaltabileceğimiz sorunlarımıza destek çıkıp gündem oluşturacaklarına Tarihi belgelerle kanıtlanmış gerçekleri saptırarak hem Türkiye’de yaşayan ermeni vatandaşlarımızı üzüyorlar hem insanları ikiye bölüyorlar, birlik beraberlik adına neden çalışmazlarda hep Türkiye’nin aleyhine çalışırlar. Özür dilenecek çok olay ve kişiler var.
Şimdi tarihte bir gezinti yapmaya ne dersiniz.
SUNUŞ
Osmanlı İmparatorluğu sınırları dâhilinde asırlarca huzur içinde devletine bağlı bir tebaa olarak yaşayan Ermeniler, devlet kademesinde “millet-i sâdıka” olarak anılmışlar ve devletin pek çok önemli makam ve mevkilerinde görev yapmışlardır.
Bunlara rağmen XIX. Yüzyıl sonlarından itibaren ve özellikle Osmanlı İmparatorluğu açısından Birinci Dünya Savaşı’nın en buhranlı yılı olarak anılan 1915 senesinde, dış güçlerin kışkırtması ile oluşturulan Ermeni terör örgütleri Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmişlerdir. Bu örgütlerin savunmasız Türkleri nasıl katlettikleri belgelerde açıkça görülmektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nda toplam nüfusunun 1/5’ini ve topraklarının 4/5’ini kaybeden Osmanlı İmparatorluğu, vatandaşlarının can güvenliğini, birliklerinin geri ve yan emniyetini temin etmek ve lojistik yollarını açık tutabilmek maksadıyla, düşman ile işbirliği yaptığı sabit olan bir takım toplulukların zararlı faaliyetlerine engel olunması için bu toplulukları, savaştan daha az zarar görecekleri değerlendirilen güney bölgelerine sevk ve yeniden iskân etmeye karar vermiştir.
1915 senesinde neler olmuştur? Osmanlı Devleti niçin böyle bir kararı almıştır?
Uzun süredir bu konuda özellikle yabancı arşiv belgelerinden istifade ederek hakikati bulmak maksadıyla çeşitli araştırmalar yapan ve kasıtlı olarak çarpıtılan tarihi, kamuoyu vicdanında objektif olarak gözler önüne serebilmek için yoğun çalışmalar gerçekleştiren değerli bilim insanı Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR’İN edinmiş olduğu birikimler hepimiz açısından ayrı bir önem taşımaktadır.
Süha TANYERİ
Tuğgeneral
SAREM Başkanı
HİKMET ÖZDEMİR
ÖZGEÇMİŞ
Siyasal Bilimler Profesörü. Mesleki kariyerine Başbakanlıkta danışman ve Cumhurbaşkanlığında başdanışman olarak başlamıştır.
Sonraki yıllarda üniversite öğretim üyeliği de yapmıştır.
Türkiye dışında British Chevening bursuyla Londra Üniversitesi’nde; Fulbright bursuyla Washington DC’ de Georgetown Üniversitesi’nde; ayrıca İngiltere ve ABD’nde ve İsviçre’de Birleşmiş Milletler Arşivlerinde incelemelerde bulunmuştur.
2002 yılından beri Türk Tarih Kurumu Ermeni Araştırmaları Başkanı olarak “Birinci Dünya Savaşı ve Türkiye” alanında çalışmalarını sürdürmektedir.
Türkiye’nin siyasî tarihi üzerine Türkiye’de yayınlanmış 28 kitabı vardır.
Aynı zamanda Harp Akademilerinde Öğretim Üyeliği de yapmaktadır.
“Osmanlı Ordusu 1914–1918” adlı araştırması ABD’de seçkin bir üniversite tarafından yayınlanmak üzere kabul edilmiştir.
Savaştan Barış Yaratmak
Modern Türkiye’nin kurucusu ve mimarı Kemal Atatürk, Trablusgarp’ta İtalyan, Çanakkale’de İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı, Doğu Anadolu’da Rus ve Batı Anadolu’da da Yunan ordularıyla savaşan bir deneyimli asker ve devlet adamı olarak tarihte hak ettiği yeri almıştır. Bu nedenledir ki, ölümünden 69 yıl sonra, şu anda bulunduğumuz Genelkurmay Karargâhının az ötesinde, Anıtkabir diye bilinen ebedi istirahatgâhı, 2005 yılında 4 milyon, 2006 yılında 8 milyon Türk ve yabancı tarafından ziyaret edilmiştir.
Büyük Komutan’ın karizmatik kişiliği ve felsefesi ülkesinin sıradan yurttaşlarından, dünya uluslarının saygıdeğer temsilcilerine kadar, Anıtkabir ziyaretçilerinin hafızalarında taptaze bir iz olarak yaşamaktadır.
Sanırım, Doğu Akdeniz coğrafyasında bir modern ulusun ve laik cumhuriyetin yaratıcısı olan bir askerin “savaş” kavramını nasıl tanımladığını biliyorsunuz.
Ancak yine de pek çok hayranı gibi benim de büyülendiğim bu tanımı sizlere bir kez daha aktarmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti Ordularının Ebedi Başkomutanı’na göre;
“Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir”.
Yani açıkça, “savaş”ın cinayet olarak anlaşılmaması için “zorunlu” olması gerekir, diyor.
İnsani açıdan bundan güçlü bir tanım yapmak mümkün müdür, bilemiyorum?
Üstelik bu tanımın sahibi, bir askeri dehadır; muharebe alanlarında gözünü kırpmadan çarpışan bir kahramandır.
1915 yılında çok sıcak bir Ağustos gecesinin şafağında Gelibolu’da, askerlerine, “Size ölmeyi emrediyorum!” diye seslenmiştir.
Hep şunu düşünmüşümdür:
Acaba, bir komutan, “savaş” için niçin böyle bir tanım yapmıştır?
Niçin, “savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir,” demiştir?
Kemal Atatürk, cephelerde, başka ulusların ordularına karşı muharebeler, meydan savaşları yönetmiş bir askerdir.
O, kendi evlatlarının Balkan Savaşı’nda, Dünya Savaşı’nda ve Türk İstiklal Savaşı’nda çarpıştığı öteki orduların dünyasını da gözlemledikten sonra bu tanımı yapmıştır.
Yani, savaşın içinden, karşılaştırmalı gözlemlere dayalı bir tanım.
Burada hemen ifade etmek isterim:
1923 yılında, 600 yıllık ömrünü tamamlamış bir imparatorluktan kalan son topraklarda yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu savaş tanımının bir sonucudur.
1918’de Mondros Ateşkesi’nde, dört yıl süren kanlı savaş biterken, Türkiye’ye dayatılan model adaletsizdir.
Atatürk’ün liderliğinde Türkler bunun üzerine Ankara’da, yeni bir meclis ve ordu kurmuşlardır ve “zorunlu” olarak savaşmışlardır.
Komutan, askeri zaferi kazandığı o tarihi anda, ordusuna ve ulusuna bu defa yeni ve ebediyen sürecek bir hedef göstermiştir.
“Yurtta barış, dünyada barış!”
Bu hedef, Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez devlet politikası olarak bugün de sürdürülmektedir.
Ben bu evreyi “savaştan barış yaratmak” olarak adlandırmaktayım.
Komutan Atatürk, bu yeni evrede, Türk ulusunu Balkan Savaşı, Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı’nın dayanılması imkânsız trajedileri ile ebediyen baş başa bırakmak istememiştir.
Muzaffer Komutan, ulusunun bu felaketler döneminden hayatta kalabilen kadın ve erkek bireylerine, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak ve aşmak hedefini göstermiştir.
Kadın ve erkek bütün Türklerden, insanlığın ortak hazinesine katkılar yaparak bölge ve dünya barışına hizmet etmelerini istemiştir.
Kahraman Asker ve Ulusu bu yolda ilk somut adımı Lozan Barış Antlaşması ile atmıştır.
Lozan’da, 1919–1922 Savaşı’nda Batı Anadolu’da göğüs göğse çarpıştığı ülkenin evlatlarıyla barışmıştır.
18 Mart 1934 günü de, Büyük Savaş’ta, Gelibolu Yarımadası’nda Türk kuvvetlerine karşı çarpışırken can veren İngiliz, Fransız, Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin acılı annelerine seslenmiştir.
Büyük İnsan, 1453 yılından beri Türk başkenti olan İstanbul’u ele geçirmek amacıyla Gelibolu Savaşları’nda canlarını veren Müttefik askerleri için şunları söylemiştir:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar!”
“Burada bir dost vatanın topraklarındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.”
“Sizler, Mehmetçikle koyun koyunasınız.”
“Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar!”
“Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarınız bizim bağrımızdadır.”
“Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır.”
“Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Yeni Türkiye’nin cumhuriyetçi kuşakları, komşularıyla ve öteki dünya uluslarıyla ve ordularıyla geçmişte kalan ihtilaflardan beslenmemişlerdir.
Yeni kuşaklar, kin, öfke ve intikam duygularına dayalı, sürekli saldırganlık peşinde koşan bireyler olarak eğitilmemişlerdir.
Ancak, derin bir acı ile gözlemlemekteyim, dünyamızda her ulus, her devlet, her lider, Büyük Savaş sonrası ilişkilere ve barışa Atatürk gibi bakmamaktadır.
O nedenledir ki; bugün Türk Ulusu, 90 yıl önce, bütün insanlığı mahveden bir inanılmaz felaketin, Dünya Savaşı’nın asker ve sivil ölülerini milliyetlerine göre ayıran çağdışı bir anlayışın intikamcı tahrik ve kışkırtmaları ile yüz yüzedir.
Dünya tarihinde gerçeklerin engizisyon kararlarıyla çarpıtılması olarak tanımladığım bu yeni tür saldırganlık, Ortaçağ zihniyetini bir kez daha hortlatmıştır.
Uygar dünyanın değerlerine gönülden inanmış bir akademisyen olarak, bazı Müttefik ülkelerin parlamentolarında, “1915 olayları” üzerine alınan “soykırım” kararları karşısında, ulusumuzun bütün bireyleri gibi ben de çok şiddetli bir insani tepki duymaktayım.
Bununla birlikte, bir Türk olarak, bu kararlara karşı haklı insani tepkimi dizginlemek zorundayım.
Türk Ulusu’na ve onun güvenilir dostlarına karşı saldırgan bir üslupla sürdürülen, tarih, akıl, bilim ve hukuk-dışı bir engizisyonun değerlendirmesini yapmak için huzurunuzda bulunuyorum.
1915’te Ne Oldu?
Osmanlı İmparatorluğunda yüzlerce yıl huzur ve güven ortamında birlikte yaşayan Türkler ve Ermeniler arasında “1915 Krizi” diye bilinen olayların aydınlatılmasında öncelikle “1915’te ne olmuştur” sorusunun dürüst şekilde yanıtlanması gerekir.
Evet, 1915 yılında savaş sürerken Osmanlı Hükümeti ile Osmanlı Ermeni Komiteleri arasında ne olmuştur?
Biliyor musunuz, 1915’ten yaklaşık bir yıl önce yapılan Osmanlı Parlamentosu seçimlerinde, iktidardaki İttihat ve Terakki Komitesi ile Ermeni Taşnak Komitesi tek listeye oy vermişlerdir.
1915’ten yalnızca 7 yıl önce, 1908’de önde gelen İttihatçılar ve Taşnak Komitesi liderleri, İstanbul’da meydanlarda “Yaşasın Hürriyet!” diye haykırmışlardır.
Peki, aynı Türk ve Ermeni liderler, Dünya Savaşı için seferberlik ilan edildiğinde neden birbirlerine “düşman” saflarda savaşa katılmışlardır?
Dünya tarihi, “gerçek” olguların sürekli üstünün küllendiğini, saptırıldığını kanıtlayan örneklerle doludur.
Biz kendi örneğimize bakalım:
1915 ilkbaharında Müttefik kuvvetlerin Çanakkale Boğazı’na saldırıları ve Doğu Anadolu’ya yönelik Rus ordularının da kara harekâtı sürmektedir.
Aynı günlerde İmparatorluğun kıyı bölgeleri Müttefik savaş gemilerinin bombardımanları altındadır.
24 Nisan 1915 günü, (yani Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin bir tür “seçilmiş travma” olarak ilan ettikleri gün) İstanbul’da, Hükümet, Osmanlı Ermeni Komiteleri liderlerini “düşman orduları lehinde askeri faaliyetlerde bulundukları” gerekçesiyle tutuklamıştır.
Arşivler Niçin Önemlidir?
24 Nisan 1915 günü İstanbul’daki ve Anadolu’daki manzarayı anlatmak istiyorum.
O sırada Dünya Savaşı nedeniyle Fransa’nın İstanbul Elçiliği, kapalıdır. Buna karşın, Elçilik Maslahatgüzarının “günlük olaylar” başlıklı istihbarat notları, ABD Elçiliği kanalıyla Fransa’ya ulaştırılmaktadır.
İstanbul’da Fransız Elçiliği tarafından hazırlanan 25 Nisan - 1 Mayıs 1915 arasındaki istihbarat notlarında yer alan tarihi bilgiler şöyledir:
(BİR) Rus donanması İstanbul Boğazı’nın Karadeniz girişindedir.
(İKİ) İngiliz ve Fransız donanması Çanakkale Boğazı girişine saldırmaktadır.
(ÜÇ) Kafkasya Cephesinde Ermeniler, Rus ordusu ile birlikte Türklere karşı savaşmaktadır.
(DÖRT) Erzurum bölgesinde, özellikle Van’da Ermeni çeteleri, Türklere karşı savaşmaktadır.
(BEŞ) Osmanlı başkentinde Ermeni Komitelerinin liderleri tutuklanmıştır.
(ALTI) Osmanlı hükümetinin bu baskısı, Zeytun ve Kafkasya Cephesinde Ermenilerin tutumundan kaynaklanmaktadır. (Raporda “tutum” sözüyle ne kastedildiği açıklanmamıştır).
(YEDİ) Osmanlı Harp Divanı Başkanına göre; ülke dışındaki Ermeni Komiteleri, Doğu Anadolu’da altı vilayette ayaklanma hazırlığındadır. (Gerçekte Ermeni Komiteleri ayaklanmayı başlatmışlardır; raporda “hazırlık” aşamasında oldukları yazılmıştır.)
Tanımlama Sorunu
Türk-Ermeni ihtilafının en şiddetli tartışma alanı, 1915 yılında ve sonrasında etkili propagandalarla karartılmıştır.
1915 Krizi çeşitli yönleri olan hayli dramatik bir savaş trajedisidir.
Tarih yazımı açısından bu konu günümüzde uluslararası boyutlarda bir ihtilafa dönüştürülmüştür.
Artık müzminleşmiş olan bu ihtilafta tarafların pozisyonları şöyledir:
(1) Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti tarafından, Ermeni Komitelerin savaş altında düşman hesabına gerçekleştirdikleri askeri faaliyetler, “Osmanlı egemenliğinden kurtulmak” için girişilen eylemler olarak açıklamaktadır.
(2) Birinci Dünya Savaşı’ndaki Müttefik devletler için, Ermeni Komitelerini kullanmak ve Türkleri arkadan vurmak savaş koşullarında son derece normaldir. Fakat Türk tarihçiler tarafından bunun hatırlatılması elbette can sıkıcıdır. Ermeni Komitelerine bir diyet borcu olarak parlamentolarından ve uluslararası kuruluşlardan siyasi nitelikli “soykırım” kararları almaları zorunluluktur. Böylece 1915’in “masum kuzucukları” onların bu kararlarından sonra Birinci Dünya Savaşı’nda nasıl kullanıldıklarını unutacaklardır.
(3) Türkler ise Osmanlı Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerini ve kanlı katliamlarını, İmparatorluğun varlığını tehlikeye düşüren, bastırılması bir nefis savunması zorunluluğu ve devlet sorumluluğu olarak değerlendirmektedir.
İhtilafın aşılabilmesi için öncelikle şu soruların yanıtları bulunmalıdır:
Birinci Dünya Savaşı başında Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komiteleri tarafından Osmanlı ordusuna ve sivil ahalisine karşı sürdürülen askeri faaliyetler nelerdir?
Bunlar bir “dolaylı savaş” mıdır veya “iç savaş” olarak mı tanımlanabilir?
Yoksa daha farklı bir kavramlaştırma mı gerekmektedir?
Sık Kullanılan Önlem
Büyük Savaş’la birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda baş gösteren 1915 Krizi’nde kullanılan araçlar nelerdir?
Geçmişte kalan bir konuda tarih ve hukuk bilimleri açısından mümkün olan en adil değerlendirmeyi yapabilmek için öncelikle ve tereddütsüz olarak bu araçlar bilinmelidir.
Türklerle Ermeniler arasında derin ihtilafın kaynağı olan 1915 Krizi’nin yaratılmasında kullanılan üç araç gözlemlemekteyim:
(1) Ermeni Gönüllü Birlikler,
(2) Ermeni Fedailerin Organizasyonları,
(3) Deniz Ablukaları ve Bombardımanları.
Bu araçlardan ilk ikisi bilinçli olarak Ermeni Komiteleri ve onlarla iş birliği yapan Müttefikler tarafından planlanmış ve savaş alanına sürülmüştür.
Üçüncüsü ise savaş koşulları nedeniyledir, rastlantısal ve dolaylıdır.
Ermeni Komiteleri ve Müttefik devletler tarafından hazırlanan iki araç, aniden baş gösteren krizi önlemek için alınabilecek tek zorunlu kararı, Osmanlı Hükümetinin gündemine taşımıştır.
Osmanlı Hükümeti tarafından, bu krizi önlemek için alınan yer değiştirme kararının yaygınlaştırılmasında da rastlantısal olarak ortaya çıkan üçüncü araç etkili olmuştur.
Şimdi incelemelerimden elde ettiğim bu gözlemlerimi sırasıyla açıklayacağım:
1915 Krizi’ni yaratmak için kullanılan araçlardan iki tanesi, Kafkas Cephesi’ndeki “Ermeni Gönüllü Alayları” ve farklı Anadolu vilayetlerinde Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı olarak kendilerine verilen askeri görevleri yapan “Ermeni Fedailer” adlı silahlı gruplardır.
Bu iki araçla gerçekleştirilen askeri ve yarı-askeri faaliyetler, ana hatlarıyla Müttefik Hükümetlerin bilgisi dâhilindedir; bilinçli ve planlıdır.
Savaş koşulları nedeniyle, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları boyunca Rus, İngiliz ve Fransız donanmalarının bombardımanları bu bölgelerde yerleşik Müslüman ve Hıristiyan toplulukları etkilemiştir.
Osmanlı Hükümeti, sivil ahalinin kendi aralarında çatışmasını önlemek ve Ermenilerin Müttefik kuvvetlerine yardım amacıyla giriştikleri askeri faaliyeti etkisiz kılmak için ek önlemler almak zorunda kalmıştır.
İncelemelerimde Ermeni Komiteleri ile bazı Avrupalı devletlerin doğrudan ve dolaylı anlamda birer müttefik gibi işbirliğini kanıtlayan belgelere ulaştım.
Şu anda bu belgelerle ilgili değerlendirmelerimi konuşmamın dışında tutuyorum.
Yalnızca bir örnek vermek istiyorum:
Osmanlı Hükümeti’nin 27 Mayıs 1915 tarihli yer değiştirme kararından 90 gün önce; 7 Şubat 1915 tarih ve 1185 nolu telgrafta, Rusya Dışişleri Bakanı’na Kafkasya Valisi Varontsov-Daşkov şunları yazmıştır:
“Şu sırada, Zeytun Ermenileri temsilcisi Kafkas ordusu karargâhına geldi. Temsilci, yaklaşık 15,000 Ermeni’nin, Türk ulaşım hatlarına saldırmaya hazır olduğunu, fakat silah ve mermilerinin bulunmadığını ifade etmektedir. Zeytun’un Erzurum’daki Türk ordusunun ulaşım hattına konumu dolayısıyla yeterli miktarda silah ve merminin İskenderun’a getirilmesi oldukça önemlidir. (…) silahların doğrudan doğruya bizim tarafımızdan verilmesinin imkânsız olması nedeniyle, Fransız ve İngiliz (savaş) gemilerindeki Fransız veya İngiliz silahlarının ve mermilerin İskenderun’a getirilmesi hakkında Fransız ve İngiliz yönetimi ile temas kurulması gerektiği düşüncesindeyim.”
Bu telgraf, 9 Şubat 1915 tarih ve 708 nolu telgrafın ekinde Paris ve Londra’ya gönderilmiştir.
Burada bir konuyu açıklıkla belirtmek isterim.
Hükümetler tarafından güvenlik gerekçesiyle sivil toplulukların yerlerinin değiştirilmesi, savaş ve ayaklanmalar nedeniyle sık başvurulan bir yöntemdir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya Hükümeti, savaşın hemen başında Alman ordularının harekât bölgesine yakın Batı Rusya’da bazı sivil toplulukların yerlerini güvenlik gerekçesiyle değiştirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Hükümeti’nin, Anadolu’nun Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz ve Suriye kıyılarındaki bombardımanlar karşısında uyguladığı güvenlik nedeniyle yer değiştirme önleminin bir benzeri, İkinci Dünya Savaşı’nda ABD Başkanı tarafından Japon asıllı ABD yurttaşları için uygulanmıştır.
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda, SSCB Hükümeti tarafından Kırım ve Kafkasya bölgesinde yaşayan Türk asıllı topluluklar, haftalarca süren meşakkatli (brutal) yolculuklarla merkezi Asya’ya gönderilmişlerdir.
Yine İkinci Dünya Savaşı’nda Polonyalı siviller, SSCB Ordusu tarafından oturdukları bölgelerden uzaklaştırılmışlardır.
Örnek Tutum
Hükümetlerin farklı zaman ve coğrafyalarda güvenlik gerekçesiyle sivil topluluklar için yer değiştirme önlemine başvurmalarının mutlaka anlaşılabilir nedenleri vardır.
Bununla birlikte modern ve çağdaş tarih, bu tür güvenlik kararlarının neden olduğu büyük acıların ve unutulmaz dramların örnekleriyle doludur.
Hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu’nda da bu güvenlik kararı dayanılmaz acıları ve faciaları beraberinde getirmiştir.
Sivil Ermeni kafilelerin bazen “çete” saldırılarına bazen “işgüzar” yetkililerin kötülüklerine maruz kaldıkları, Osmanlı arşivi belgelerinde hiçbir zaman inkâr edilmemiştir.
Fakat bu kararın uygulanması sürecinde Osmanlı sivil ve askeri yetkililerin gösterdiği insani çaba ve duyarlılık göz ardı edilmemelidir.
Büyük Savaş’ın ağır koşullarında Suriye Cephesi’nde Dördüncü Osmanlı Ordusu Komutanı Cemal Paşa’nın olağanüstü insani yardım projeleri ile Ermeni göçmenleri kucaklaması; yaşam mücadelesi veren bu topluluklar için, tereddütsüz olarak Ordu’ya ait imkânları seferber etmesi de bir tarihi gerçek olarak kaydedilmelidir.
Suriye’de Dördüncü Osmanlı Ordusu’nun Ermeni göçmenlere yardımları, şimdilerde NATO ve BM barış kuvvetlerinin sürdürdükleri “insani yardım” amaçlı faaliyetlerin 20. yüzyıl başında ve savaş koşullarında özveriyle sürdürülen ilk örneğidir.
Çok kısa söyleyeceğim:
Türk halkı ve Osmanlı liderliği bir ölüm-kalım mücadelesi verirken ve Ermeni Komitelerinin sorumsuz davranışları karşısında bile, insani yardımlaşma vasıflarını; suçlu ile suçsuzu ayırt etme kabiliyetlerini yitirmemiştir. Ermeni göçmen kafilelerine uygunsuz davranışları görülenleri, görev ve mevkileri ne olursa olsun titizlikle cezalandırmıştır.
20’nci Yüzyılın hemen başında bir büyük savaş koşullarında, Osmanlı Hükümeti’nin bu politikası, savaş sürerken yapılan yargılamalara ve cezalandırmalara bir ilk örnek oluşturması bakımından da ilginç bir tarihi deneyimdir.
Burada önemli bir ayrıntıyı da karışıklığı önlemek için sunmak istiyorum:
1918’de Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal altındaki İstanbul’da yapılan siyasi yargılamalar benim burada kastettiğim değildir.
1915 sonbaharında, Ermeni kafilelere kötü muamelede bulundukları iddia edilen Osmanlı memurları hakkında sürdürülen tahkikatları ve hemen ardından bu kişilerin askeri mahkemelerde yargılanmalarını kastediyorum.
1915 ve 1916 yıllarında gerçekleştirilen Osmanlı askeri yargılamaları, savaş suçları bilimi alanında bir örnek tutum olarak kaydedilmelidir.
1915’te zorunlu yer değiştirme ve iskân kararını uygulayan resmi otorite tarafından aynı yıl içinde gerçekleştirilen bu askeri yargılamalar, bilinçli olarak göz ardı edilmektedir.
1940 yılında, Rus Tümgenerali Nicolay Georgiyeviç Korsun, zorunlu göç kararı uygulanırken, Türk askeri makamlarının ve Türk halkının göçmenlere nazik davrandığını; ancak bazı bölgelerde Ermenilerin saldırılara uğradıklarını yazmıştır.
Rus Tümgeneraline göre, Ermeni göçmenlerin yarısı açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölmüştür.
Burada yeri gelmişken bir konuda da görüşümü açıklamak isterim.
Dünya Savaşı’nda bir kısım Anadolu vilayetlerinde savaş koşullarının yol açtığı “iktidar boşluğu” nedeniyle, Türkler (Müslümanlar) ve Ermeniler (Hıristiyanlar) arasında bir de “iğtişaş” [=karışıklık] hali gözlemlenmektedir.
Kimi yerleşim birimlerinde Ermeniler ve Müslüman ahali birbiri aleyhine silahlanmış ve mukateleye (=birbirini öldürmeye) kalkışmıştır.
Bütün bunlardan dolayı iki taraf için de hazin olaylar cereyan etmiştir.
1914 – 1918 arasında Anadolu’da Ermeni Fedailerin ve Ermeni Gönüllü Birliklerin katlettiği Müslümanların sayısı, dört yıl süren Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin, Osmanlı ordusuna silahlı çatışmalarla verdirdikleri zayiatın yaklaşık beş katıdır.
1914 – 1915 yıllarında, Taşnak ve Hınçak Komitelerine bağlı Ermeni Gönüllü Birliklerin ve Ermeni Fedailerin, Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin ve sivil Müslüman ahalinin karşılıklı çatışmaları, aylara göre grafikte gösterilmiştir.
SAYFADA GRAFİK GÖRÜNTÜLENEMİYOR
Bu grafik en yüksek noktasına, güvenlik açısından tehdit oluşturan ve İmparatorluğun başkentinde bulunan lider konumundaki bazı şahsiyetler için tutuklamaların yapıldığı günlerde (24 Nisan 1915) ulaşmıştır.
Aynı zaman dilimlerinde Ermeni halkın toplam kayıpları ile ilgili olarak çok farklı rakamlar ifade edilmektedir.
Ermeni kayıpları konusunda sürdürdüğüm çalışmam henüz tamamlanmadığı için -şimdilik- rakam veremiyorum.
Suçlu - Suçsuz Ayrımı
24 Nisan 1915 günü tutuklanan Ermeni şahsiyetler, -o günkü koşullarda- Osmanlı İmparatorluğu aleyhinde faaliyette bulunan Ermeni Taşnak, Hınçak ve Ramgavar Komitelerinde yönetici olarak görevli ve etkili konumdadırlar.
İlginçtir, Osmanlı Hükümetinin aldığı güvenlik kararı ile Başkent İstanbul’dan uzaklaştırılanlar ve Kafkasya Cephesinde Rus kuvvetleriyle doğrudan işbirliği yapanların arasında Osmanlı Parlamentosunda görevli eski ve yeni Ermeni milletvekilleri de vardır.
Bu milletvekillerinin bir kısmı yanlarındaki gönüllülerle birlikte daha savaş başlarken Kafkasya Cephesine gitmişlerdir.
Bu kişiler Rus kuvvetleri ile doğrudan işbirliğine girmişlerdir, dolayısıyla onlar tutuklanamamıştır.
Eğer, onlar da 24 Nisan 1915 günü İstanbul’da bulunsalar hiç kuşkusuz, Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki faaliyetleri nedeniyle ihanetle suçlanacaklar ve en ağır şekilde cezalandırılmış olacaklardı.
Bu durum, yasalar çerçevesinde ve son derece olağan bir işlemdir.
Bütün devletlerde bu tür eylemlerde bulunanlar benzer yöntemlerle cezalandırılmışlardır.
20’nci Yüzyıl başındaki değerlerle, 21’inci Yüzyılın başındaki değerler kimi açılardan farklılık gösterebilir. Fakat “savaş aleyhtarlığı” değil, “savaşta vatana ihanet” hele “düşman safında çarpışmak” bugün de bütün devletlerde en ağır cezayı gerektiren bir eylem olarak değerlendirilmektedir.
Osmanlı Parlamentosunda görevli öteki Ermeni milletvekillerinden Ermeni Komitelerinin düzenledikleri askeri faaliyetlerle ilgili bulunmayanlar, savaş yılları boyunca parlamentodaki görevlerini sürdürmüşlerdir.
Osmanlı Parlamentosunun tutanakları bu uygulamanın en açık kanıtıdır.
Osmanlı mülki, adli, mali ve askeri bürokrasisinde de -bazı istisnalarla- tereddütsüz aynı politika geçerlidir.
Osmanlı Hükümetinin vali ve kaymakamlara gönderdiği emirler, suçlu-suçsuz ayırımı yapılmasındaki hassasiyeti kanıtlamaktadır.
Burada, Osmanlı ordularında sağlık hizmetlerinde görevli ve savaş sırasında çeşitli cephelerde çatışmalarda veya tifüs ve öteki hastalık salgınlarında Müslüman hekimlerle birlikte yaşamlarını yitiren Ermeni ve öteki Hıristiyan topluluklardan kahraman hekimleri ve eczacıları anmak isterim.
Büyük Savaş’ta Kafkasya Cephesi’nde can veren 163 Osmanlı sağlık subayından 124’ü Müslüman, 19’u Rum, 17’si Ermeni ve 3’ü de Musevi kökenlidir.
Bugün, Ankara’daki Gülhane Askeri Tıp Fakültesi binasında sol yandaki mermer duvara bu personelin hepsinin isimleri birlikte kazınmıştır.
Osmanlı ordularında, imparatorluk emirlerine sadık Osmanlı Hıristiyan yurttaşları askerlik görevlerini büyük bir özveriyle yerine getirmişlerdir.
Osmanlı Harbiye Nezareti tarafından bu kahramanların hizmetleri madalyalarla ödüllendirilmişlerdir.
1917 yılında Osmanlı ordu karargâhlarında ve cephelerde son derece kritik pozisyonlarda, gizlilik dereceli görevlerde Ermeni veya Hıristiyan asıllı askerlerin listesi suçlu - suçsuz ayrımı yapıldığının inkâr edilemez bir delilidir.
Osmanlı Ordusu Başkomutanlığı
2 nci Şube
28 Haziran 1917
(Tezkere)
Özlük İşleri Müdürlüğüne
Osmanlı Ermeni erlerinden olup, dil bilmeleri dolayısıyla tercüman olarak görevlendirilenlerin isimleriyle, görev yerlerini gösteren bir listenin gönderilmesini önemle rica ederim.
---------- ----- ----------
Harbiye Nezareti
Özlük İşleri Müdürlüğü
Yabancı İşleri Şubesi
1743
Genel Karargâh 2 nci Şubeye
02 Temmuz 1917 tarihli ve 43155 numaralı muhtıraya cevaptır.
Osmanlı Ermeni erlerinden olup, dil bilmeleri sebebiyle tercüman olarak görevlendirilenlerin isimleriyle, görev yerlerini gösteren listenin ekli olarak gönderildiği bildirilerek bu muhtıra verildi.
24 Temmuz 1917
Ermenilere ait hususların sabit
Bir talimata bağlanması gerekir.
---------- ----- ----------
Düşman Saflarında
Büyük Savaş’ın hemen başında, Kafkasya’da Osmanlı ve Rus orduları arasında çarpışmalar henüz başlamamıştır. Başlarında bazı Osmanlı milletvekilleri olduğu halde, Doğu Anadolu vilayetlerinden bir kısım Osmanlı yurttaşlarının Osmanlı İmparatorluğu aleyhindeki askeri faaliyetleri üzerine bazı kritik bilgileri sunmak istiyorum.
Onların, Türkiye aleyhindeki askeri faaliyetleri; bazı Anadolu vilayetlerindeki Ermeni Komitelerine bağlı Fedailerin ayaklanmalarıyla birlikte; Rus cephesine yakın oturan sivil Ermeni ahalinin bu bölgenin uzağında bir yere (Suriye’ye ve Mezopotamya’ya) nakledilmelerinin tek nedenidir.
Bir Türk bilim adamı olarak kişisel onurumun ve Tanrı’nın ve bütün insanlığın ortak kutsal değerleri üzerine yemin ederim ki; 1915 Krizi’nde savaş koşullarında Osmanlı Ermeni ahalinin oturdukları yerlerden, evlerinden başka bölgelere yerleştirilmek üzere imkânsızlıklar içinde yollara dökülmesinin başka hiçbir bir gerekçesi bulunmamaktadır.
Sizlere sunacağım bu kritik bilgilerin tamamı Rus ve Ermeni kaynaklarına aittir.
Burada özellikle Kafkasya Cephesinde dikkatinize sunmak istediğim Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetleri doğrudan Rus ve Ermeni kaynaklarından elde edilmiştir.
Dünya Savaşı’nda, Doğu Anadolu’da, Ermeni Taşnak ve Hınçak Komiteleri tarafından Osmanlı ordusuna ve bölgedeki sivil Müslüman ahaliye yönelik askeri faaliyetin en güvenilir anlatıcısı, bir Rus Komutan’dır.
1927 yılında Ermeni asıllı Rus General Gavril Korganoff, La participation des Armeniens a la guerre Mondiale sur le front du Caucase, 1914–1918, (Paris, 1927) adlı kitabında; Ermeni Komiteleri ve Rusya Genelkurmay Başkanlığı tarafından nasıl Ermeni Gönüllü Birlikler örgütlediği ve bunların Türklere karşı nasıl savaştıkları el ile çizilmiş 30 cephe planıyla birlikte açıklanmıştır.
Rus Kafkas Ordusu tarafından hazırlanan 24 Aralık 1915 tarih ve 13378 nolu raporda; Ermeni Gönüllü Birlikler hakkında istatistikler bulunmaktadır. Bu belgeye göre; 6 adet gönüllü birlik oluşturulmuştur. Her birlik 1,000 kişi veya daha az sayıdadır ve toplam olarak 5,000 Ermeni gönüllü mevcuttur. Bu arada 7. ve yedek bir gönüllü birlik Erivan’da oluşturulmuştur. (Bunlar ilk istatistiklerdir. Daha sonra bu miktar 10,000’e yükselmiştir).
Bulgaristan, Romanya, Mısır ve ABD’nden Ermeni Gönüllüler de (bunların arasında Osmanlı Ermenileri çoğunluktadır) bu birliklere katılmışlardır.
1986’da Beyrut’ta yayınlanan Andranik biyografisinde vurgulandığı gibi; Kafkasya Cephesinde Ermeni Gönüllü Birlikler oluşturma projesine katılanların büyük bölümü Kafkasya’ya sığınmış veya öteki ülkelerde yerleşmiş Osmanlı Ermenilerdir.
Bu gönüllü birlikler hakkında çok kısa olarak bazı bilgiler sunmak istiyorum.
Birinci Ermeni Gönüllü Birliği
Bu birliğin Komutanı Andranik, Rus General Nazarbekov ile görüşmesinde, kendi birliğindeki savaşçıların çoğunun Türkiye’den ve Muş vilayetinden geldiklerini söylemiştir.
Güzergâhı, İran-Başkale-Van şeklindedir.
İkinci Ermeni Gönüllü Birliği
Bu birliğin başında Komutan Dro bulunmaktadır.
Iğdır’dan hareket eden bu birlik Iğdır-Beyazıt-Berkri-Van güzergâhını takip etmiştir.
Üçüncü Ermeni Gönüllü Birliği
Kağızman’da oluşturulmuştur.
Amazaspom komutasındaki birliğin güzergâhı, Kağızman-Eleşkirt-Malazgirt-Bitlis’tir.
Dördüncü Ermeni Gönüllü Birliği
Erzurumlu Keri komutasındaki birliğin Güzergâhı, Sarıkamış-Gare-Orzan-Köprüköy-Erzurum’dur.
Ermeni Gönüllü Birlikler için tek tip askerî üniforma hazırlanmıştır.
Bu üniformalara “A.D.I” (Pervaya Armyanskaya Drujina: Birinci Ermeni Gönüllü Birliği)” yazılı yeşil apoletler takılmıştır.
Ayaklanmalar
Ermeni Komiteleri tarafından Anadolu vilayetlerinde gerçekleştirilen başlıca ayaklanmaların merkezleri Zeytun, Bitlis, Van, Şebinkarahisar, Urfa ve ikinci derecede de Yozgat, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Elazığ ve Diyarbakır’dır.
Ermeni Komiteleri tarafından bu merkezlerde müfettişler, komutanlar, çete reisleri tayin edilmiştir.
Ayaklanma ve askeri sabotaj eylemleri için seçilen yerler Osmanlı ordularının menzil istasyonlarının bulunduğu başlıca yollar ve askeri haberleşme hatlarıdır.
Bu ayaklanmalar sırasında, Zeytun, Van, Şebinkarahisar, Musa Dağı ve Urfa’da olduğu gibi Ordu’dan bir kısım kuvvetin de bu bölgelere sevkini gerektirmiştir.
Bu ise, cephede çarpışan ordu gücünü zayıflatmıştır.
Savaşın başlamasıyla birlikte Ermeni Komitelerinin askeri eylemleri bir bölgeden diğerine yayılmıştır.
1915 yılında; Sivas’ta 30,000, Erzurum’da 10,000, Van’da 15,000, Muş’ta 7,000, Diyarbakır’da 5,000, Elazığ’da 4,000 ve Bitlis’te 5,000 olmak üzere yaklaşık 76,000 Ermeninin isyan hazırlığı içinde bulundukları saptanmıştır.
1914 – 1916 yıllarındaki bu askeri faaliyetlerin tarih ve yerlerini haritada gösterilmektedir.
Ermeni Gönüllü Birlikler ve Ermeni Fedailer, Türk ordusu hakkında en önemli istihbaratları sağlayan destek unsurları olarak hizmet vermişlerdir.
Rus Duma Milletvekili Papacanov, Rus askeri yetkililerin kendisine, Ermeni Gönüllü Birliklerin Rus ordusuna olan katkılarını dile getirdiklerini ve istihbarat konusunda bölgeyi çok iyi bilen bu birliklerin yerinin doldurulamayacağını ifade ettiklerini belirtmiştir.
1916 yılında Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra, Fransa’da Echo de Paris’te yayınlanan bir yazıda şunlar anlatılmıştır:
“Türklerin güçlü kalesi Erzurum’da yapılan şiddetli çarpışmalarda cesur Rus Kazak Birliklerinin yanında Ermeni Gönüllü Birlikleri de çarpıştılar. Bölgeyi çok iyi bilen Ermeni Gönüllü Birlikler Rus ordusuna paha biçilmez bir hizmet sundular.”
Rus General Çernozubov, Andranik’in Birinci Ermeni Gönüllü Birliği için şunları yazmıştır:
“(…) Bizim Aşnak, Vruş Horan, Hanik, Kotur, Saray, Molla Hasan, Belicik ve Garateli’deki başarılarımız önemli ölçüde Birinci Ermeni Gönüllü Birliğinin faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. Hoy civarında Kutur Boğazında yapılan çarpışmalarda 28 – 31 Nisan 1915’te Dilman’da yararlıklar gösterdi.(…)”
Deniz Bombardımanları
Nihayet üçüncü konuya gelebildim.
Anadolu kıyılarındaki deniz ablukası ve bombardımanları.
Konuşmamın başında vurgulamıştım; deniz bombardımanları konusu, güvenlik gerekçesiyle hükümetin aldığı yer değiştirme kararının yaygınlaştırılmasında etkili olmuştur.
Deniz bombardımanlarına ek olarak savaş koşullarında Marmara ve Karadeniz bölgelerinde Hıristiyan ahalinin (Rumların ve Ermenilerin) durumunu etkileyen iki gelişme daha vardır:
Biri, 18 Eylül 1915 günü Fransa’nın Selanik’e asker çıkarması ve diğeri, bundan hemen birkaç gün sonra 24 Eylül 1915 günü Yunanistan’ın seferberlik ilan etmesi.
Savaş alanı olarak Marmara Bölgesinde, İstanbul şehri bir istisnadır; çünkü başkenttir ve orada güçlükle de olsa güvenlik sağlanabilmektedir.
Dolayısıyla, Ermeni Komiteleriyle ilişkili oldukları bilinen kişiler dışında zorunlu göç kararı İstanbul şehir merkezinde ikamet eden 120 bin Ermeni için uygulanmamıştır.
Yalnız bu istisna bile, İstanbul çevresinde ve Trakya’da yerleşim birimlerinde olağanüstü savaş koşulları nedeniyle Ermeni ve Rum ahaliden düşmanla işbirliği yapan örgütlere mensup kişilerin zorunlu göç işlemine maruz kalmalarının -bir savaş zorunluluğu dışında- başka bir nedenle açıklanamaması için yeterlidir.
Kaldı ki, 1915 yılında savaş bütün cephelerde sürerken; bir ara Hükümet, başkentin Anadolu’ya taşınmasını bile düşünmüştür.
Nereye gidiyoruz?
Sizlerin de yakından bildiği gibi, son yıllarda Türkiye’nin müttefiki olan dost ülkelerin parlamentoları, 1915 olaylarını “soykırım” diye adlandırmaktadır.
Bugün dünyada, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması sürecinde, Birinci Dünya Savaşı ortamında baş gösteren dramatik olayların cereyan şekli hakkında hiçbir bilgisi bulunmayan bireyler veya topluluklar, bir sanal bellek üstüne oluşturulmuş bir dogmaya inanmaya zorlanmaktadır.
Bilimsel araştırma özgürlüğüne sadık bir bilim adamı olarak kesin kanaatim budur.
Ermeni diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti ve yandaşları tarafından yayılan bu sanal inanç sistemine inanmayanlar kimi ülkelerde tutuklanmakla tehdit edilmekte veya cezalandırılmaktadır.
Bu anlayış, günümüzde, medeniyetler savaşının yeni bir şeklidir.
Tank, uçak ve denizaltıların yerine, edebiyatın, tarihin, müzik ve sinemanın ve nihayet internetin kullanıldığı bir kirli savaştır bu…
Türk Ulusu, bu yeni tür savaşta, ecdadına haksızlık yapılmasını asla kabul etmeyecektir.
Kaldı ki, Birinci Dünya Savaşı yıllarında insafsız bir savaş propagandasıyla karartılmış tarihî ayrıntıların açıklanmasını istemek en doğal bir insani haktır.
Bu insani hakkın kullanılmasının özellikle bazı ülkelerde kanunla yasaklanması, konuşmamda işaret ettiğim gibi, ortaçağ zihniyetinin hortlamasıdır.
Engizisyon kararları ile bu hakkın Türkler tarafından kullanılması ebediyen yasaklanmak istenmektedir.
Onsekizinci Yüzyıl Avrupası’nda ünlü düşünür Voltaire, Rousseau’nun kitabı İsviçre’de yakıldığında; daha önce “Diyojen’in kudurmuş köpeği” diye andığı meslektaşına, “Söylediğiniz hiçbir fikri tutmuyorum, ama söyleme hakkınızı ölünceye kadar savunurum,” diye haber iletmiştir.
Voltaire farklı düşünceye özgürlük yorumuyla düşünce özgürlüğü için örnek bir tutum sergilemiştir.
Biz Türkler, tarihin bizim kuşağımıza yüklediği bu kronik ihtilafın çözümü için bugün dayatılan modeli, asla kabul etmeyiz.
Şuna inanınız, dünyanın bütün parlamentoları aleyhimizde kararlar alsalar bile, bin yıl yolumuza sarsılmaz bir özgüvenle devam ederiz.
1915 olayları, Ermeni Diasporası ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin ve onlara inananların anlattıkları şekilde cereyan etmemiştir.
Bu kararları alanlara, “Siz, bu sanal inanç sisteminize inanmaya devam edebilirsiniz, biz sizin kendi arşiv belgelerinizi, tarihi anlamak, anlatmak ve yazmak için kullanacağız,” deriz.
Bu durumda şunu sorabilirsiniz?
Türklerle Ermeniler arasındaki bu kronik ihtilafın ortadan kaldırılabilmesi nasıl ve ne zaman mümkün olacaktır?
90 yıldan beri süren bu kronik ihtilafın çözümü için tek yanlı atılacak bir adım yoktur.
En uygun yol, ihtilafın taraflarının çözüm için birlikte adım atmalarıdır.
Daha önce de vurgulandığı gibi, “tarihçiler (…) sadece olanı değil, nasıl ve neden olduklarını, bu şeylerin anlamını ortaya koymak isterler; tarihçiler bunu kendilerine görev” bilirler.
Bu saygın görevin ve etik hakkın uluslar arası kullanımında -öteki meslektaşları kadar- Türk tarihçilerinin de kısıtlanmaması gerekir.
Son olarak ifade etmek isterim ki; Türk-Ermeni İhtilafının çözümü için Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından Ermenistan Cumhuriyeti yetkililerine bir mektup gönderilmiştir.
Bu mektupta, 1915 olaylarının araştırılması için iki tarafın tarihçilerinden bir ortak komisyonun oluşturulması ve ortaya çıkacak sonucun taraflarca kabul edilmesi önerilmiştir.
Bu çok önemli bir adımdır.
Fakat ne yazık ki, Ermenistan tarafı şu ana kadar “olumlu” yanıt vermemiştir.
Taraflar, savaş yıllarıyla ilgili bütün arşivlerini birbirlerine açmalıdır.
Ermeni Taşnak Komitesi Arşivi, ABD’dedir ve Türk akademisyenlerine kapalıdır.
Ermeni Patrikhanesi Arşivi, İsrail’dedir, aynı şekilde o da Türk akademisyenlere kapalıdır.
Arşiv kayıtları, bu tür ihtilafların çözümünde vazgeçilemez önem taşımaktadır.
Türk tarafı, kendi arşivlerindeki belgelerin tıpkıbasımlarını yayınlamak suretiyle de bu kararlı tutumunu ısrarla sürdürmektedir.
Başbakanlık Arşivlerinde Ermeni sorunuyla ilgili yaklaşık 1 milyon belge vardır.
Bu olaylarla ilgili orijinal belgelerin tıpkıbasımlarının yayınlanması halen büyük bir hızla sürdürülmektedir.
Aynı şekilde, Türk Genelkurmay Başkanlığı’nın talimatı ile Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı tarafından askeri arşivde bulunan toplam 1047 Belge 8 cilt olarak yayına hazırlanmıştır.
Bu ciltlerde, dönemin Osmanlı Ordularına ait gizli yazışmalar ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Ermeni Komitelerinin askeri faaliyetlerine hakkında bütün kayıtların tıpkıbasımları ve İngilizce tercümeleri uluslararası kamuoyunun, yerli ve yabancı bütün araştırmacıların bilgisine sunulmuştur.
1915 Türk-Ermeni İhtilafı’nın çözümünde kuşkusuz bu kadarı yetmez; fakat barışa giden meşakkatli sürece doğru mütevazı bir ilk adım için fazlasına gerek yoktur.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Her birinize ayrı ayrı esenlikler, dilerim.
2.BÖLÜM
MOSİN-GAFLAN-ÖZÜRCÜLER ÇİZGİSİNDE BİTMEYEN HAYAL:
BÜYÜK ERMENİSTAN
"Mosin" Nedir Bilir Misiniz?
Ermeni Taşnak çetelerinin 1893’ten sonra kullanmaya başladıkları bir Rus tüfeğidir. Dedelerimizin, ninelerimizin çok canını yakmıştır. Bir çok insanımızı, kadın, çoluk, çocuk demeden haince öldürmüştür. 2700m menzillidir. Türklerde bulunan Martin Kapaklı, ve Berdan tipi tüfekler ise 1200m menzillidir.
Mosin kısadır; taşıması, kullanması, nakletmesi, öğrenmesi ve öğretmesi kolaydır. Daha sessiz atış yapar ve duman çıkarmaz. O zamanlar bizdeki tüfekler ise kocaman, hantal ve ağırdı. Üstelik çıkardığı gürültü ve duman ile askerimizin mevzisini belli ediyor ve menzil dışından Ermeni çeteler tarafından Mosinlerle avlanmasına neden oluyordu.
Bugünkü Türk-İran sınırındaki Derik Manastırı bölgesinde, Taşnakların yaptığı katliamdaki başarılarının sırrı iste bu Mosin tüfeklerinde saklıdır. Yirmi-yirmibeş Ermeni komitacısı, stratejik noktalarda pusuya yattıklarında, yüz kişilik bir Türk ve Kürt kuvvetini dudurabiliyorlardı. 1914 Sarıkamış’ta Taşnaklar bu şekilde Ruslara çok yardımcı olmuştu. 1915 Van isyanında da bu Mosinler onbinlerce Müslüman’ın canını aldı. Bir o kadarı da sakat kaldı.
Ermeni komitacılarının kurduğu çetelerden sadece birisi olan EDF (Ermeni Devrimcileri Federasyonu ya da daha yaygın adıyla Taşnak çeteleri) Osmanlı’dan ne istediği ve onu nasıl alacağı konularında hiç bir tereddüt içinde değildi: Batı Ermenistan (yanı Doğu Anadolumuz) isyanlarla ele geçirilecek ve bunu başarmak için de yaygın olarak örgütlenip Osmanlı ile sürekli silahlı çatışmalara girilecekti.
Osmanlı-Rus ve Osmanlı-İran sınırlarında tam 16 gizli noktadan ülkeye bu Mosinler sokuldu. Sadece Taşnaklar 1890–1895 arasında 13 kalkışma çıkarıldı. Hinçak, Ramgavar, Armenakan ve diğer Ermeni çetelerini unutmayın. 1895–1989 arasında bu kalkışmaların hem sayısi hem de şiddeti arttı. 1896 koca Osmanlı İmparatorluğunun başkentinde güpe gündüz Osmanlı Bankası basıldı. (Washington DC’de ABD Hazinesini güpe gündüz silahla basmaya kalksanız neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz?)
Cüret o kadar artmıştı ki, artık isyan ve baskınlar Osmanlı’nın gözü önünde olabiliyordu. Serob (1891–1899 arasında 15 isyan), Gürgen (1896-1899 arasında 8 isyan), Mushegh (1890-1898 arasında 8 çatışma), Simon (nam-İ diğer "Azrayil"), Makar, Gevorg Çavuş Khan, gibi yüzlerce Taşnak çete reisi Mosinleriyle tüm Doğu Anadolu’da, ama özellikle de Kars-Van-Muş üçgeninde, Türk ve Kürtlere kan kusturuyordu. Verilen kayıplarımız çok fazlaydı.
1900–1914 arasında isyan ve baskın sarmalı daha da büyüdü ve vahşileşti. 1915’e gelindiğinde, Ermeni komitacıları artık koskoca Van kentini Osmanlı’nın askeri gücünden ve çoğu Müslüman halkından kanla koparmayı başaracak hale geldiler. Mosinlerle Muhsinlerimizi, Yasinlerimizi vurup Van’ı aldılar ve Rus’a teslim ettiler.
Bundan sonra da GEÇYER (Geçici Yerleştirme ~ tehcir) yasası geldi. Bin yıllık beraberliği bozan bizler değildik; Mosinleriyle Taşnaklardı, Hıncaklardı, Armenakancılardı, Ramgavarcılardı ve bunlara destek olan diğerleriydi...
GEÇYER, kendini bir ölüm kalım savaşı içinde bulan ve arkasından hançerlendiğini gören bir ülkenin o koşullarda alabileceği belki de en akılcı bir savaş önlemiydi. ABD’nin onyıllar sonra bile Japon Amerikalılara ve hemen sonra da Nagasaki ve Hiroşima’ya yaptıklarını hatırlayınız. İngilizlerin kendi Almanlarına, Fransızların Alsas Loren Almanlarına, Sovyetlerin Kırım Türklerine yaptıklarını hatırlayınız. GEÇYERden önce ve GEÇYER’den sonra, tüm dünyada, ve özellikle de Avrupa’da ve Batı’da, yüzlerce binlerce GEÇYER kararı ve uygulaması olduğu halde, bugün neden hep Türkiye ağızlara sakız edilmiştir diye özürcülerimize bir sormak gerekir.
Biz Mosin’e geri dönelim.
Türk Tarih Kurumunun araştırmalarına göre Ermeni komitacılarının öldürdüğü Müslüman sayısı yarım milyonu geçmektedir. Bu rakam, aynı bölgede ölen tüm Müslüman sayısı olan 1,2 milyonun içinde ve bu 1,2 milyon rakamı da tüm Birinci Dünya Savaşında ölen Müslümanların sayısı olan 3 milyonun içindedir (Justin McCarthy). İçinden şehit, gazi, ölü, yaralı çıkmayan tek Müslüman ailesi yoktur. Bu 3 milyon içinde, orantıya vurulunca görülecektir ki en büyük kayıpları Türkler vermiştir. Acılarımız bu kadar derin ve bu kadar yaygındır.
Görülüyor ki, Birinci Dünya Savaşında çektiğimiz acıların, verdiğimiz kayıpların önemli bir kısmı (yanı yaklaşık altıda biri) "Büyük Ermenistan" hayali peşinde koşanların acımasızca kullandığı Mosinler yüzündendir.
YANITLANMAYAN TAŞNAK PROPAGANDALARI SONUNDA BİZİ BUGÜNE TAŞIDI
İçerde Taşnak-Mosinleri Müslümanları vururken, dışarıda Taşnak-sözcüleri bambaşka bir hava estiriyordu. Taşnakların 30 propaganda merkezinden dünyaya sürekli " fakir, açlıktan ölen, vergiden ezilen, zulümden katledilen, Hristiyan Ermeniler" mesajı ustaca geçiliyordu. Böylece Hristiyan aleminin gönül telleri titretiliyordu.
Erivan, Batum, Tiflis, Baku, Gençe Karabağ, Tebriz Kars, Erzurum, Van, Mus, Bitlis, Ahlat, Hatay, İskenderiye, Trabzon, istanbul, İzmir Kırım, St. Petersburg, Moskova, Sofya, Bükreş, Lefkoşa, Cenevre, Paris, Boston ve üç ayrı Kafkas kentinden dünyaya yayılan bu yalanlar maalesef hemen alıcı buluyordu, çünkü Türk’e Müslüman’a karşı zaten müthiş bir önyargı vardı.
Abartılı Taşnak hikayelerini dinleyenler "Türktür, Müslümandır, yapmıştır" önyargısıyla hiç sorgu sual etmeden bunları gazete ve dergilerine taşıyorlardı. Bazıları öyle inanmıştı ki, bu yalanları romantize eden, yok satan romanlar yazdı. Bunlardan biri olan Franz Werfel ölüm döşeğinde gerçekleri maalesef geç gördüğünü, yalanlara alet olup ’Musa Dağında Kırk Gün" kitabını yazdığı için pişmanlık duyduğunu yakın dostu Albert Amateau’ya söylemiş ve bir şekilde af dilemişti. Ama "büyük yalan" çoktan almış başını gitmişti.
Bizdeki romancılar gerçeklerin ortaya çıkmasında belki yardımcı olabilirlerdi ama onların da bir kısmı bu yalanlara sempatiyle bakmaya başladılar. Hatta bazıları bu yalanların üzerine utanmadan bir de roman yazdılar. Bugün bile böyle düşünen ve özür için imza toplamaya kalkışan bazı aydınlarımızın olduğunu üzüntüyle görmekteyiz. Onlar da Taşnak propagandalarına esir düştüler.
Türk’e hala kimse fikrini sormak gereğini duymuyor çünkü Ermeni yalanları artık bir kültür haline geldi. "Ermeni Hristiyandır, yalan söylemez. Türk Müslümandır, yapmıştır." anlayışı şimdi maalesef bu "özürcüler" kervanında ses buluyor.
İşte bu kampanyalar, bu yalanlar bizi bugünlere taşıdı. Biz işe, "Kan ve kin dursun, yeni kurduğumuz ülkemiz kalkınsın, barış içinde hep beraber refaha ve mutluluğa ulaşalım." gibi asil düşüncelerle hep sustuk. Konuşmadık. Cevap vermedik. Anlatmadık. Dünya kamuoyu ise "Türk sustuğuna göre herhalde suçlu" diye düşündü. Ermenilerin cüretleri arttı. Yalanlar aradan geçen zamanda dallandı, budaklandı. Öyle ki ölülerin sayıları bile ikiye, üçe, dörde, beşe katlandı. Artık kimse " 1919 Paris Barış Konferansı raporlarında 200,000 olarak gösterilen Ermeni ölü sayısı, nasıl olur da 2008 de bir buçuk milyona ulaşır? Ölüler hiç çoğalır mı?" diye sormuyordu. Mantık hislere, gerçeklerse yalanlara teslim bayrağını çekmişti.
O halde, Mosin, "Büyük Ermenistan" hayali ile girişilen kanlı bir kalkışmayı en iyi temsil eden semboldur.
Mosin, canlarını Taşnak çeteleri ellerinde işkence ile veren yarım milyondan fazla Müslüman’in acı sonlarının da ironik bir sembolüdür.
"GAFLAN" NEDİR BİLİR MİSİNİZ?
Şimdi teybi ileri saralım ve 1994 yılına gelelim. Sovyetler Birliği çökmüş ve Ermenistan daha yeni bağımsızlığını kazanmıştır. Ülkelerini imar edeceği, halkını kalkındıracağı ve vatandaşlarına refah ve mutluluk getireceği yerde, yine o "Büyük Ermenistan" hastalığı ve hayali ile yanıp tutuşan Ermeni liderler ne yapıyor? Önce Karabağ’a arkasından da Azerbaycan’ın diğer bölgelerine saldırıyor.
Bu sefer ellerinde Rus Mosinler yerine Rus tankları ve Rus danışmanları vardır. Azeri halkını kırıp geçirirler. Birçoğunu öldürürler. Bir milyon kadarını silah zoru ile evlerinden kaçmak zorunda bırakırlar. Propagandayı gene unutmazlar. Ama bu sefer kendimizi ’Gaflan" denen yepyeni bir olgu ile karşı karşıya buluruz.
Gaflan, Ermeni askerlerinin öldürdüğü Azeri’lerin cesetlerini arkada iz bırakmasınlar diye yakıp yok eden ekiplere verilen
bir addır. Hitler’in Nazileri Yahudileri canlı canlı yakıyorlardı; Gaflancılar ise henüz öldürülmüş Azerileri. Naziler diri diri yaktı ve öldürdü; Ermeniler ise önce öldürdü, sonra yaktı. O yüzden, kafaca Nazilerle Ermeni askerlerin arasında pek fazla fark olduğu söylenemez. Aradaki fark son nefestir; Naziler son nefesten önce, Gaflancılar ise son nefesten sonra yaktılar. İkisi de fırın kullandılar. İkisi de yaktılar. İkisi de özür dilemediler.
Bizler Gaflancıların tüm insanlıktan özür dilemesini beklerken, bir de baktık ki bizim bazı "aydınlarımız" bu Gaflancılardan özür dilemeye kalkıyorlar. Biz özürcülerimiz adına, insanlık adına utandık…
Şunu da hemen hatırlatalım ki, daha Ermenistan’ın toprak talepleri henüz bitmemiştir: Azerbaycan’dan Karabağ ve Batı Azerbaycan’ı, Türkiye’den Doğu Anadolu’yu, Gürcistan’dan Javakheti bölgesini, İran’dan kuzeybatı bölgesini ve yine Azerbaycan’dan Nahçıvan bölgesini alıp "Büyük Ermenistan"i kurmak istemektedirler.
Gaflan, bu bakımdan, "Büyük Ermenistan" hayalinin en korkunç ve güncel sembolü haline gelmiştir.
Böylece Mosin’den Gaflan’a uzanan bu trajik çizgide, "Büyük Ermenistan" kurma ihtirasının hiç bir zaman sönmediğini, tam aksine, tekrar parladığını üzülerek gözlemlemekteyiz.
TÜRK ÖZÜRCÜLER İŞTE BU MOSİN-GAFLAN ZİNCİRİNİN SON HALKASIDIR
Bilerek ya da bilmeyerek, bazı Türk aydınları, garip bir yaklaşımla Ermenilerden özür dilemek için imza toplamaya kalkmaktadırlar. Düşünce ve ifade hürriyeti var; isteyen istediğinden herhangi bir nedenle özür dileyebilir. Ama şehitlerimizi, ölülerimizi yok sayarak, yukarıda açıkladığımız bu Mosin-Gaflan çizgisine hizmet ettiklerini göremeyerek, ya da önemsemeyerek ve hepimizi ima ederek özür dileyemezler.
Yarın dünya basını "Türkiye’de bazı aydınlar özür diledi" yerine "Türkiye’de aydınlar özür diledi" gibi yanlış başlıklar atarlar ve kamuoyunu yanıltırlarsa, bu yalanların vicdanı sorumlusu bu imzacılar olur ki bu sorumluluktan yaşamları boyunca kaçamazlar (Aynı Franz Werfel’in ölüm döşeğinde yaptığı yanlışlıklar için özür dilemesi gibi.)
Mesele, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle tüm ölülerden, tüm acı çeken insanlardan, kadın-erkek, yaşlı-genç, çoluk, çocuk, din, dil, milliyet, bölge ayırmadan özür dilemekse, bunda hiçbir sorun görmeyiz. Biz de böyle hümanist bir yaklaşıma veya açılıma imzalarımızı koyarız.
Ama amaç Türkiye’mizin elini zorlamak, dünya kamuoyu önünde Türkiye’mizi zor duruma sokmak,ve bu şekilde Mosin-Gaflan çizgizine hizmet etmekse, böyle bir şeyi kabul etmemiz asla mümkün olamaz.
İlle de özür dilemek istiyorlarsa, bu aydınlarımız kendi adlarına özür dileyebilirler. Örneğin, Türkiye’mizi dünya kamuoyu önünde sürekli hedef tahtasına çevirdikleri için, Türkiye’mize yardım ve hizmetleri dokunmadığı için, katma değer üretemedikleri, ya da tarihimizin mirasını har vurup harman savurdukları için, tüm Türkiye’den de özür dileyebilirler.
Ama en uygunu, Mosinlerin vurduğu Muhsin’lerden, Gaflanların yaktığı Aslan’lardan özür dilemeleri olur…
M.K. ATATÜRK;
“Binlerce çaresiz ve suçsuz ana ve çocukları işkenceyle öldürmüşlerdi. Tarihte benzeri görülmemiş olan bu vahşeti yapan Ermenilerdi”, s.260–261, Nutuk.
Nutugu tekrar okumalarını ve kimden özür dileneceğini öğrenmelerini sade bir vatandaş olarak biz biliyoruz, sadece vatandaşlar bu gerçekleri bilirken, aydın diye geçinen sayınların bilmemeleri imkânsız, amaç farklı ise bilmezlikten gelmek bunun adı da hepinizce bilinen bir sözcük Vatana ihanet. Saygılarımla
Türkiye Cumhuriyetinin 1 Atatürk’çü Kadını
16–17 Aralık 2008
Kaynak:TSK
YORUMLAR
teşekkürler bu çalışmayı yapan ve duyurmaya çalışanlara.
türklerin genlerinde soykırım ve asimilasyon yok.
tam aksine, kaynaşma, benimseme eğilimleri var.
nedeni kökenleri ve geçmişleri.
ermeni dini farklı osmanlınınkinden.
böyle olan başkaları da vardı oysa.
XVIII. yy. sonlarında koşulların tırmandırdığı ulusculuk hareketlerine doğal olarak ermeniler de uymuştur. osmanlıya karşı savaşmış olmaları doğal.
yenilmeleri de.
oysa kullanılmışlardır osmanlı düşmanlarınca. dindaşlarınca.
burada asıl etken dindir.
müslümanlığı kabul eden ermeniler, slavlar, arnavutlar v. s. de vardı. onlar da azınlıkmıydı, ikinci sınıfmıydı.
değildi ama dönmelikle aşağılanmış olabilirler.
osmanlı her ne kadar azınlıklara din özgürlüğü verdiyse de, eşitlik verememiştir. dinin içine sığınmış arap unsurlar gayri müslimlere yıldırıcı baskılar uygulamış olmalı.
bu itilmişlik ve baskılar uzun vadede husumet biriktirmiştir.
dindaşları ermeni toplumunun özgürlük aşkını körükleyerek-kullanarak neler neler yaptırdı acaba....
1915 , öncesi ve sonrasını türklerle-ermenilerin değil 2 ayrı dindekilerin kırışımı olarak düşünüyorum.
museviler daha güçlü oldukları halde osmanlıya isyan etmediler, neden. arkalarında gaz veren dindaşları yoktu da ondan mı, yoksa 2500 yıllık olgunluk-deneyiminin akıllılığıyla mı.
devlet kendisini savunacaktır.
bünye kendisini savunmazsa ölür. bundan doğal ne var.
1915 de osmanlı savaş mı başlattı. bir ülke mi işgal etti de oradakileri sürdü, astı-kesti.
devlet kendini savunacaktır. aksiyon-reaksiyon meselesi.
şimdiki düşünceyle 1yy. öncesini değerlendiremezsiniz.
o zaman devletler düşmanlarını öldürüyordu da.
hele içerdense düşman, vatan haini oluyordu yakın zamana kadar. cezası da idamdı. bu anlayışa göre şimdi vatan hainleri milyonlarca.
dindaşlar kardaş olmuş, farklı dinden olanlar gavur olmuş.
dinler insanları ayırmış.
fesatlar, dini kullanarak birilerine özgür ulus olma gazı vermiş, ateşe atmışlar garipleri.
beden de kendini savunmuş.
ve
tarih boyu yönetimden uzak kalan cengaver - göçebe- köylü-çadırcı insanlarımız devletini ele geçirmiş yeni baştan.
yeni devlet kurmuşlar. T.C.
ama deneyimi yok ki. şavaş bilir, çobanlık bilir.
bilemez devlet nasıl yönetilir.
dört kişi bir araya gelip kare kuramazlar. kare kurulur , okey oynanacak kahveyi seçmede anlaşamazlar.
böyle olunca da, böyle oluyor işte sonuç.
biz neyin nasıl olduğunu anlayana kadar,
eloğlu kılıfını hazırlıyor,
propagantasını yapıyor,
içerde dışarda at koşturuyor.
baksanıza şu memleket insanının hallerine .
bugünü gözünüzün önüne getirsenize.
ama nasıl.
baktığımızda da göremiyoruz ki.
saygılar.
yanantoz
Bu çok değerli tespitleriniz için teşekkür ederiz. Ancak unutulmaması gereken bazı hususlar var. Her şey 14 Mayıs 1950 yılında Demokrat partinin iktidara geçmesiyle başladı. Bir anda karşı devrim süreci dedikleri Kemalist ideolojiyi terk ediş ve Köy Enstitülerinin kapatılması.. Ezanın Arapçaya çevrilmesi.. İmam Hatip liselerinin, Ku'an kurslarının arka arkaya açılması ve yaygınlaşması.. Tüm bunlar kaderci ve akıl yoksunu bir milletin adım adım yetiştirilmesi sürecini başlatmış oldu. Derken 1980 askeri darbesi ve Cunta yönetiminin sosyal halkı , toplumsal refleksi felç eden baskıcı yönetim anlayışı... Arkasından Özal’lı yıllar geldi. Paranın en üst değer yargısı olduğu bir yaşam tarzı insanlara adeta damardan zerk edildi. Toplumsal tepki sadece bir futbol takımıyla ya da televizyondaki ne olduğu belirsiz yarışma programlarıyla uyuşturuldu. Kısacası bugün yaşananlara öyle birdenbire gelinmedi. Adım adım gelindi. Adına aydın denilen bir hain kesimi peydah oldu. Ve onlar bugün akıl almaz bildirilerin altına utanmazca imza kampanyaları başlatıyor. Halk yeterince tepki göstermiyor. Göstermeyecek de. Çünkü bu halk aklın alamayacağı bir şekilde uyuşturuldu! Daha da kötüsü bilinçli olarak yoksulluğa mahkum edildi ki kendilerini yoksulluğa mahkum eden politikacılara daha fazla gebe olsunlar. Karamsar değilim ama eğer bir geleceğimiz olacaksa bunu da yine bu ülkenin okuyan araştıran gençleri temin edecek. Yoksa bugünkü Türk milletinden en ufak bir beklentim de yok. Sevgiyle kalın.
Degerli insan Denizkizi..
Saatlerinizi vererek hazirladiginiz,duyarli yureginizle en buyuk sevgiye ve ask'a yazdiginiz (vatan sevgisi ve ask'i) ibretle okunmasi ve dersler alinmasi gereken bu yaziniz ve emeginiz icin sizi en icten sevgi ve saygilarimla kutluyor ellerinizden opuyorum..
Buyuk bir dikkatle,sozde degil ozde vatan sevgisini icinde yasatan Turkiye Cumhuriyeti vatandasi olarak yazinizi hic bir ayrintiyi atlamadan okudum..Yillardir vatansizlar ve parcalanmis bolunmus darmadagin edilmis vatanlarindan uzaklarda yasayan insanlar tanidim ve birlikte yasadim..Vatan sevgisinide,vatansizligida iyi bilenlerdenim..Ates dustugu yeri yakiyor anlayacaginiz..Vatani olmayanin ozgurlugu;ozgurlugu olmayanin hic bir seyi olmaz..Kimler bunun farkinda..?
Burada bir kac duyarli kalemin daha yazdiklarini okudum..Hayretler icerisindeyim hayretler..Dehset ve hatta ibretle izliyorum.."Kimin,kac kisinin umurunda"
Benim umurumda...
Hepte olacak..
Ne onurumdan..
Ne gururumdan..
Ne Bayragimdan..
Ne Vatanimdan..
Vaz da gecmem..Lafta soyletmem..
Ben Kim miyim..?
Sozde Aydin lara sesleniyorum.."Ulu Onder Ataturk'un GENCLIGE HITABESI ni okuyun..Beni orada bulacaksiniz..
Emeginiz ve vatan sevgisi dolu yureginiz karsisinda saygiyla egiliyorum..
Ersal Demir
Cotonou/BENIN
Afrika