- 575 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Diǧeri ya da Başkası Olmak – Alevi olmak
Tarihi bilgilere göre Milattan önce 333 yılında „Büyük İskender“ (Alexander) denen II. Filip’in oǧlu babasının ölümüyle boşalan koltuǧa oturur. Bu talancı, katil, savaşta girdiǧi her şehiri yakıp yıkan, suçsuz insanları yerinden yurdundan acımadan sürgün edip ve dünya da bu gün bile kahraman olarak okullarda okutularak körpe beyinlere yutturulan bir zat olan bu insanı da, yine günümüzde de dünyanın en büyük filozofu olarak kabul edilerek üniversitelerde üzerine yüzlerce, binlerce tezler yazılmış olan Aristo tarafından eǧitilmiştir. Hatta bu „Büyük İskender“ denen zat daha iktidara gelir gelmez rakip olarak gördüǧü herkesi gözünü kırpmadan yok etmistir. Ve arkasından iktidarını saǧ lam bir yapıya baǧ layarak öǧ retmeninin tavsiyelerini dinleyerek „Doǧu“ya ya da o zamanın deyişi ve günümüzde de kullanılan „barbarlıǧa“ karşı büyük bir sefere çıkmak için o zamanın en büyük ordusunu kurmustur. Bu seferin amacı, medeniyetten mahrum kalmış „Doǧu Toplumları“na sözde bu medeniyet aşıǧı adam tarafından, medeniyet taşınmak istemesi ne kadar gülünç bir durumdur aslında…
O halde ne demektir „barbarlık“? Kim, nasıl „barbar“ olur? Ya da insan denen doǧanın en büyük gelişmiş varlıǧı olan bu nesne neden „barbarlıǧa“ ihtiyaç duyar. Ben bu denemem de, işe önce bu kavramı açıklayarak başlamak istiyorum. Barbarlık; bu kelime aslında bir yakıştırmadır. Hiç bir toplum, kavim, sülale, ya da etnik grup kendisi „barbar“ olarak görmemiştir ve görmekte istemez. Bu ilkel toplumlardan, iş bölümünü geliştirmiş, hatta Immanuel Kastel’in „Kablo Toplumu“ olarak adlandırdıǧ ı günümüzün bilgisayar çaǧ ı toplumlarına kadar hep aynı olarak kalmıştır. Millattan önce 753 yılında kurulan „Roma İmparatorluǧ u“ ve Yunanlılar’ın „polis“ dedikleri şehirleşme kültürünü geliştiren, zamanın sanat, edebiyat ve askeri alanda öncüsü olan Avrupa, Yakın Doǧ u, Kuzey Afrika ve Persler üzerine sürekli etkide bulunmak istedikleri için, bu diǧ er/ öteki toplumları bu gözle görmüşlerdir. Diǧ er bir deyişle kendi halkı dışında kalan halkları aşaǧ ı görmüş, aralarında fark gözetmeden hepisine birden „barbar“ demiştir. Kelime olarak anlamı; vahşi, görgüsüz, yabani, gelişmemiş, ilkel, kaba olarak anlaşılır. Latince sözlükte bu kelimeyi aynı anlam içerikleriyle açıklayarak, „Roma Halkı“ndan olmayan yabancıları kastedmiştir. Bu diǧer halkları bilinçli olarak aşaǧ ılamak için kullanılan bir kavram da olmuştur tarihsel süreç içinde… Ve bu kavram o tarihlerden itibaren dünya dillerine girerek hep aynı orjinal boyutuyla kendinden olmayan doǧu toplumlari için kullanmışlardır. Hatta bu bir ülkenin sınırları içinde diǧer bir yöreyi aşaǧılayarak tepeden bakmak olarak da algılanmaktadır. Günümüzde her alanda kullanıldıǧı gibi kendi ülkemizde de bir „Doǧu Sorunu“ olduǧ u için bu kavram da kullanılır.
Bu kavramın kullanılması çok yönlü ve çok boyutlu bir konuma sahip olduǧ u için „öteki“ ya da „diǧ eri“ olmak bir toplumun yapısının inşaasında gözardı edilmeyecek kadar negatif ve büyük önemde sahiptir aynı zamanda… Bu sadece Batı toplumlarının Roma’dan ve Helen Kültürü’nden aldıkları bir özellik olarak doǧ masına raǧmen, daha sonraları başka toplumlarda kendilerinin diǧ er toplumlardan ve etnik gruplardan üstün olduklarının iddiasını kanıtlamak içinde kullanılmıştır. Bu ayrım günümüzde coǧ rafi özelliǧ ini tarihin tozlu sayfalarına gömerken karşılıklı paslaşmalar şeklinde sürüp gitmektdedir. Ne Doǧu diye nitelendirdiǧ imiz ve coǧ rafi olarak kesin çizgilerle sınır çizdiǧ imiz Doǧu, Batı’yı, ne de medeniyeti doruklarında yaşayan görgülü kendini beǧ enmiş Batı, Doǧu’yu anlamak için bir çaba harcamamıştır. Daha bilimsel bir ifadeyle konuyu açıklıǧ a kavuşturmak gerekirse; „Doǧu’nun Avrupa hakkında meraksızlıǧı sorgulanmaksızın kabul edilmiştir. Oriyantalizm (Şarkiyatçılık) karşısında silkelenmiş, ilkel bir oksidantalizm (garbiyatçılık = batıcılık) varlıǧını kabul edenler yanında içsel bir oriyantalizmle Doǧ unu’nun meraksızlıǧ ından dolayı oriyantalizme benzer bir oksidantalizm yaratmadıǧı yargısında olanlar çoǧunluktadır.“ Bu Doǧu – Batı ayrımı aslında suni bir ayrım olduǧ unu hesaba katmamız gerekmektedir. Bu ayrım ünlü Alman Filozofu Hegel’in „efendi – köle diyalektiǧ i“ üzerine teorize edildiǧi, bu diyalektiǧ i aşmaǧa „öteki ben“den, „özneler arası diyaloǧa“ uzanan bir yolu takip ettiǧ i için bu sorun günümüzde de çözülememiştir ve yakın bir zamanda da çözülecek gibi bir durum arz etmemektedir. Ben konuyu yinede daǧıtmadan mümkün olduǧu kadar bir konteks içinde açıklamaǧ a çalışarak etraflı bir bilgi vermeǧ e çalışacaǧım. Bu biraz yakınlara gelindiǧinde „İslam Dini“in yeryüzüne çıkışıyla da ilintilidir bir yönüyle. Öyleki bu din yayılmacı ve saldırgan politikalar izleyerek hakimiyetini kurup saǧ lamlaştırdıktan sonra kullanabileceǧi bütün zorlukları kullanarak Afrika, Asya, Avrupa’ya yayılmıştır. Ve bu ekspandiyonist (yayılmacı) politikaları hep kendi gözlemlerinden yola çıkarak „insanları; hem bu dünya da, hemde öbür dünya da saadetli ve huzurlu bir hayat“ tesellisiyle avutarak yapmıştır. Bu dine inanmayanlar; kafir, dinsiz, gavur, cehennemlik, günahkar gibi manevi boyutlara büründürülerek sunulmuştur hep. Bunu doǧ rudan kabul etmeyen kabileler ve gruplar bu dinin sözde savunucular tarafından acımasızca katliamlara ve şiddete maaruz kalarak ya yok olmuşlar ya da zorla bu dine konverte edilmişlerdir. Bu din ne zaman ki Bizans için tehlike oluşturmaǧ a başlamışsa o ölçüdede Türkler ve Doǧ u toplumları Batı (garp) için tehlike arzetmeǧ e başlamıştır. Oysa Türkler, sanıldıǧı gibi islamiyeti severek, ellerini kollarını sallayarak bu dine geçmemişlerdir. Öyleki ancak çok kanlı savaşlardan ve kayıplardan sonra zorla ve bir kaç kuşaktan sonra islama adapte olabilmişlerdir. Nasıl ki Araplar islamın ilk yayılmacı yıllarında başka halkları, yani islam olmayanları küfür, cehennemlik, malına, canına zarar vermenin helal olduǧ unu ve kadınlarını ve kızlarını almanın helal olduǧ unu fetvalarlada tasdik ettirmek için dini kılıflara uydurmuşlardır. Şeyhülislamlar uyuduruk fetvalarla padişahları da ipe göndermişlerdir. Osmanlı Tarihi bunun en bariz örnekleriyle doludur. Bu gün ki milliyetçilerin iddia ettikleri o sevimli sultanlar/ padişahlardan ondörttanesi ya şeyhülislamların fetvalarıyla, yada onların yardakçıları tarafından yok edilmişlerdir.
Ancak sosyal bilimlerde fikri ortaya koyan her yazarın niyeti, almış olduǧu toplumsal kültür, eǧtim ve aileden etkilenmesinin sonucu olarak ortaya çıktıǧı için tarafsız eserler böyle hassas konularda ne yazı ki istenildiǧi kadar yoktur. Ama böyle Doǧu – Batı ikileminde ortaya çıkan eselerde maalesef bunlardan farklı deǧildir. Örneǧ in Edward Said ve Bernard Lewis’i incelemǧe kalkarsak aynı durum söz konusu olacaktır. Dünyanın ünlü siyaset bilimcileri olan bu adamlar karşılıklı, biraz da sansasyona dayanan kitaplar yazdıkları için sürekli gündemde olmayı başarmaktadırlar… Edwar Said Filistin kökenli bir siyaset bilimcisi olduǧu için, Batı‘nın Filistin Sorunu’na gerekli ilgiyi gösterip sorunu kökünden çözmek için gerekli aǧırlıǧ ını koymadıǧ ından yakınarak, Araplar’ın bir çok alanda Batı tarafından biliçli olarak diskrimine edildiǧ i iddiasını çıktıǧı her açık oturumda dile getirirek, İsrail’in tutumunu da böylelikle eleştirmektedir. Edward Said’ten önce daha önce Namik Kemal, Cemalettin Afgani, Şehbenderzade Filibeli Ahmet, Niyazi Berkes, Ahmet Abdel Melek, F. Fanon, Cesaire, Panikar ve Romila Thapar tarafından Batı’ının Doǧ u bilgisinin sorunlu olarak algılandıǧı yazdıkları kitaplarda ön plana çıkarılmıştır. Edward Said ise oryantalizmin içeriǧini üç boyutta ele alarak ortaya koydu. Bu Oryantalist, akademik çalışmaları sonucunda Doǧ u – Batı ayrımına dayalı bir düşünce biçimi, betimleme ve denetleme üzerine Doǧ u ile uǧ raşacak özel bir kurum. Albert Hourani Batı Düşüncesinde İslam adlı eserinde bu olguyu öne çıkararak, Batı’nın Doǧ u’ya karşı tutumunu elestirisel bir incelemeyle büyüteç altına alıyor. Batı’ının sömürgeleştirilmesinde ve Batı’lı modern kimliǧin oluşumunda yoksullaştırılmış bir Doǧ u”nun yine Batı tarafından nasıl yaratıldıǧına dikkat çeker. Edward Said’e gore Batı’nın diǧeri olan Doǧ u sorunludur. O yukarıda da belirttiǧim gibi Doǧ u’yu Filistin sorunu endeksli bir çerçevede deǧ erlendirir. O Batı’ının karşısına oryantalizm timeline dayalı “karşıt – öteki” olarak Arap kimliǧ ini savunan yüksek bir imaj olarak sunar. Oysa, 1071 Malazgirt (bu gün Malatya’nın bir ilçesidir) zaferiyle, Türk – İslam Kimliǧ i Bizansı köşeye sıkıştırarak bu günkü Anadolu’yu adım adım kendi topraklarına katarak Batı’nın düşmanı olmayı bu tarihten itibaren üzerine çeken tek devlet olmuştur. Yıllarca sürgün hayatı yaşayan E. Said’in bu hatasını etnopsikolojisine baǧlayarak olayları bu açıdan deǧ erlendirdiǧini sanırım gözardı etmek yine de yanlış olacaktır. Bu oryantalizmi Napolyon’un Mısır’a yaptıǧ ı sefere baǧlamak yanılgısı gibi bir yanılgı olacaktır. Oysa Avrupa devletleri dünyayı kendi egemenliklerine baǧ lama serüvenlerini, yeraltı ve yürüstü zenginlikleri ile beraber insane kaynaklarını sömürme çabaları daha önceki yüzyıllara ve tarihlere dayanmaktadır. Bu devletlerin çabaları sistemli bir şekilde yüzyıllardan beri böyle sürüp gelmektedir. Bu makus talih bu toplumların kaderi deǧ ildir, ama yerli küçük sermayenin kaypak bir yapıya sahip oluşları tefeci denen koprador küçük bir sınıf yaratarak yerli halkları sömürmenin en güzel yollarını bulmuşlardır. Peter Burke, Bilginin Toplumsal Tarihi adlı kitabında bunu ayrıntılarıyla ele alarak açıklamıştır. E. Said’in öznel diyaletiǧ i bütünlüklü bir Batı’lı ve Doǧ u’lu öznesini yeniden kurmak için ele alır. Yani, meseleye Doǧ u – Batı diyaletiǧ i içinde bakar. Oryantaliz kurgusunda düşünürlerin sömürgesizleştirme planları belirgin etkisini göstermesine karşın bu E. Said’te tek yanlı ve bütünlüklü Batı ekseninde israr edişi, onu girdiǧ i bataklıktan kurtaramaz, bir çok konuda haklı olmasına raǧ men. Ama bu demek deǧildir ki E. Said, etnopsikolojisi çerçevesinde ele aldıǧı konuları bir çok alanda sümen altı etmesine raǧ men bütünüyle kabul edilmez anlamına da gelmez. O bütün yanılgılarına, sümen altı ettiǧi konulara raǧ men, gerçekleri savunarak ortaya koyduǧu fikirlerde beyan edecek kadar da güçlü bir kaleme sahiptir. Ayrıca E. Said’in oryantalizme kişisel bazda yaklasması veya da tersi bir görüş savunması, böyle büyük bir meselenin olmadıǧ ı anlamını da gelmez. Çünkü E. Said’ten once de bir oryantaliz sorunu olduǧuna göre, konuya bu şekilde yaklaşmak sanırım işimizi biraz daha kolaylaştıracaktır. Aynı zamanda bu konuyu sadece E. Said’le özdeşleştirmek, diǧer yandan, oryantalist araştırmacılar için, kendi bindikleri dalı kesmekten başka bir şey deǧ ildir.
O bir çok oryantalist araştırmacıyı hedef tahtasına oturtup ateşlerken asıl hasım olarak gördüǧ ü Bernard Lewis’tir. Bernard Lewis son yıllarda İslam ve Doǧ u üzerine yazdıǧı kitaplar yüzünden (bu kitaplar bir çok konuda, bu sorunları acımasızca bazende polemiklerle eleştirerek) , adeta İslam Dünyası’da düşman veya da ikinci Salman Rüşdi olarak ilan edildiǧ i için, onun eserlerini. E. Said; bilimsel nesnellikten uzak, hegomonik bir bakış açısıyla incelediǧini ileri surer. Bu iki insanın karşılıklı polemikleri gündemi uzun meşgul ederek sürüp gitmektedir. Elbette bu kavgada bu iki yazaraın Yakın Doǧu’yu hem iyi bilmeleri, hemde etnik kökenleri birinci dereceden biribirlerine zıt olmalarındandır. Çünkü, B. Lewis, bir Yahudidir ve Amerika’daki Yahudi lobisinin önde gelen isimlerinden birisidir. E. Said O’nun Amerikan yönetimindeki aǧırlıǧ ını bildiǧi için, Amerika’nın Irak’ı işgalinde önemli bir yere sahip olduǧ unu iddia ederek büyük bir yankı uyandırmıştı. B. Lewis ile E. Said’in çatışması benim burada irdelemeye çalışacaǧ ım Türkiye’nin Alevilik’le ilgili sorunu açısından önemli bir yer teşkil etmektedir. Bu sebeple bu konu bir kaç sıǧ cümle ile geçiştirilemez. Buna karşın B. Lewis 1960’lı yıllarda yazdıǧ ı “Modern Türkiye’nin Doǧ uşu” isimli çalışmasında Türkiye’yi bambaşka bir açıdan deǧ erlendirerek laik Türkiye Cümhuriyeti’ni Batı ekseninde gelişen modern ve medeni bir devlet olarak deǧ erlendirmişti. Bu deǧ erlendirme ile yazar aynı zamanda İslam dünyası içinde Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin öncü bir model olduǧ u fikrinin yayılmasına katkıda bulunmuiştu…Daha sonraki deneme ve yazılarında B. Lewis bunun bir yanılgı olduǧ unu iddia ederek daha konzervatif bir duruş sergileyerek ne kadar gericileştiǧ ini göstermiştir. Yazarın oryantalizm tartışmalarının merkezinde yer alması aynı zamanda onun gündemde kalmasını deǧ il, fikirlerinin mutlak doǧ ruları tespit ettiǧ inin üstünlüǧ ü içinde, Batı’nin Doǧ u’ya açılımını, salt Doǧ u hakkında bilgi toplama tezini savunarak gülünç bir duruma da düşürmüştür kendisini. Eǧer B. Lewis 1923 Türkiye Cumhuriyeti’ini Batı tipi bir çaǧdaşlaşma olarak takdim ettiǧ i ve olumluladıǧ ı kitabı Türk Modernleşmesi ile Müslümanların Avrupa’yı Keşfi kitapları karşılaştırıldıǧ ında, kitapların farklı niyetlerle kaleme alındıǧ ı anlaşılıyor. Bernard Lewis, 1970’li yıllardan sonraki yapıtlarında ısrarla Batı medeniyetinin üstünlüǧ ü ve bu medeniyetten vazgeçilmesi gerektiǧ i tezi üzerine durur. Batı’nın sömürgeci, emperyal tarafını manipüle etmeye çalışır. Bernard Lewis’in bu fikirleri, Çatışan Kültürler kitabının temel tezidir. Batı kültürünün üstünlüǧ ü savunusu tezi içinde olan B. Lewis, burada diǧ er kültürleri merak etme ve bilmenin Batı’ya ait bir fikir olduǧunu ileri sürer. Bu zat, Batı kültürünün ve kültürlerinden yoksun kalan milletlerin güçsüz duruma düşeceǧ i saplantısına o kadar dalmıştır ki, bu kültürün bilinmesi ve tanınmasının avzgeçilmez bir yaşam biçimi olarak algılanmasını iddia eder. Eǧ er yeryüzünden Batı kültürü kaybolursa, insanlıǧın ilkel bir geriye dönüşe ayak uydurarak, özgürlük, demokrasi, medeniyet ve barbarlıkla yüzyüze kalarak İslam dinin pençesine düşerek yok olacaǧ ını zanneder. Aslında bu savunulan fikirler Batı’nın üstünlüǧ ü tezi üzerinde şekillenen çalışmaları, sömürgeleştirme döneminin ürünü olan oryantalist yaklaşımla biçimlenmiştir. Araştırmacı yazar Dr. İbrahim Şirin; Osmanlı İmgeleminde Avrupa adlı araştırma kitabında “Batı’nın Doǧ u imgesini bütün ideolojik olumsuzluklardan arındırılıp salt bir bilme merakıyla örmüş, ötekileştirilmiş bir Doǧ u olmaktan çıkarmıştır. Hatta Batı’ın aksine Doǧ u’nun Batı’yı İslamcılık ideoloji çerçevesinde ötekileştirildiǧ i tezini aǧ ırlıklı olarak işlemiştir.
Bu kızışan ortam 11 Eylül olayıyla beraber tamamen farklı bir boyuta bürünerek batılı liberal aydınları bile, farklı taraflara çekerek “öteki” olmayı bütün çıplaklıǧ yla ve hatta ırkçı ve saǧ cı kenara çekerek hedefine bir adım daha yaklaşmıştır. Yine Lewis bu çerçevede 11 Eylül 2001 den sonar kaleme aldıǧ ı, “Hata Nerdeydi ve İslam Krizi” gibi kitaplarında, Batı medeniyetlerinin üstünlüǧ üü bütün dünyaya tekrar tekrar vurgulayarak ısrar etmiştir. Bunun dışında B. Lewis’in bütün yazı, makale ve kitaplarının ortak teması, sürekli Batı’nın sömürgeci, koloniyal ve savaşçı tutumunu manipüle ederek başka halklara Kabul ettirmeǧ e çalıştıǧ ı fikirleridir. Yukarıda da belirtildiǧ i gibi, bu iki yazarın iddialarının bilimsel bir gözle deǧ erlendirildiǧ inde, “tarzların paradigmasal olduǧ u, bilimden ve bilgiden once bilgi üreticilerine bakmamız gerektiǧini, bilginin ancak ve ancak bir perspektiv içerisinde üretildiǧ i, Gadamar’e gore, yorumun olduǧ u yerde ön yargının olduǧ u, Foucault’a “bütün bilgi iddialarımızın onulmaz bir biçimde iktidarla baǧ lantılı olduǧ unu, nesnel bilgi diye bir şey olmadıǧı” gibi beşeri ve müspet bilimin metod ve mantık açısından çok farklı ele slınması gerektiǧ ini hatırlatmaktadır. Doǧ u’nun sömürgeleştirilmesinde ve Batılı modern kimliǧ in oluşumunda, Avrupamerkezci anlayışın temellendirilmesinde oryantalizm etkin bir rol oynar. Batı öteki asırlarda “digerlerini (onları) ” tanımak için yürüttüǧ ü oryantalist çalışmaların karşılaştıǧ ı kavram,asal zorluk sonucu, 19. Yüzyıldan itibaren Oryantalizm’in yerini yavaş yavaş antroploji aldı. Batı’da kollektif Batılı kazandırma ve bizi oluşturma işini sosyal bilimlerin sabıkalı disiplini antroploji üstlendi. Batı’nın günümüze deǧ in uzanan zihniyet yapısını şekillendiren bu modernist sıçrama, etnosentrik bir yaklaşımı da beraberinde getirmiş ve neredeyse bütün bir antropolojinin Üzerinde oturduǧ u “ilkel” paradigmasına vucut vermiştir.” Özellikle bu Darwin’in “Evrim Teorisiyle” doǧ rudan bir tarih anlayışın ürünü olarak sunulmuştur. Hatta bu süreç daha sonraki yüzyılda, saldırgan bir kimliǧ e bürünerek dünyayı kasıp kavurmuş ve milyonlarca insane öldürülüp, milyonlarcasıda sakat bırakılarak açlıǧ a ve yokslluǧ a itilmiştir. Bütün bu katliamların ana kaynaǧ ını da Darwin’in teorisine dayandırılarak bir haklılık payı çıkarılmaǧ a çalışılmıştir. Yani bir yönüyle “İkinci Dünya Savaşı’ın mimarları, Darwin Teorisi’ne sosyal Darwinizm’i ekleyerek tamamen ters bir yöne çekmişlerdir. Darwin, “Türlerin Kökeni” adlı eserinde doǧ al deǧ işimi büyüteç altına alarak, doǧ adaki deǧ işmelerin insan üzerine de etkisi olacaǧ ını ıspatlamaǧ a çalışmıştır. Aslında bir çok alanda olduǧ u Batı toplumlarının dışında kalan, ilkel, duraǧ an olduklarını inceleyen yine antropoloji disiplinin kendisi olduǧ u için, Batı’nın resmi sömürücülüǧ ünün hamisi olarak sanık sanık sandalyesine oturmuştur bu bilim dalıdır. Oysa diǧ er bir deǧ er bir deyişle, “oryantalizm karşısında bir başka önemli sorun da oryantalist bakış açısını tersine çevirmektir. Bu oryantalist üretimi alıp Kabul etmek kadar, bunu sorgusuz tersine çevirmek de hatalı bir tutumdur. Bizim Türk İnsanımız kendini bu konudada Avrupa ve Amerika’yla karştırarak “Biz adam olmayız” tavrını içselleştirerek, Doǧ u’lu olmanın kompleksini yaşarlar. Bu kompleks bütün “Doǧ u Toplumları”nı yüzyıllardan beri hor ve hakir gördüǧ ü için “aşaǧ ılık kompleksini” sürekli üreterek biat kültürünü aşılamıştır. Bu yüzden Dogu insanı kendinden olmayan bir başkasına ruhtan baǧ lanarak aşırı saygı duymayı, kendine bir iyilik yapanı bir ömür boyu omuzunda taşıyarak ödüllendirmek isteriz. Bu bana kısa sure yaşadıǧ ım ve hayatımda hiç kimsenin beni bu kadar aşaǧ ılamadıǧ ı bir hanımın dediǧ i gibi “Köle ruhlu” zihniyeti yaratmıştır. Bu oryantalist kültür, kendini küçümseme, kendi deǧ erlerine sırt çevirme çabası ise yabancı düşmanlıǧ ı ve Batı’yı kendi deǧ erlerinden üstün görmek gibi bir komplekse yol açabilir. Nitekim bu olgu ve mentalite günümüzde Doǧ u Toplumları’nda daha da göze çarpıcıdır. İki uçta toplumda radikalizme yönelirse, bu, bu toplumların saǧ ıklı bir gelışme gösteremediklerinin ıspatı demektir. Bu hastalık bize Osmanlı geleneǧ i olarak bulaşıp günümüzde de bütün hızıyla sürmektedir. Türk aydınının bulaşıcı hastalıǧ i olan, kendi deǧ erlerini küçümsemesinin sebeplerinden birisi ise, kendine güvensizliktir. “Bu kendine münhasır olma hali”, bizim Türk Toplumu’nun 1071 yılından beri Batı’yı işgal etme hastalıǧ yla beraber, Batı’ya benzeme tutkusununda bir ifadesidir. Bu konuda daha fazla bilgi sahibi olmak için, sayın gazeteci yazar Yalçın Küçük’ün “Aydın Üzerine Tezler” adlı eserinde bütün çıplaklıǧ ı ile gözler önüne serilmiştir. Bu konuda göklere çıkararak övülen Osmanlı sanıldıǧ ı kadar da saǧ lam bir yapıya sahip deǧ ildir.
Victor Hugo’nun Şiar Yalçın tarafından Türkçe‘ye çevrilen “Anılar”ını (İstanbul, 1974) okurken, benzer bir şaşkınlık hâli yaşadığımı itiraf etmeliyim. Hugo’nun notlarında karşılaştığım küçük değiniler tam da bu bu kabilden... Hugo’ya kulak verelim, söyledikleri geçmişimizi ilgilendirdiği kadar, acaba bugünümüzü de ilgilendiriyor mu? „Barbarlar gerçekten de çocukturlar. (Tunus Beyi Ahmed) bugünün o gülünç Türk modasına uyarak giyinmişti. Bu moda iki Fransızın Sultan II. Mahmud‘u uygarlığın pantalon ve redingot giymek demek olduğuna inandırdıkları günden beri bütün Osmanlı İmparatorluğuna yayıldı. Böylece yiğit Türkler geleneksel giysilerini, insan giysilerinin bu en güzel ve en gösterişlisini bir kenara attılar, ve bizim giysilerimizi yalan yanlış benzetlemeye başladılar. Türklerin bizden fazla bir şeyleri, güzellikleri vardı; biz onlara kendi çirkinliğimizi vermeyi başardık. Bizim uygarlık taslayan bilgiçlerimiz ise buna “ilerleme” adını veriyorlar.“ (s. 22)
Öteki olma veya başkasını bizden farklı ve düşük görerek aşaǧ ılama ise kelimenin tam anlamı ile insane kişiliǧ inin çökmeǧ e başladıǧ ı ever demektir. Her sözün söyleniş biçimi, toplumda kökleşmiş önyargılarla bezendiǧ i için “toplumsal bellek” denen yanlış bir kavramı kuşaklar boyu içinde taşıyarak farklı görüşlerin oluşmasına tahamül edilmez bir noktaya taşır insanın içindeki sadist duygularıyla beraber. Söylem, içerisinde farklı görüş açılarının, dünya görüşlerinin, eǧ ilimlerin kesiştiǧ i, bir araya geldiǧ i ve birbirinden ayrıldıǧ ı yerdir. Buna edebiyatta “kavram” denir. Kavram ise nesnelere önceden verilmiş anlamları ve yönelimleri tespit ederek, zaten daha önceden verilmiş ve bilinen anlamları yeniden güncelleştirmektir. Yani bir yönüyle de “anlam” denen ifade biçimidir. Anlamayı anlamak ise tarihsel düşünmek, tarihsel süreklilik içinde olaylara yön veren faktorlerin ekonomi, sanat, din ve hukuksal birlikteliǧ in sözceye nasıl yansıdıǧ ını çözmeye çalışmaktır. Burada çift yönlü bir ilişki sözkonusudur. Özne nesne diyaloǧ u hem öznenin nesne karşısında kendisini konumlayışı hemde nesneyi kendisi olarak tanımlayıp tanımlamadıǧ ı önemlidir. Bu Osmanlı’nın yükseliş döneminde ortadox – sünni islamın yükselerek başka toplumları aşaǧ ılaması, acem, rum, alevi, rus hatta Türk Türkmenleri’ini islama mesafeli duruşlarından dolayı aşaǧ ılayıp küçülmesiyle başlayarak öteki olma kavramı böylelikle kendini topluma kabul ettiren bir realite olarak karşımıza çıkmaktadır. Avrupa imgesi tarihsel süreç içerisinde birbirinden farkli tarzlarda ifade edilerek, Osmanlı mentalitesindeki deǧ işimi de gösterir. Özneler de toplumlar arasında ki, ilişkiyi, gerilimi, sempatiyi ve nefreti takip etmek mümkündür. Osmanlı’da Avrupa kelimesinin yerini „Frengistan“ kelimesini alarak kullanmıştır. Bu kelime köken olarak „Frank“ kelimesinden dilimize girmiş bir kavramdır ve Anglosakson, Cermen veya Latin ırklarının biriminden olan kimselerdir. Veya bir diǧ er deyimle Batı Avrupa kavimleri için kullanılan Frenk kelimesi Avrupa devletlerinde İtalyanlar için kullanılıyordu, çünkü Osmanlılar ilk münasebetlerini bu ülkelerle yapmışlardı. (Bak. Şerafettin Turan: Osmanlı – İtalya siyasi ilişkileri/ Oǧ uz Kartal: Türk Edebiyatı’nda ve Kültüründe İtalyanlar, İst., 2002, S. 122, …) . Bu münasebetler Avrupa devletleriyle 15. Yüzyıldan itibaren daha da ayoǧ unlaşarak sürüp gitmiştir. Önce Fransızlar Osmanlı – Türk Kültürü’ne büyük etki bırakarak 19. Yüzyılda her Türk aydını Fransızca öǧ renmeyi adet edinerek bu kültürle içiçe gecerek öteki olmanın üstünlüǧ ünü böylece kabul etmeǧ e başlaşmış da oluyordu. Fransayla doǧ rudan ilk münasebeti başlatan Kanun-i Sultan Süleyman’dir. Fransayı bir savaşta sıkıştıran V. Karl’a karşı Avrupayı bölüp işgal etmek için, I. Süleyman denen Osmanlı Sultanı Osmanlı Devletinin bütün maddi ve manevi gücünü kullanarak Fransayı koruduǧ u gibi, daha sonra Osmanlı Devleti’inin başbelası olan Kapütülasyonları bu ülkeye müsade ederek Devlet – i Aliye’nin de sonun hazırlamış oluyordu. Bu daha sonra Prusya Devleti (Alman – Germen İmparatorluǧ u) için sözkonusu olmaktaydı. Öyleki Haydarpaşa – Baǧ dat Demiryolu’nu Alman firmaları inşaa ederek „Ortadoǧ u Hammedeleri“ni bir mütefiǧ ine adeta hediye etmek için kollarını sıvıyordu. Ve bu Frenk terimi kavram olarak, onlar arasındaki mezhep farklılıǧ ından dolayı deǧ ilde, coǧ rafi konum gereǧ ide ortaya çıkmıştı. Daha doǧ rusu Doǧ u ve Batı – Roma bölünmesinden kaynaklanmış olması gerekir. Öyleki Osmanlı hem Avrupalı için öteki, hemde Avrupalı Osmanlı için öteki olmanın olmayan meyvaları gibi sunulmaktadır. „Avrupa kelimesi olarak kullanılan „Frenk“ kelimesi aynı zamanda bir bulaşıcı hastalık olarakta kulllanılması ve Osmanlılar’ın bu hastalıǧ a frengi ismini vermeleri gerçekten ilginç ve bir o kadarda düşündürücüdür. Öyle ki böyle bir hastalıkla Avrupa’yı kıyaslayıp, bunu onlara atfetmek tam bir ötekileştirme ve aşaǧ ılamala çok yakından ilgilidir. Öteki, tasvip edilmeyen veya küçük görülen davranışların, paratoneri işlevini yerine getirir. Öteki, düzenli ve sistemli bir şekilde aşaǧ ılama ve dışlama içerir. Frengi kelimesi baǧ lamında; nasıl Avrupa’nın ötekisi Osmanlı ise Osmanlı’nın ötekisi de Avrupa yani Frengistandır. Frengistan, sözlüklerde kâfiristan kelimesi ile İslam dininden olmayanların ülkesi karşılıǧında kullanılır. Bir başka kelime, bir yeri tanımlamaktan çok, o yerde yaşayanları niteleyen kâfir, Hakkı tanımayan, bilmeyen, Allah’ın varlıǧ ına ve birliǧ ine inanmayan, küfreden küfredici, gayri Müslimleri niteleyen kelime de „gavur“ kelimesidir. Bu kelime aynı zamanda Anadolu Türkleri’nin Aleviliǧ i kabul eden boyları ve budnları içinde kullanılmıştır ve bu gün de kullanılmaktadır. Bu adlar daha da çoǧ altılarak, „rafizi, anası ve bacılarıyla yatan, namus denen olguyu bilmeyen anlamında da kullanılıp, birde kızılbaş; acımasız anlamları gibi içeriksiz ve seviyesiz bir yaklaşımla İslam aslında ne kadar gerici bir din olduǧ unu da ıspatlamıştır. Bu kelimelere baǧlı olarak süreç içinde onlarca yeni isimler; „gavur eziyeti“, „gavur icadı“, „gavur inadı“ gibi deyimlerle Müslüman olmayan ve bu dine mesafeli duran herkesi kapsamaktadır. Ve temelinde kâfir gibi gerici bir niteliǧ i barındırır. Oysa „Alevilik“ çıkışı itibariyle Anadolu Türkleri’inin Orta Asya’dan birlikte getirdikleri asıl yerli kültürlerinin şamanist öǧ elerle birleşerek „İslamın Anadolu’daki güneşidir“ diyorum. Bu dini bu grubun dışında hiç kimseye sorguya çekecek cesareti gösterememiştir. Bütün katliamlara raǧ men (1514 – Yavuz- Sultan Selim’in Çldıran Katliamı, yazılı kaynaklar kırkbin Alevi’nin katledildiǧini yazıyor, arkasından Kuyucu Murat’ın katliamları) , Alevilik bu günde bütün baskılara karşı dürüst ve aydın duruşunu ve dünyaya bakış açısını ve ufkunu genişleterek sürdürmektedir. Hatta yeni kavramlara karşı kendini eşitlik ilkesinden ayırmadan yoluna devam etmektedir ve edecektirde. Bunalra kâfir, mum söndürüyor, kadınların karınları açık geziyor, biribiriyle evleniyorlar gibi aşaǧılayıcı unsurlar onları doǧru yollarından alıkoymak için bir sebep oluşturmamaktadır. Bu benzeri tahrik edici kelimeler de, farklı kültür ve dinden olanı, kendi gibi inanmadıǧ ından dolayı küçümsemekte, insanın kendini aşaǧ ılamasdan ve küçümsemesinden başka bir şey deǧ ildir. Sözcüklere yansıyan bu kelimelerle başkasınını, başka bir topluluǧu, farklı bir kültürü dinden olanı kendi inancını merkez alarak ve üstünlüǧünü mutlak kabul ederek, kendimden olmayan olarak tanımladıǧı anlaşılmaktadır.
10.09 -21.09 tarihleri arasında evde yazılmıştır.
Hasan Hüseyin Arslan
YORUMLAR
hüseyin bey bu yazıyı hakikatten sizmi yazdınız ya. ibrahim şirinin kitabını okumasak inanacağız ya. bu yazıda kendinize aid kaç satır var ya. inamıyorum. bu ,iş bu kadar kolaymı yazıyı özetle iki cümle değiştir al sana yazı. utanmasanız kitabııda sizin yazdığınız sanılacakç pes doğrusu bu kadar da olmaz. ne diyeyim
Tam 32 dakika..Bunca yillik yasam surecimde nedirki..Harf hata ve eksiklerine ragmen (ki bu bendede olur)icerigi acisindan guzel ve doyurucu bir yazi okudum..Hic bir bolumunden alinti yapmayacagim cunki birini cikarirsaniz butunlugu bozulur..Emeginize saygi duyuyorum..Yil 2008..Siz bu yasamin neresindesiniz..? Yazdiklariniz disinda yazilanlara duyarliliginiz nedir.? Toplum bilinci ve toplumsal duyarliliginizin boyutu nedir.?
Itiraf ediyorum..Yazinizin icerigini ve verdiginiz emegi saygiyla kutluyorum..Ama sizi samimi bulmadim..
Saygilarimla
Ersal Demir