- 770 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Eski İstanbul'da Bir Hikaye
Suratımdaki ifadesiz ifadeyi hiç unutamam. Az önce kendi ölüm haberini alan bu perişan yürek, kendini her an imha edebilecek bir tank gibi kas katı karşımdaydı. Durduk yere, keyfiyetten değil benim haberim. Hem çok da sevdiğim takdir ettiğim bir dostumdur kendisi. Ama yine de eksiğini gediğini, arkadaşlarca görmezden geldiğimiz de olur. Çokça parası yokken, meyhanenin tuvaletinde cebine para koyduğum olur. Ama farkettirmem; farketmez o da. Bilirim pek sevmez beni, en azından benim ona baktığım o koskoca gözlerle bana bakmaz. Belki o paraları da güme gidecek. Varsın olsun. Meyhane burası meyhane! Öyle Zola’nın yazdığı gibi değil!
Gözleri, ortamda hiç bahsi geçmeyen bir rehavetin de verdiği etkiyle sanki buz tutmuştu. Her daim buhar makinaları gibi sıcak olan teni şimdi buz gibiydi. Bana hep bir metre uzun olan omuzları; alttan baktığımda çenesine deydiğini zannettiğim beyaz, yağmur sonrası açan havada oraya buraya savrulan bulutları andıran seyrek sakalları şimdi sarkıtlar gibi gözlerimin içinde. Omzu desen sanki bir deprem fayı. Kaynıyor! Mütemadiyen elindeki kadehin ağız kısmı ile oynaşıp duruyor. Arada kafasını cam masadan kaldırıp elini havada iki tur döndürüp sırtıma vuruyor. Rakı bardağının ağızlığıyla oynadığı sırada nedense ağzından burnuna doğru bir kaç kez sıcacık dumanlar çıktığını gördüm. Nedense bu adam bana samimi gelir. Her daim buralarda; kah girişteki duvara bitişik masada, kah patronun o hep üzerinde sarı leblebi ve rakı olan kasasının oralarda görürüm. Nedendir bilinmez, yarın gelin, üç ay sonra gelin, dokuz ay sonra gelin, bu adamın saç ve sakalı hep aynıdır. Milim uzamaz ve şaşmaz! Griye çalan bıyıkları aslında beyazdır. Ama arada sırada boyadığını düşünür de gülerim. Sonra utanır, cebine değil de bu sefer masaya para bırakır giderim. Hiç konuşmadım diyemem bu adamla. Muhabbeti iyidir hoştur, ama yine de sanki bana biraz Rum gibi gelir. Hop, hemen kızmayınız beyler! Rum dedim diye.. dünya yıkılmadı ya?! Rum da bizim kardeşimiz, Ermeni de. Ama yine de Rumluğu vardır bunun.
Başında her daim bir fötr şapkası vardır. Hep kreme çalan ama hafif hafif de koyu yeşil çizgilerle kesili güzel bir ceketi vardır. Yakaları ipek ipek dağılmış bir gömlek. Arada bu gömleğin aynısı, aynı leke aynı yerde fakat renk değişikliğine uğramış modelini de görürüm. Eski Osmanlı paşalarının giydiği hakim yaka giydi mi deymeyin keyfine! Hakim yaka giydiği günler hep biraz neşelidir. Para bırakırım masasına da kabul etmez. Ama ben gizliden, o hep delik cebine atıveririm. Kravatı sürekli değişir. Bazen gri çizgili güzel bir kravatı takar. Eee.. bendenizin de en sevdiği kravatı budur. Arzu ederim bir gün istemeyi, ama sanırsın kız isteyeceğiz. Öyle hoşuma gider ki. Öyle gridir ki grisi.. Aman, deyme keyfine! Hani git bizim İstanbul Sahil Güvenliği’ne, orda böyle gri renkte boya yoktur. Bazı bazı gelir, eser bendenize; ne var yahu? Nedir yani? Git iste birader! Verirse verir. Vermezse paşa gönlü bilir. Hem.. hem, o kadar para koyarım ben memur halimle delik cebine. Ne yani? Düşünürüm bunları. Ama işte, içli adamdır da biraz. Alınır. Eninde sonunda verir, ama verirken gözlerine aman bakma.. sakın! Sanki son meyvesini de sana veren bir sonbahar ağacı gibi yaşlıdır gözleri. Etrafındaki ham çizgileri seni derbeder eder. Sanki o kravat onun da değil; başkasından almış da senin gibi aziz bir dostu isteyince; ne yapsın kendinin de değil, veriyor. Gönlün razı olsun diye. Sonra kravatı aldığı arkadaşına yalan söyleyecek. Kimin için? Kimin için kaç paralık adamların ağız kokusunu çekecek? Aziz dostu için.
Bir de benim düşündüklerime bak. İyi adamdır bizim Rum. Kravatı da ona kalsın der, tokuştururum kadehimi onunkiyle. Havada sanki raks eder de bulur birbirini bardaklar. Çizgili çizgili oluverir dünya o bardakların içinde. Kumdan değil de, kandan yapılmıştır bizim meyhanenin rakı bardakları.
İşte yine muhteşem bir bahar gecesi. Ama..! Aklınıza ilkbahar gelmesin. Ben sevmem öyle ilk olan şeyleri. Herşeyin ilki kötüdür. Aldığın karının da ilki kötüdür... Yattığın ilk fahişenin de... İlk içilen kadeh de, uzun süre içmediysen sarsar. Sonra sıcak sıcak iyi de gider hani!
Mekanımız biraz yürüme mesafesinde olduğundan, ayaklarım ve beynim uyum içersinde. Daireden çıkar çıkmaz sanki bir çift kıtadan kıtaya göç eden kuş gibi meyhanenin yolunu bulur canım ayaklarım. Yormam ben onları hiç. Bilirim, onlar olmasa ben meyhaneye gidemem. Gidemezsem de bu dertten ölürüm. Gülmeyin. Kim götürecek beni o köhne yere? Evdeki yaşlı anam mı? Yoksa yedi yıl önce boşadığım karım mı? Anam şimdiye uyumuştur. Akşam sekiz dedi mi uyur. Yaşlı kadın. Uyusun, dursun. Emeği vardır üzerimde, şimdi böyle konuşunca emeğini red etmem. Ama sevmem pek anamı. Sanki küçüklükten bir hata etmiştir bana, balonumu patlatmıştır; kısacası küçük çocuk normlarımı çiğnemiştir belki. Olamaz mı?
Karım desen.. tövbe tövbe. Hayırsızdır bir kere. Ne hayrını gördüm ki sanki? Hayırsız derken bile içimde bir his, sanki bir hayır yapmış da bana, ona yok diyormuşum diyor. Ama değil. Vallahi de billahi de değil. Neden mi anlaşamadık? Olmadı işte. O da dairedendi, memurdu. Annesi evlenmeden üç sene önce ölmüştü, babası zaten arada sırada eve uğrayan hayırsız bir adamdı. Teyzesi büyütmüş; bir de ufak kardeşi vardı. Bak kardeşi zeki bir çocuktu. Ufak tefek, eli devamlı burnunda, minicik bir veletti yedi sene önce. O çocuktan ne zaman bahsetsem aklıma yeşil birşeyler gelir. Bilemem. Ama kafası yatardı derslerine. Neyse ne, konumuz o çocuk değil. Karım.. yani eski karım, biraz nasıl desem içine kapanıktı. Yani, hani Rus romanlarında olur. Yazar öyle güzel anlatır ki; kadının güzelliğinden değil güzelliği; bizde tatlı, sıcacık, kocaman bir his uyandırır. Severiz benimseriz hemen o kadını, babaannemizin yerine koyarız. Başı kapalı, evde votka yapmasını bilen, devamlı evde eşyaların yeriyle oynayan, oğlu için, Rus evlerinin bir köşesine ayrılmış minik kutsal eşyalar aracılığıyla Tanrı’ya yalvaran kadınlardır. Kocalarının yeri geldiğinde ayaklarını yıkar, bir dediğini iki yapmazlar.
Benim her dediğimi yapardı karım. Ama bu yetmez. Siz, bir kadın kocasının her istediğini yapınca mutlu olabilirsiniz. Kadının hakkı var, bu adam tam boşanmalık diyebilirsiniz. Ama her dediğimi yapıyordu. İnsan bir mesele olduğunda fikir çatışması ister. Ben memur adamım. Gün geliyor sinirli geliyorum eve, gün geliyor mutlu geliyorum. Evin eşiğinden suratımda tebessümle girdiğim akşamları bilirim. Ama o hep bet suratlıydı. İnce kaşlarının altından, sanki bana bir kin ve nefret biriktirirdi. İlk bir ay adam akıllı hiç uyuduğumu hatırlamıyorum. Devamlı tetikte bekledim. Benimle evlenmesini ben de istemedim. Çekilir çile değilim bence! Ama anam bastırdı da bastırdı. E buna ana derler. Ruslar ne der bilmem. Ama bizde ana sözü dinlenir. Tabi, bir de ananız hem bir ana hem de bir baba ise. Babamı da hiç görmedim. Kore’de şehit olmuş diyen var. Ama bence anama dayanamayıp kaçmıştır. Biliyorum. Anlayacağınız, karım bir makina gibiydi. Gündelik hayatta da öyleydi. Çok seyrek konuşurdu. Zaten başı kapalı diye çekindim ilkin, almak istemedim. Bunu bizim Rum’a dillendirince, “sen kim oluyorsun ki be oğlum? Başbakan mısın, cumhurbaşkanı mısın?” demişti. Haklı. Zamanla kabullendim. Öyle sinir bozucu bir hal alıyordu ki, bazen meyhanede gece kalıp, ordan işe gidesim gelirdi.
Beni hiç aldattı mı bilmem ama zannetmem. Çünkü anamla aynı evde yaşardık. Anam çatı katından üç kere aşağı inerdi. Karım diye tanımlayabileceğim bir kadın değildi karım. Çoğu gece sadece benim işimi bitirmemi beklediğini hisseder, içten içe hayatın bu kadın aracılığıyla benimle pis bir oyun oynadığını düşünürdüm. Utanırdım sıklıkla, ama sonra ben de alıştım. Yahu yedi koca sene geçmiş. Sadece beş sene dayanabildim. Allah’tan çocuk yapmamışım. O beni sevmedi, ben de onu. Sonra evlenmedim. Daha da evlenmem.
Meyhaneden içeri girer girmez, gözüm tek bir kişiyi arıyor. Patron yine sağımda kalan kasanın hemen arkasında rakısını yudumlamakta. Dar fakat içeri doğru uzayan bir boğaz gibi meyhane. Sol duvarda, dükkanın sonuna kadar yer yer çatlaklarla dolu ama samimi ayna var. Ne geceler kendimi bu aynada hesabı öderken, Rumla konuşurken, kendimle münakaşa ederken buldum. Kimilerine göre saçma ama bence gerekli ne yüzler geldi geçti bu aynada. Bana öyle geliyor ki şu meyhanede baki kalan, duvarı tamamı ile kaplamış aynadan, ya da şu girişteki kasa gibi, ben de bu dükkanın malıyım. Aynı Rum gibi. Meyhaneye girer girmez burnunuza çam kokusu gelirdi. Fakat bu çam kokusu saniyenin çok kısa bir dilimi burnunuza değer, ardından sigara ve küflenmiş peynir kokusu tüm gününüzce beklediğiniz anı tazelerdi. Aynalı duvarın hemen karşısında mutfak bulunurdu. Camdan bir büfe ver arkasında minik bir kapıyla mutfak. O mutfağa hiç girmedim etmedim. Ama merak da etmem. Bizim Rumla oturduğumuz masa, dar meyhanemizin dar yerindeydi. Meyhane ilerde biter, sağa doğru bir odanın çeyreği kadar açılırdı. Belki Rumla ben devamlı müşterisiyiz diye, bizi kaybetmemek için patron oraya masa koymuştu, bilmiyorum. Ama bizden önce var mıydı, onu da hatırlamıyorum.
İçeri girer girmez patronu gözüm seçti. Her zamankinden daha dolu olduğu için meyhane, patoronun keyfine diyecek yoktu. Kasketli, bıyıkı, sakallı, uzun paltolusu, lastik ayakkabılısı, ruganlısı, zekisi, ahmağı, şarapçısı, biracısı hepsi burdaydı. Ben meyhanelerin dünyada eşsiz yerler olduğunu düşünürüm. Ordaki her insan azıcık zekidir. Neden mi? Çünkü oranın havası ona iyi gelir. Tamam bu kadar basit değil. Yani, sıkıntısı var ise kendine zarar verir. Sıkıldıysa eline kalemi almaz; kültürsüz deriz. Silahını almaz; katil değildir. Kendini yakar. Bence içen herkes biraz toplumcudur. Kindar değildir, kendine zarar verir.
Her zamanki deri yeleği ve sarı bıyıklarıyla selam verdi patron. İçerisi çizik çizik insan. Bulunduğum yer itibariyle, sanki bir tuale dokunma mesafesindeyim. Arada insan kafaları ayaklanıyor, yanındaki kafalarla kafa kafaya verip dumanlar çıkartıyor; ve tekrar en eski hallerine dönüyorlar. Ortalık sanki fabrika! Ben sigara içmem. Gözüm tek bir kişiye odaklaınıyor. Biraz ilerlemem lazım. Bir zamanlar sıralı, fakat sakinlerinin bozduğu meyhane masalarının arasından en arkaya Rum’un yanına ilerliyorum.
- Kalisperas!
Gözleri kıpkırmızı. Damar damar atıyor kaşı. Birbirini tamamlar nitelikte iki tane kaş. Yine ikili olduğu zannedilen dişi beni görünce kendilerini ileri itiyor.
- İyi akşamlar beyefendiciğim!
Oturdum. Üzerinde bu kadar sıcağa rağmen çıkartmadığı krem ceketi, sarıya kaçan ve yakaları ipek ipek parçalanmış beyaz gömleği var. İşte bizim adam bu. Tam beklediğim gibi. Demin sokakta, ağaçlara inat yürüyen insanlar arasında hep onu göreceğim diye korktum. Ya görürsem sokakta onu? Ne derim? Burda bir amacımız var. Ama ya dışarda? Tüm sonbahar da ondan yana. Neyse. Bunları düşünürken, o kadar dumanın arasından çıkan koca adam gürültülerine rağman, tüm beyefendiliğiyle yaklaşıyor:
- Şu patron denen adam.
- Ne olmuş?
Gözlerinin üzerinde sanki bir tutam saçı varmış gibi eliyle alnını sildi. Terlemişti bes belli. Ses etmedim, onun sözlerini devam ettirmesini bekledim. Sonra devam ettirmeyince utandım. Bir laf etmiş olsa gerek. Yoksa koskoca adam neden şikayet etsin. Ben bir çaresini bulurum. Ferahlatırım.
Gece ilerledikçe, Rum’a karşı olan ilgim de arttı. Saatler sanki ona olan ilgimi belli edercesine ilerledi. Sekiz, dokuz, on... Sonra, çoğu zaman konuşmayan biz, saat on buçuk gibi konuşmaya başladık. On bir gibiyse artık Rum’un adını bile biliyordum.
- Bunun üzerine peder beni evden kovdu. O gece bu gecedir, bizim evi hiç görmedim.
Kadehinden bir yudum zehir alıp, nefesini tazeliyor. Şimdi tüm meyhane nefesli bir çalgı gibi kokuyor burnuma. İlerde bağırışmalar var, ama benim ilgimi çeken şey hemencecik yanımda duruyor. Devam ediyor:
- Ermeni bir arkadaş vardı. Gazetede çalışırdı. Ölen büyük abimin yakın arkadaşı.
Birkaç kere abimle onların gazeteye gitmiştik. Abim vurulup ölünce, bu Ermeni çocukla bir
muhabbetim kalmadı tabi. Evden kovulalı bir kaç gün oluyordu Açtım, aylardan nisan.
İstanbul iyi hoş ama, gecelerini siz de kabul edersiniz ki... Bir gece şu Şişli’den aşağı doğru
inerken arka yoldan, bizim mezarlıkların orda.. belediye mezarlık duvarını mı ne tamir
ediyormuş herhalde. Bir gedikten girdim içeri. Bereket bekçi huysuz ama biraz da aklı geri bir
adamdı. Eskiden top atardık mezarlığa, hinliğine. Attığımız top kimin mezarının üstünde
durursa, o ceheneme gidecekti. İçeriyi merak ederdik aslında, mezarlar çekici gelirdi bize.
Bardağında kalan son yudumu da bir içişte bitirdi. Ardından bana biraz daha koymamı işaret
etti. Dumanlar arada sırada dağılıyor, sonra tekrar koyu muhabbete paralel artıyordu:
- İşte nisan.. açım.. gece.. yağmur da başladı. O zamana kadar da teyzemde kalmıştım. Sonra teyzem açık açık eniştemin beni istemediğini falan söyledi. Gencim ben de. Bastım çıktım. Beyefendiciğim, yaşım 17.. ev bilmem, iz bilmem. Nisan.. yağmur. Ama nasıl yağmur. Ben bu yaşıma geldim, daha o yıl nisanında yağan yağmur gibi bir yağmur görmedim. Ya ben aciz bir durumdaydım ya da.. neyse.
Kafasındaki fötrü bir hamlede çıkartıp, kuru beyaz meze tabağımızın aynalı duvarla birleştiği kısma koydu. Ağzı kuruduğundan dudaklarının kenarlarındaki beyaz lekeleri seçebildim. Bir yudum rakıdan sonra:
- Derken işte, teyzemden mezarlığa atladım. Bir iki gece mezarlıkta, mezarların arasında geceledim. Bereket ki azizim, bekçi sabah erkenden kaçtığımı görmedi. Gerçi bir kere.. yalnızca bir kere; bekçinin ufacık bir kızı vardı. Adını bilemeyeceğim şimdi. Gerçi o zaman da bilmezdim. Ağaca tırmanıp duvardan atlayacağım sırada, kap kara kaşları ve dişlek ama güler yüzüyle bana bakmıştı. İşaret parmağıyla beni işaret edip gülmüştü. İki gece kaldığımdam o kızı bir kez de, bir sonraki sabah gördüm. Yine boyundan büyük pencereden sarkmış beni gözlüyordu. Muhteşem bir tebessümü vardı yahu. Mükemmeldi. Hiç bir ressam, hiçbir besteci o tebessümü beynime işleyemez; tanrıdan başka. Rum, “besteci” der demez, patron oturduğu yerden kalktı. O kadar mesafeden, dumandan, kirden, tükürükten seçebildim. Rakımı yarıladığımdan kendimi iyi hissediyordum. Anam şimdi kim bilir hangi rüyasında?
- E peki azizim, anneniz?
Gözleri ve elleri, uzun uzun, bardağın ağız kısmıyla oynamaya başladı. Eliyse sırtıma daha demin sertçe inmişti. Biraz düşündü, derin bir nefesten sonra ikinci bardağını da bitirmişti. Elleri sağlamca ama saydamdı.
- Annem.. babama pek karşı gelecek bir kadın değildi. Çok ağladı.. yani ağlamış, ben
gideli. Zaten üç kardeştik biz. Büyük abim çatışmada öldü. Ben sekiz dokuz vardım belki o öldüğünde. Ortanca abim de gemilerde çalışır; yılda bir iki sefer ya uğrar ya uğramaz. Bir şey diyeyim mi? Şimdi adı ne deseniz hatırlamam. Gel gelelim.. yahu amma uzattım ben de. Ben büyük abimin o Ermeni arkadaşına gittim. Eski İstanbul tebasıdır, birbirini korur diye. Sağ olsun, abimin hatrına sevdi beni. Onun gittiği yol da abimin ki gibiydi; gazetede yazdığı yazılar yüzünden onu da bir gün gazetenin çıkışında vurdular. Anası babası yoktu. Kardeşi de yoktu. Evi bana kaldı. Resmi olmasa da bir evim oldu. İşte böyle.. bazı gazetelerde, tercüme yaparım, kitap tercüme ederim.. heh bir de işte şu mereti severim. Haydi, şerefe! Bütün olmuş içiyorduk. Ben ağırdan almayı yeğeledim. O anlattığı bir ton şeyle gözümdeki yerini sağlamlaştırdı. Çok sevdim o günden sonra. Ama bir lafı var ki o gece; açıldı ki ne açıldı:
- Ben mahvolmuş bir adamım beyefendi. Çünkü kendi ruhumun izlerini ancak
mahvolmuş birinin bedeninde bulabilirim. O yüzden kendim çalışırım. Bu dünyada
kim ki kendi emek ister, çalışır, kursağından sizin deyiminizle helal lokma geçirmek ister; işte o mahvolmuş demektir. Katılmayabilirsiniz bana. İnanırım size. Siz iyi bir insansınız. Ama hayat bu.. ve kurallarını biz yazmadık. Son birşeyler ister gibi elini havada iki tur çevirdi. Patron buraya doğru seyirdi. Ama benim işaretimle yerine yürüdü
- Siz bir tuvalete gidin isterseniz. Elinizi yüzünüzü yıkayın. Sonra da çıkalım.
Geniş alnında sanki saçları varmış gibi, eliyle alnını sildi:
- Haklısınız. Teşekkür ederim.
Tam masadan kalkarken, dalgınlığından istifade, delik cebine bir yüz kağıt sıkıştırdım. Bilmem ki anam ne der anlatsam? “Oğlum vallah sen enayisin. Sana mı kalmış elin gavurunun delik cebine para koymak? Hey!? Senin baban da büyleydi.” der. Olsun. Akan İstanbul’un yağmurlu havası, koluna girdiğim eskimiş İstanbul beyefendisini hafif
sarstı. Ama yağmur benim de olan biteni anlamama yardım etti. Beraber Kurtuluş’a kadar
yürüdük. O, Feriköy’e indi. Ben biraz daha dolaşacaktım. Ayrılırken:
- Azizim, dedi. Ne iri yağıyor değil mi?
Gök yüzüne baktım. Sokak lambasının aydınlattığı su damlaları kafama deyip gözlerimden
yaş misali yere düşüyorlardı.
- Evet, dedim. Aynı bir nisan akşamı gibi.
Elimi uzattım, ama seçemedi galiba. Yoksa görse sıkardı. Kibar adam. Karanlığa karışana
kadar izledim onu. Yalpalana yalpalana yürüyüşünü, ceketinin omzundan düşüşünü... Bir
elektrik direğinin aydınlatma görüşünden çıktığında yüzünün huzurla dolduğunu gördüm.
Sonra bir dahaki elektrik direğinin onu aydınlatarak mahvettiğini... Yüzü biçimsizdi. Burnu
tipik bir yahudi burnuydu, ama yahudi değildi. Dudakları dikkate değer şekilde düzgün,
elmacık kemikleri romanlardaki asilzadelerinki gibi. Şapkası kafasında yürüyor şimdi
Feriköy’e doğru. Sözleri hala aklımda:
- Ben mahvolmuş bir adamım. Çünkü kendi ruhumun izlerini ancak mahvolmuş
birinin bedeninde bulabilirim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.