- 1003 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bitmeyen Aşk
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Sanırım yazmaktan daha zor ve güzel bir iş olmasa gerek. Aslında yazmak zorunluluğuda yok hiç bir kimse için, sadece yazmak hissi insanlarda çeşitli şekillerde ortaya çıkar veya ummadığınız bir anda kalbinize saplanan acı bir ok gibi dalar gider içinize… Bu andan itibaren bundan kurtulamkta o kadar kolay olmaz artık, bir mücadele serüveni sizi sonsuz bir yolculuğa çıkmağa zorlar gider ve peşinizi bir daha bırakmaz, hele siz de ona yüz verip şımartmışsanız gelinde temizleyin şimdi bu pirincin taşını…
İşte bu saaten sonra sizi çok defa sabahlara kadar gece vardiyalarına zorlayan, uykusuz bırakan, yahutta bütün vakalrı, şahısları rüyalarımıza giren binlerce sayfalık cinai sergüzeşteleri bizi bizden alıp uzaklara götüren serüvenlerin başlangıcıdırlar. Yıllardan beri söylemek istediklerinizi simdi o söylüyor ve yazdırıyordur size. Öyleki insan başından geçenleri derli toplu bir şekilde kaleme alarak dinletir gelecek kuşaklara… Zaten hayatımızda bitmek tükenmek bilmeyen acıların bir romanı değil midir? Onda bualabileceklerinizi en yakın can dostlarınızda bile bulamazsınız yeri geldiğinde. Beyninizden tuşlara, tuşlardan beyaz kağıtlara sağnaklar halinde boşanan göz yaşlarımız değillermidir aslında. Hiç bir süretle, hiç bir kimseye anlatamadığınız niteliklerinizi, özelliklerinizi, düşüncelerinizi, duygularınızı, uğruna canınızı verdiğiniz aşkınızı bu yolla yaşarsınız.
Ta çocukluğumdan beri şu elli yıla yaklaşan ömrümün bir bölümünü aşka ayırmak, aşkı doyasıya yaşamak, onunla boy ölçüşerek geçirmek istemiştim. Ara sıra bu konuyu derinlemsine düşündüğümde yürekleri parçalayan bir aşk romanı yazmak değilde şöyle bana hitap eden, ruhumun derinliklerindeki özlemi doyuran, eksik tarafımı tamamlayan bir sevgim olsun istemiştim. Eğer bu olguya ve doyuma ulaşırsam yazma seüvenim gerçek yaşantımın bir uzantısı olacak derdim. Amacım hiç bir zaman aşkta serüven ve günceliği yaşamak değildi, olmadı ve olmayacaktırda. Macera hayatını hiç bir zaman onaylayıp tasdik etmediğim gibi içimde doğallığımdan gelen özelliklerimden dolayı böyle bir istekte hiç bir zaman olmamıştır. Benimki sadece doğal bir aşk sevgisi yaşama isteği olmuştur.
Yine kaç günden beri bu konu üzerinde yeteri kadar dimağımı zorlayarak, içimde biriken fikirleri beyan etme gereği duyuyordum, ama nasıl bir başlangıç yapacağımıda biliyor değildim. Ben bunları düşünürken mevsim ılık bir yaz akşamı değildi ve gökyüzü de koyu lacivert bir renge bürünüp, gökyüzünde irili ufaklı sayısız yıldızlar pırıl pırıl pırıldamıyor ve civarlardaki korulardan hüzünlü bülbül sesleride gelmiyordu… Ben kendimden geçmiş bir halde karanlık gökyüzü boşluğunu seyrederken, kalbim şiddetle çarpmağa başlamıştı. İçimi bilmediğim ve adını koyamadığım bir hareketlilik ve kıpırdanma sarmış ve sarmalamıştı... Ben bu duygular içinde yüzerken parmaklarım bilgisayarın tuşlarında dans ederek içimi boşaltmama yardımcı oluyordu. Ama içimdeki enerjiyi terbiye edip gerekli ve doğru bir kanala yöneltmedikten sonra akıl denen sepeti kağitlara geçirmekten ne çıkar ki. Sanırım sigara içenlerden tütünden ağıza zevkin değilde aslında zehirin aktığını bilmeyen tek kişi var mıdır? Sanırım yoktur. Yeryüzünün en korkunç kazanılması gereken tek davası sigara dumanıdır, diyebilirim. İnsanlarakıl aradığından ve bulamadığından değil iradesizlikten bedbahtırlar. Bunun sebebi insan aklının henüz, insan mekanizmasındaki işleyiş biçimini tam olarak bulamamış olmasındandır.
Bazen yazmak tutkusuda içimize işleyen en büyük aşk bağımlılığıdır. Bu müptelalıkta aslında kendi içinde yüzeysel olmayan her boyutuyla irdelenmeğe değer bir gerçektir. İçten gelen bu yaratıcılık felsefe açısıdanda değerlendirmeğe uygun bir konudur da aslında… Felsefe yazmayı “insan yaratıcılığının, beyninin süzgecinden geçen akılın aynası” olarak tanımlamaktadır. Kazanılan tecrübeler, yılların birikimleri, hayatın somut bir dinamitesi olarak belirginleşen harekettir.
Yaratıcılığın o kadar çok yönleri var ki bunlar saymakla bitmez. İnsan zekası o kadar yaratıcıdır ki bunlara sınır koymak da asla mümkün değildir. Çok yönlülük insanın yaratılışında olmasına rağmen, insanların en ortak yönleri de yine aşklarıdır. Bu asırlardan beri bitip tükenmeyen tek kaynaktır. Bu öyle büyük bir serüvendir ki, maceradan çok uzak olup kendi ilkelerini koruyarak ve her çağda felsefe gibi kendini yenileyerek gelişir ve kendini her gün, her ağızda değişik bir biçimde ifade edebilir. Yaşam ve doğa sonsuzdadır. Yazmak yaşamın doğal bir sonucu olduğuna göre yazmak ve yaşamak bize her an, her gön yeni bir şey ögretir. Yaşamak, yaşadığını yazmak baştan bu yana yazarların, şairlerin ve destancıların işi olmuştur.
Herhangi bir ülkeyi, bir bölgeyi, bir beldeyi veya da yaşanmış bir olayı yeniden göz önüne getirmek için o günleri göz önüne getirebiliriz, ama aynı olayı yeniden yaşatma imkanımız olmaz ve bazende bu mümkün değildir. Bu açığı kapatmanın en iyi yolu yine yazıli kaynaklardan yararlanarak yaşanmış bir olay hakkında bilgiler toplayarak kendimiz de hüküm yürüterek bir sonuç elde etme çabası içinde oluruz. Hüküm yürütmek bazen o kadar kolay olmadığına göre nesnelerin ve olayların en derin özelliklerine inerek düşlerimizle de ansiklopedik bilgilere ulaşabiliriz. Bu mümkün ve olanaklıdır. Düş, yaşamın üstüne kurulmuş bir olgu olduğuna göre, düşünde bir temeli ve gerçeği vardır. Yaşdığımız sosyal çevre, aldığımız ve gördüğümüz ve yöremiz düşlerimizin en büyük tetikleyicisidirler... Örneğin bir insan bir nesne ve olay hakkında ne kadar bilgi sahibi olursa olsun onu yaşayarak görmek daha başaka bir duygu yükleyebilir onu izleyene... Bu bir denizi ve ya bir dağı hiç görmemişin, bunun düşü bile başka olur, deniz veya dağ üstüne ne kadar söz duyarsa duysun. Ben denizi onsekiz yaşıma kadar hiç görmemiştim ve bazen onu düşlerdim, rengini, suyun tadını, tuzunu, uçsuz bucaksız bir sonsuzluğa sahip olduğunu hem duymuş hemde kitaplardan okumuştum. Onun geniş ve sonsuz olduğu kanısı hakkında kesinleşmiş bir yargım vardı... Ta ki onu görene kadar. Onu ilk gördüğümde ne kadar şaşırdığımı anlatmağa kalksam inanılmaz başka bir hikaye yazmağa kalkmam gerek. Bu deniz normal bir denizdi ve düşlerimdeki denize hiç benzemiyordu. Deniz, fotoğraflardaki gördügüm deniz resimlerine hiç benzemiyordu. Hele sandığım, düşlediğim ve zannettiğim deniz tipine ise hiç benzemiyordu... Kısacası düşlediğim gibi de değildi. Rengini de yanlış düşleyerek beynimde hatalarla döşenmiş bir taban oluşuvermişti. Sonra yine onu yaşamadan gördüm, Akdeniz sahillerinde geçirdiğim tatil sayılmayacak türden bir gezinti, köpüklü dalgaları ile azgınca kıyılara vurdukça onun sonsuzluğunu yaşadım, ama yüzmeyi bilmediğim ve denizden korktuğum için zenginliğinin tadını 2007 yılının temmuz ayına kadar hiç yaşamadım. Ama bu tecrübeden sonra denizi düşleyişim, gözleyişim ve ilgim tamamen başka boyutlara bürünerek denizi öğrenme imkanım oldu. Şimdi artık denizi iyi bir düşleyişim var ve bunu yaşamakta istiyorum. Olmayan, yaşanmayan iyi bir şey de düşlenebilir. İnsan kafası bir çağda başka bir çağ için olmayacak fantazilere imza atabilir, bir çağın sınırı içinde sonsuzluklar da, gerçek üstü şeylerde düşleyebilir. O başka bir uğraş alanı olduğu için burada üzerine fazla gitmeyeceğim ben bu konnun.
İnsanın içindeki zenginlikle dışındaki zenginlik arasında büyük tezatlar ve çelişkiler vardır. Çeliskileri içinde yaşadığımız çağımız biçimlendirir. Doğanın her parçası içinde yaşadığımız toplumun insanları gibi çeşitli ve ayrı tadlara sahiptirler.Bunu bir misalle daha da genişleterek işi daha smutlaştırabiliriz. Uzaklardan seyir edildiğinde kavak ağaclarının ve çam ağaçlarının arasındaki fark pekte ayırtedilemez. Biz gözlemlerimizle bütün çam ağaçları ile kavak ağaçlarını aşağı yukarı birbirlerine benzetiriz, uzunlu ve kısalı da olsalar. Ama bunalrın ikisnide ayrıntılarına girerek tanımak istersek gözlemlerimizden yola çıkarak kapsamlı bir araştırma sonucunda özelliklerini tanıma imkanına sahip oluruz. Bunun için önce konumuzu sevmemiz gerekirki kavrayıp benimsediğimiz çam ağacı bize bir şeyler sunmus olsun. Bunun için çam ağacını yaşamak gerek, sevmek gerek, nihayetinde bir şeyi yaşamak ve sevmekte tutku degilmidir. Bir çam ağacının özelliğini, bir orman bekçisine sorarsanız elbetteki bir orman mühendisinden farklı bilgiler ve yorumlar alacaktırsınız. Bir orman bekçisi size bir çamı uzunluğu, rüzgardaki sallanışı ve uzun yıllardan beri yavaş yavaş büyüdüğünü anlatacaktır sizlere... Dahası esen yelde, yağan yağmurda, bir davranışı, bir huyu olduğunu söyler size. Bütün kaya parçalarının, bütün kartalların, bütün çiçeklerin, meyvelerin, bütün bulut parçalarının, yıldızların, yağmurların birer özelliği, başkalığı vardır, biribirine benzemeyen... Bunu yaşayan birisi bilir. Eğer bütün ayrı yerlerdeki gökyüzünü birbirlerine benzetiyorsak, bu bizimle gökyüzünün içiçe yaşaması demektir. Çocukluğumda tadına varamadığım bir çok şeyin zevkini bu gün yaşamak istiyorum, hemde bitmeyen huzurlu bir tutkuyla bu sırf sevgiye endeksli bir aşk değil tabii ki... Doğayı, doya doya yaşamak isteği ile birlikte akarsuların o huzurlu akışını seyrederek kendimden geçerek dünyayı bir anlığınada olsa unutup kendi içinde kaybolmaktır. Bu yaşıma rağmen bu tutkum eksilmeden basamak basamak artarak gelişti. Bu içimdeki yaşama ve doğa sevinciylede birleşince inanılması güç bir duygu gelişiyor içimde beni rahatlatan... Ben zaten doğayı zorunlu yaşadım çocukluğumda, gençliğimde de yazın okul tatillerinde köyde olup bağ bekçiliği gibi kolay işler yaptığım için ister istemez onunla haşır neşir oldum, kaynaştım, dostluk kurdum, sevinçlerimi ve acılarımı onunla paylaştım. Aramızdaki bu gönül bağı nereye gidersem gideyim artık beni terketmeyen en büyük sırdaşım olmuştur. Diğer bir ifade şekliyle doğa; büyük bir güç olmuş benim kişiliğim üzerinde. Her ırmak, akan bir çay, bir dere ve bahar aylarında akan kar suları ve her birisininn baska bir sekilde akışı. Ve ben sonra bunu yıllar yılı düşündüm. Doğanın kişiliği ve sonsuz çelişkileri... Bir şeyi yaşamak demek, o nesneye bir parça karışmak demektir. Yaşamla doğayı ve insanı, olayları sonuna kadar yaşayan, yaratan halkı yaratmıyorsak, onunla aramızda gönül bağı kurup köprüler yapmamışsak hiç bir çağda ne gerçek bir sanatçı, ne de gerçek bir bilim adamı olabiliriz. Ama hemen aklımıza şu soru gelebilir: Insan bu kadar şeyi ayrıntılarıyla nasıl yaşar diyeceksiniz? Bunun en açık ve net cevabı „zenginliği ve duyarlılığı" ile diye cevap verebilinir.
Haziran 2008, Frankfurt am Main/ Deutschland
Hasan Hüseyin Arslan
YORUMLAR
Bazen yazmak tutkusuda içimize işleyen en büyük aşk bağımlılığıdır. Bu müptelalıkta aslında kendi içinde yüzeysel olmayan her boyutuyla irdelenmeğe değer bir gerçektir. İçten gelen bu yaratıcılık felsefe açısıdanda değerlendirmeğe uygun bir konudur da aslında… Felsefe yazmayı “insan yaratıcılığının, beyninin süzgecinden geçen akılın aynası” olarak tanımlamaktadır. Kazanılan tecrübeler, yılların birikimleri, hayatın somut bir dinamitesi olarak belirginleşen harekettir.
anlamlı ve güzel bir paylaşım... yazım tutkunuzun sürmesi dileğiyle, tebrik ederim...