- 1166 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Dağlar
Hiç enerjim kalmamış gibi hissettim demin kendimi. Hayat enerjisi, ayak topuklarından çekilmiş gibi. Sanki başka topuğum var ya; ayak topuğu! Sıkıcı herifin tekiyim ben, sonra söylemedi demeyin. Kendi kendine konuşan, otöbüse binen, hayatında hiç ip atlamamış biri. Küçük bir mahallenin, mavi demir kapısıyla girilen, beyhude fakat kafi derecede büyük bir evinde; daha doğrusu bahçesinde büyüdüm. Öyle her sabah annem süt müt içirmedi fakat, boyum yeteri derecede uzundur. Otöbüslerde geçen yaşantım boyunca hep kendimi dışardan izledim durdum. Ha diyeceksiniz ki, nedir birader bu otöbüs merakın? Boşverin. Zaten dolu verseniz, kalemimi, kağıdımı, evimi, kısacası hayatımı yürütecek para için kapı kapı gezmez idim.
Bir kez, suratım meymenetsizdir. Ama bu asık anlamını taşımaz. Ben çok güleç suratlı ezgiler gördüm. Amma ne ezgiler? Güleç olmaları, sıradanlıklarını, çevreleri için o daldan o dala bir ibibik kuşu gibi atlamalarına, zıplamalarına engel değildi. Fakat ne ezgiler gördüm, aslında çok suratsızdılar. Ben en çok onları özledim. Kulağınıza eziyet eder derecede sesleri vardı bu ezgilerin. Kendimle çelişiyor gibi gösteriyorum. Ama ezgilerim havada hep parendelerle kulağıma konar, beni baştan çıkartıp giderlerdi. Beni terk ederlerdi.
Güleç biri de sayılabilirim. Hiç akla gelmedik; misal bir toz bulutu süpüren çöpçüden espri çıkartabilirim. Ya da bir gül dikenini sevdiği için, minik yaş suratlı çocuğu pataklayan annesinden mükemmel bir oyun çıkartabilirim. Yetenek zannederdim önceleri ama değilmiş. Öğrendim. Zerre yetenek değilmiş. İnsan konuşmayı da yetenek sayıyor, uyumayı da. Uyumayı. Sanki çok büyük bir meziyetmiş gibi. Öyle demeyin. Karanlıkta uyumak, evet bir meziyet değil. Ama sesli ve ışık hüzmeleri ile dolu bir ortamda, yarı ölmek yetenek değildir de nedir? Göreceli mi? Aman! Sakın bana g ile başlayan bir şey demeyin. Yoksa.. yoksa ne mi? O pek muhterem, güleç ezgiler gelir ve kulağıma delik delik, gebe gebe gülerler.
Yahu ben yorgundum. Hani hiç enerjim yok gibiydi. Yalan millettir şu hayatın en güzeli. Kimdir bilinmez. Şu yaşlı, sap sarı fotoğraflardaki yüzler işte o millettendir. Yalancıdır. Hani ölmeyecektiniz; ey yalancılar? Hepsi mi aynı olur bunların?
Uyumamalı.
Peki bu güzelim yazıyı, okuyucunun ilgisini çekebilecek bir öyküye nasıl çevirebiliriz? Zor bir soru. Ama okullarımızda öğretilen derslerde öğrendiğime göre, şu ana kadar bu yazı bir deneme, bir söyleşi havasında geçti. Dikkatli bir okuyucu iseniz, başında bir öykünün devamı gibi başlandı. Ama yazar saf biri olduğundan, duygularına ve ağzına gem vuramadı. Zaten ağzına gem vursa, sırtına hemencecik birileri biner.
Öğlenin onikisi olmuş. Havada tumturaksız birşeyler uçuşuyor. Saat durmuş, ilerlemiyor. Böylece öğreniyorum ki saat aslında öğlen iki. Sıradan bireyler için artı iki-eksi iki farketmez. Ama benim gibi işsiz biri için artı iki-eksi iki, bir hayat memat meselesi. Uzandığım yer su içinde kalmış. Belime sanki soğuk bir battaniye sürüyorlar. Atletim yok olmak üzere, öylesi pis ve tuzlu. Duş mu almalı ki? Balkonun kapısında manasız çizgiler oluşmuş. Güneş deseniz sanki telsiz etkisi ile duvar, beton, demir, çam, yaprak dinlemeden delip geçiyor. İnsanın aklına tek birşey geliyor: sıcak. Balkona çıktım. Küçücük belde ayaklarımın altında. Topuk hizamda bir otel var. Bilmem ne otel. Kim bilir sahipleri isim bulmak için ne kadar zorlanmışlardır, nasıl önemsemişlerdir? Ama gelin görün ki, benim gibi önemli bir şahsiyet bile topuk hizasındaki bu otelin adını bilmiyor. O zaman bu oteli yıkmalı, yerine de cami yapmalı.
Ağzımda bulunan harç kıvamındaki kuruluk, devamlı yutkunma isteği uyandırıyor. Ne vücut ama! Bir tek kendi uyanmıyor. Vücudumdan birilerinin kopup gittiği yargısına demin vardım. Birileri.. aslında birşeyler: minerallar, vitaminler. Zaten zor topluyorum üçünü beşini bir araya, durduk yere gidiyorlar. Neden gidiyorlar? Ne farkeder ki? Tuvalette de kaybetmiyor muyuz kışları bunları? Okkalı bir tükürük fırlattım hemen aşağı doğru inen yokuştan, tereyağından kıl çeker gibi akıp giden arabanın üzerine. Tam isabet! Pislik birşey bu yaptığım. Biliyorum. Ama yıllar önce ilk arabamın aynısı. Belki de o. Bilemem. Rastlantı diye birşey var mı yok mu demeyeceğim. Ama o da olabilir. Olmaya da bilir. Ama bence o idi. Şimdi durup arabamı falan tasvirlemeye çalışmayacağım.
Rüzgar çıktı. Saat üç. Sol tarafımda bütün bir beldeyi çeviren, bir amfitiyatro havası ile onu kucaklayan sıradağların bana göz kırptığını zannediyorum. Sanki beni çağırıyorlar. Metanetsizlik, dirayetsizlik canım, başka birşey değil. Göz kırpıyorlar basbaya. İnanmayın siz. Aman, sakın inanmayın. Siz kimlere inanacağınızı iyi bilirsiniz. Ben, bana kur yapan yemyeşil sıra dağlara rüzgarla cevap yollarken kapım çalındı.
Yaşlı ama dinç motel sahibi. Tüm dikkatini çenesinde toplayarak konuşuyor:
-Dün gece odanıza çıkarken, saat üç gibi beni uyandırın ve yemek getirin demiştiniz.
Demiştim mi? Herhalde. Koskoca adam, yalan söylemez:
-Öyle ya. Motelde yiyebilir miyim?
Adam kısrak başını andıran garip omuzları ile birşeyler ifade etmeye çalışıyor. Kısa bir tebessüm ile devam ediyor:
-Hay hay. Beyefendi isterlerse, hemen birşeyler hazırlatabilirim.
Soruyorum, ama aklım dağlarda; şimdiye küsüp gitmeseler bari:
-Neleriniz var?
Cevap veriyor. Bir ton ismini bilmediğim balık, ot, et. Zaten dışarda yemek yemeği hiç sevmem. Hoş oturma odasında yaşamak isteyen bir adamım ben. Mutfak da, oturma odasına göre çok dışarda. Sadece koltuk, kanepe, yastık, ağız suyumun düzenli şekilde akacağı bir kap; bir de o kabı sürekli değiştirecek yaşlıca bir hanım. Yaşlı olmalı. Yoksa kendime güvenimi kaybederim.
-Buğlaması da var.. ancak ben size tavasını tavsiye ederim. Her gün bir tabak da ben yerim. İsterseniz palamutunıza biraz da kırmızı şarap kattırtabilirim. Eğer sizin için sorun olmazsa..
Ne demek şimdi bu? Sorun olmazsa. Sanki dün geceki halimi bilmiyor. Ne dediğimi, hangi karınca deliklerinde gezindiğimi bile hatırlamıyorum. Eminim bu herif şimdi içinden konuşa konuşa tüm etlerimi buğlamıştır. Birşeyler ima ediyor. Anlamamazlığa vurayım:
-Sorun derken?
Suratı bir kuruş gibi; sapsarı. Yalnızca putlaştırdığımız Kemal Paşa eksik. Yazık Paşa’ya.
Diliyle sol üst dudağında bir lekeyi siliyor gibi. Dalgınlığımdan istifade odaya girebilir, soyabilir odanın hepsini. Soysa da zaten mahrem birşeyim yok. İsterse zaten onun olan televziyonu, ocağı, içi hala balık kokan bozdolabını alabilir. Ama balkona sokmam. Tek özgürlüğüm balkon. Çok dalgınım.
-Sorun derken.. yani.. şarap..
Kem küm..
-Varsa şarapla da pişirtebilirsiniz. Ama yalvarırım biraz çabuk olsun. Ve teşekkür ederim.
Yüzü bir yüzlük banknot gibi. Dikdortgenimsi oldu şimdi. Çenesinden daha yukardaki sol gamzesi şimdi sol beyin lopunun üzerinde. Sıcak bir tebessüm ile son kez soruyor, kaşları yok gibi birşey, alnı 50 santim kadar:
-Odanıza mı getirteyim, yoksa?
-Odama mümkünse.. bir daha aşağı inip suratları çekesim yok.
Suratı asılıt gibi. Suratlar. Ayaklar gibi bir hakaret. Kim bilir bu adamın başbakan olma umudu şu an kırıldı? Basit bir uşak selamı ile koridoru silip süpürür gibi yol alıyor.
Dağlarla kaldığımız yerden flört ediyoruz. Ne de güzel ağaçları var. Binip gitmeli arabayla. Ben kendimi bilirim, anca İstanbul’a giderken uğrarım.
Balkondan hemen hemen tüm belde görülebiliyor. Sağınızda Yunan adaları var. Yağmurun ardından güzel bir havada görülebilir. Millet deli oluyor, bir keresinde üst komşum yağmurun bitmesini tüm gece bekledi. Ben sabaha karşı odama gelmiş ve uyku ile kendimi öldürmek istiyordum. Merdivenleri çıkarken göz göze geldik. Selam verdim, almadı. Güldüm geçtim. Ama bana o sabahı dar edeceğini bilemezdim. Tüm gece yağmur yağmıştı. İlçeye giden tekneler bile bir milim hareket edemez oldular. Ama hava sanki kafa bulur gibi, pembe pembe terletiyordu. Motele doğru gelirken, Almanların yağmurun altında kaldırım taşlarına göbeklerinden görünmeyen sırt bölgelerini dayayıp biralarını içişlerini görmüştüm. Almanlar ve bira.. İngilizler ise odalarından Almanlara bakıp gülüyorlardı. Merdivende karşılaştığım üst komşum tüm gece sabaha kadar uyumamış yağmurun dinmesini; daha doğrusu yağmurun gün ağırırken dinmesini beklemişti. Böylece gündüz olacak, o mübarek sanki altından pırıl pırıl parlayan Yunanistan toprağı da hanıma sevap yazacaktı.
Hava o gece de dediğim gibi sıcktı. Kadın da ben odama girer girmez yukarı çıktı. Balkonda kendine yaptığı yere rahatça oturdu. Ben uyku sersemi, dalgınlıkla, arada fincan seslerini işitiyorum. Anlayacağınız sabahlamaya dönmüş.
Ben uykuya dalınca hiçbirşeyden haberim olmaz. Sizi bilmem. Olanlar mutlaka vardır.
Sabah saat altı gibi bir sesle uyandım:
-Kız, Dilara kız sana diyorum. Kız kör olayasıcaya kalk! Aha adalar orada. Kızım kalksana kız.
Sanki adaları onlar buldu. Sanki adalar dün yağmur nedir bilmeyen makiyle buluşunca.. Fakat bu sesi, bu kız demeye varamayacağım sesi buraya tasvir etmeye zannederim yeteneğim el vermez. Sanki bir anka kuşu flört ettiğim dağın sırtlarından tüm canili ile kıza doğru geliyor. Aman yarabbi. Bir sıra yer gök inledi. Dimamın alamayacağı bir şaşkınlık, elim ayağım titreyerek uyandım.
Kapı çalıyor.
-Yemeğiniz, efendim.
Yüzü gözü yağ içersinde, boynu bıkını papyonu red eden bir genç çocuk. Onyedi yok bile. Tüm alnı genişçe. Gözleri alev saçacağına kor bir ip yumağı gibi, bir aşağı bir yukarı inip çıkyor. Basınç yüksek değil kulakları uğulduyor.
-Boynundakini çıkart, dedim.
Şaşırmış bir ifade var suratında. Saçları deminkinden dik. Yatağın üzerinde ne varsa bir hamlemle kaldırdım. Yemeği masaya bırakıyor. Beni duymamış gibi. Tekrar ediyorum. Bu sefer anlıyor.
Çocukta garip hiçbirşey yok. Bu bende rahatsızlık uyandırır. Bir insanda garip birşeyler olacak. Karmaşık. Köhnemiş elleri olmalı, ya da saçları dökük olmalı. Getirdiği yemeğin içine tükürmüş müdür acaba? İçki olarak birşey yollamamış adam. Gülüyordur şimdi pis pis. Ağız kenarları kara leke doludur.
Bu çocuk bildiğiniz güneyli. Eli, kolu, yüzü, kulakları; hani güneşin etki ettiği heryeri sim siyah. Böyle de yaşanır mı? Odanın girişindeki çıkıntıda, kıçını duvara dayamış duruyor. Kafasını da bir müziğin ritmine uygun oynatıyor. Eller sürekli kalçasına vuruyor. Orta boylu bir genç. Bu otelde ne işi var?
-Babam sahibidir buranın. Ben de liseden artakalan zamanımda çalışıyorum. Aslında diyeceksiniz ki ne lisesi? Bütünlemeler var. Haftada bir kaç gün onlara gidiyorum. Okulda da kurs var.
Patavatsız devam ediyor:
-Hocanın biri; tarihçi, taktı bana. Ne yapsam abi, bana birşeyler diyor. Aha şu otel bir gün benim olacak. O zaman o tarihçinin okulunu satın alacağım. Elimi öptüreceğim.
Bir anda abi de olduk.
O konuşurken ben yemeğimle meşgulüm. Biraz soğuk gibi balık. Ama dediği kadar var adamın. Balığı yemesi keyiflidir. Ordan burdan et düşer, ayıklanır, kılçık çıkar gözünüzden kulağınızdan.. Garip bir salata var. Al al domatesler, yeşil beyaz tabağın kenarına dizilmiş tuzlu acı mı acı biberler. İki uçta henüz olgunlaşmamış yeşilimsi limonlar. Dilimleri şaşırtıcı derece simetrik, içi yıldızlı salatalık. Mısır da koymuş ya salataya, ben pek sevmem salatada. Normalde de sevmem. Herşeyin üstüne de üç-dört nane ve defne yaprağı. Sıradan bir salata buralar için. Ama defne çocuk odaya girer girmez, ortamdaki tüm kokuları bastırdı. Aynı işlemi az sonra nane yaprakları mideme yapacak. Gazı kaçmış siyahlıkları bile artık pembe bir kola koymuş.
Çocuk hala konuşuyor. Yemeği bitirip masanın ucuna itiyorum. Odanın diğer ucundaki masanın üzerinde, kağıtların arasındaki cüzdanımdan bir miktar para veriyorum çocuğa. Sanki küçücük dünyasında oteli ona vermişim gibi seviniyor, teşekkür ediyor. Ve en nihayetinde gidiyor. Çocuğun gitmesiyle oda tekrar sıcak doldu. Anlatılamaz bir tembellik çöküyör üzerime. Kanepe kurumuş, acaba uzansam mı? Güzel bir koku geliyor burnuma kanepeden. Bana dağlardaki kekiği hatırlatan.. Kanepeden bunu bastıran tuzla karışık bir ter kokusu tüm odanın hesabını kesiyor.
Koltukta biraz uzanıp uyuyacağımı anladım. Gözlerim saatte. Neredeyse ikiye on var. Demek ki saat dörde on var. Dışarda, ilçeden gelen teknelerin motor patpatı, her daim kulağa mavi mavi konan dalga sesleri ve dalgaların arasında karınca gibi göze çarpan insanların şen sesleri. İnsanlar ne de garipler. Durduk yere iki dalga onları dibe çekse hemen ömürleri boyunca duymadığımız sesler çıkartmaya başlıyorlar, bunun adına da boğulma diyorlar. Yine o yılana benzer iki dalga insanları azcık kıyıya itse, deniz beni sevdi diyorlar. Halbuki deniz, insana o garip sesleri çıkartırken yaptığını da, kıyıya doğru kendini sildiğinde, binlerce yıldır yaptığını yapıyor. İnsan kendini herşeyden üstün, herşeyin efendisi zannettiği sürece, gerçekleri, doğanın gerçeklerini anlamadığı, ya da işine geldiği gibi anladığı sürece dünya dönecektir. İnsanın kurulu düzenine sos sıkmaya benzemez.
Saat dört buçuğa doğru duştan çıktım. Az sonra kuruyacak olan saçlarım enseme yapıştı. Tatlı bir meltem karadan denize esiyor. Balkonuma da birşeyler getirip, bu getirdiklerini saçlarıma sürüyor. Ensem buz gibi. Ama az sonra şu dağdaki otlar kadar kuru olacak saçlarım.
Denize mi girsem? Havada garip rüzgar taneleri uçuşuyor. Bunu siz göremezsiniz. Ama ben görebilirim. Birbirine geçmiş bir ton şey havada uçuşuyor. Birşeyler alıp her balkondan Yunanistan’a doğru gidiyor. Ordan da birşeyler çalıp geri getirecek; getirdiğinde ben burada olmayacağım.
Dağlarla olan flörtüm şimdileri eksik etek devam ediyor. Ama az sonra onların da göz kırpmaları biter. Hasta çocuklar gibi uzanıp boylu boyunca, gözlerimin ta içinden güleceğim onlara. Öyle güleceğim ki, yarın gece dağlarla yatma ihtimalim var. Sarılıp uyuruz. Yemyeşil ağaçları odama dalacak, sonra arabalar ağaç olmayan yoldan geçip kala kalacaklar. Şaşıracaklar. Motelin tüm odaları beni kıskanacak. Neden bizim odamıza dağlar uğramaz, bizimle yatmazlar diye. Sonra midesizin biri çıkıp moteli yıkacak, ağaçları da kesecek. Birbirinden bir haber işçiler buraları Yunanistan’a kadar dümdüz yapacak.
Az sonra akşam çöküyor. Rüzgar durdu. Havadaki tanımsız objeleri görmek şimdi diğer memelinin işi. Ben hala ıslak olduklarını umduğum saçlarımla boylu boyunca balkonumdayım. Hiç kuş uçmuyor. Kuşun konacağı bir yer de yok zaten. Denizden suratıma doğru birşeyler esiyor. Ama yalnızca şu, minicik belde de bana özel olan şeyler. İstanbul’dan amcamın ölüm haberi zannediyorum. Kuşlar aniden çıkyorlar. Sürü halinde, gayet düzgünce denizin üstünde, bir serçe parmağım kadar yere basıp ayaklarını ıslatıyorlar. Yunanlı bu kuşlar; ancak ayaklarını temizleyip kaçıyorlar. Sonra o sürüden tek bir kuş, dağlara doğru kanat çırpıyor. Heyecanla izliyorum. Gözlerim yarı kapalı, kulaklarım dalga seslerine alşık. Tek ve havada hiç dalgalanmayan, aralıklı dalga sesi.. Kumsaldan tüm kum tanelerine sürünen, onlara elek muamelesi yapıp bazılarını silip süpüren deniz. Engin bir deniz. Kuş akşamın karanlığında dağın en aşağı ucundan bir kaç dakikada en yukarı tırmanıyor. Bir yarasa gelip geçiyor önümden. Uzandığım yerden kalkıyorum. Kuşun dağa ulaşması en aşağı bir dakika alıyor. Sonra, hiç beklemediğim bir anda kuş tüm hızını alarak benim balkonuma doğru geliyor. Önündeki hava kütlesini ılık ılık yarıyor. Bir kaç dakika sonra, balkonumdaki çiçeklerin saksısının sırasına konuyor. Ağzımda zeytin çekirdeği gibi sert bir nesne. Yutamıyorum, çiğneyemiyorum, tüküremiyorum. Bu durum nefes almamı engelliyor. Aklımda dağlar. Dikiliyorum. Kuş bana bakıyor, ben ona. Gagasında dağdan aldığı bir tür yaprak; balkona atıyor. Aklımda dağlar ve kağıtlar. Kuş bir sıra içeri giriyor. Dağınık masamdaki en sevdiği yazıyı alıp okuyor. Gagasını yukar kaldırıp sevdiğini belli ediyor sanki. Sonra kağıdı bir kenara fırlatıp uçup gidiyor. Kanatlarının beyazlığı geceyi keserek gidiyor.
Balkonumda bıraktığı yaprağa baktım.
Kup kuru bir yaprak. Deniz kuruyor az sonra. Akşam denizdeki insanlar dal dal kalıyorlar denizin orta yerinde. Fideler sırt çeviriyor sevgilim üzerinde. Sevgilim dağlar. En sevdiğim şu dünyada. Yüz yıllık ağaçlar sevilmiyor şimdileri. Ama istisnasız hepsi kup kuru yaprakta ifade ediliyor, anlaşılıyor tarafımca. Akşam geliyor yıkarak etrafı, ortalığı. Sevgilime bakıyorum. Bir araba geçiyor, dağdaki yoldan. Güneş camlarına çarpıyor, bana yansıyor. Sevgilim yalan söylüyor bana. Akşam oluyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.