- 622 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Kemalist Cumhuriyete İhanet; 12 Mart ve 12 Eylül
Baǧ ımsızlıǧ ını kanı pahasına kazanan Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın hastalıklarını yeniden kapma dönemine 1950 yıllardan itibaren Kurucusu’na ihanet ederek ilk adımlarını atmış oldu. „Yüce İnsanın“ kendi kadrolarına alıp yetiştirdiǧ i Ege’nin zenginlerinden olan A. Menderes ve C. Bayar ekibi, buldukları ilk fırsatta yemek yedikleri tabaklarıda kendi ruhları gibi kirletmeǧ e başladılar. Elbette gelişen zamanda kanımıza giren bütün pislikleri bu iki kişiye yükleyemeyiz, ama çeşmeyi açıp boruları patlatan bunların çevresinde ekiple beraber kendileridir. Çünkü gelişen aydınlık, yıllardan, binlerce yıldan beri geri kalmışlıǧ ı kaderin bir parçası olarak görmeyen aydın kuşakların yetiştiǧ ini gören bu ekip yakaladıkları ilk firsatta İkinci Adam’ın (İsmet İnönü‘ün) de gevşek yönlerinden faydalanarak bindikleri dalları kesmeǧ e başladılar. Aydınlık öyle bir şey ki ondan hiç bir şeyi gizleyemiyorsunuz. Her şey diken gibi gözünüze batıyor ve birileri diyorki ben aydınlıǧ a karşıyım, bunun için yapacaǧ im ilk iş kafaları bulandırmak olacaktır, ve böyle oluncada istediǧ imi yapma olanaǧ ım olacak. İşte bu mantıkla hareket eden Atatürk’e muhalif ekipler demokrasi dalaveresi altında kendi kadrolarını toplayıp demokrasinin nimetlerinden faydalanarak demokrasiyi yok etmek için kolları sıvıyorlar. Çünkü 1950’lili yıllara kadar T.C. „yerli ve yabancı sermayeyi kulanmaksızın, devlet eliyle sermaye toplayarak, kendi çapında bir sanayi çekirdeǧ i yaratmış, aynı zamanda özel mülkiyetin korunmasına ve gelişmesine yardım etmiştir“.
İşte A. Menderes ve ekibidi bu mantıkla 1950 yılında iktidara geldiklerinde halka „siz isterseniz odunu bile seçersiniz“ nutkunu atarak ne kadar aydın bir kafaya sahip olduklarınıda göstermiş oluyorlar böylelikle... Cumhuriyet Halk Partisi’ninde bu durum karşısında kendisini yenileme başarısını göstermeyerek ve üstüne üstlük, kendi kurduǧ u „Köy Enstitüleri“ni yine kendisi kapatma yolunu açarken geri kalan bu Cumhuriyet Hediyesi okulları da Menderes ve ekibi köküne ayran suyu dökerek direksiyonun yönünü karanlıǧ a dogru çevirmiştir. Böylece Cumhuriyet’in son 25 – 30 yılda geliştirdiǧ i ve başardıǧ ı ilerlemeyi tersine çevirmeyi beceriksizce becermiştir. Ruhunda Cumhuriyet düşmanlıǧ ı olan bu insanlar sırf kendi çıkarlarını düşünerek güzelim vatana her yönden ahtapot gibi saldırmışlardır. Küçük memurlar ve bürokratlar çıkarları gereǧ i istemedikleri bir istikamete giden trene bindirilerek istenmedikleri istasyonlarda bırakılmışlardır. Bizim demokrası aşıǧ ı okumuş aydınlarımız, aşirert reislerini, toprak aǧ alarını, kompradorları biraya getirerek hedef tespiti yapıp, kendileri bir batılı gibi evlerinde yaşarken başkalarına gerici Arap kültürünü aşılamanın dışında bir şey hediye etmiyorlar, oy kullanmanın ve kullanılan oyları kendilerinin olması şartıyla… 1950 Yılı’ndaki Demokrat Partisi’nin bu gerici başarısı daha sonraki seçimlerdede artarak sürüyor. Öyleki bazen Cumhuriyet’in İkinci Adam’ının arabasının önü kesilerek taşlanıyor ve psikolojik teröre maruz kalmak zorunda bırakılıyor. Gelişmeler böylede kalmıyor, öyle tırmanıyor ki, dış sermaye, palazlanan iç semayeye karşı yasalarla pekiştirilerek davet ediliyor. Pastanın kaymaǧ ını yiyen bu burjuva kültürü almamış lümpen zengin takımı, ne oldum delisi olarak Cumhuriyet’e ihanetin temel taşlarını topraǧ a indiriyorlar… İlk işleri Atatürk zamanında Türkçe okunan ezanı anlamadıǧ ımız bir dilde vaaz verdirerek başlıyorlar işe. Genç Cumhuriyet 20 – 25 yaşına getirdiǧ i gençleri bir anda yeni dalgalarla dini duygularıda sömürerek başka yönlere kanalize etmeyi başarıyorlar ve iste bu günkü durumu ortaya çıkarıyorlar. Kapanmayan annesini, kız kardeşinı, eşini öldüren nesiller yavaş yavaş çoǧ alarak önlenmez hale geliyorlar. Ve söylemleri hep ayı kalıyor onların. Derken tarihimize kara bir leke olarak geçen ve o zamanki başbakanın bilgisi dahilinde ve yine kendi gizli kadroları tarafından tertiplenen 6 – 7 Eylül olaylari vuku buluyor. Gideceǧ ini bilen bu Cumhuriyet düşmanları ben gidersem dünya batar misali İstanbul’un 52 deǧ işik yerinde ve aynı anda başlayan Türkiye’de yaşayan azınlıkları katletmeyi planlyorlar ve bu plan için Maraş Katliamı’nda olduǧ u gibi planlar yanacak ve yıkılacak evlerin listesi günler öncesinden hazırlanıyor ve bizim o zamanki başbakanımız bu olaydan habersiz gibi gözüküyor. Oysa bu olay kargaları bile güldürecek kadar komiktir. Arkasından o zaman Selanik Konsolosluǧ u’nda görevli Hasan Uçar ile Batı Trakya Türkleri‘nden bir üniversite öǧ rencisi olan olan bir zat gizli servislerin bilgisi dahilinde Atatürk’ün doǧ duǧ u evi bombalayarak, Yunanlılar, Rumlar Atatmız’ın evini yıkıp yakmışlar diyerek rüyaların şehiri altın boynuzlu „Şehir- i İstanbul“u kan gölüne çevirerek içimizde asırlardan beri içimizde bizimle birlikte kardeşçe yaşayan insanları binlerce yıllık yerlerinden ve yurtlarından şidettle sürgüne ve göçe zorluyor. Neye uǧ radıǧ ını bilmeyen bu zavallı azınlıklar böylece yok olup tükeniyorlar. Birde bu olayları tertipleyenlerden birisi olan Oktay Engin denen adam ise sonra Nevşehir Vilayetine vali olarak atanıp ödüllendiriliyor. Ve bizde böylece demokrasini nimetlerini alarak mutlu bir Türkiye yaratıyoruz bu insanlar sayesinde… Güleyim bari şu Tayip Erdoǧ an’ın dediǧ i gibi, „demokrasi bizim için bir tramvaydır, bineriz ve hedefimize ulaştıǧ ımız durakta ineriz“ görüyormusunuz Menderes’le bu adamın arasındaki farkı, ne güzel biri de „siz isterseniz odunu bile seçersiniz“ diyerek kitleleri aptal yerine koyarken öbürü batının buluşu olan „tramvayı“ bir takkiyeci gibi güzelce kullanabilecek kadar kurnazlaşıyor. Zaman böyle geçerken elbet bir yerlerde de bir hareketlilik söz konusu olma mecburiyeti doǧ uyor. Genç Cumhuriyet’in genç ve yurtsever subayları seslerini yükseltmeǧ e başlıyorlar, istekleri şu veya bu şekilde ortaya çıkarıyorlardı, ama Menderes denen bu zata karşı asıl hareket ordunun ilerici ve Kemalist kanadının Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ebedi sorumluluǧ u olan onu her şartta koruma ve kollama görevini üzerine alarak geçte olsa bu sorumluluǧ unu yerine getirmeǧ e çalışıyor ve bu ihtilal ile Türkiye Demokrasi’si en güzel ve ilerici bir anayasaya da sahip oluyor, ama yine bu anayasa o kurumun saǧ kanadı tarafından daha sonraki iki darbeye maruz kalarak tarihin yaprakları arasında kalmaǧ a mecbur ediliyor. Öyleki Menderes ve ekibi bu süre içinde adeta Amerika’yı utanmasa yatak odasına kadar davet edecek bir duruma gelerek, daha sonraları Türkiye’nin baş belası olan o kadar ikili anlaşma imzalıyorki, darbe yemeyen sektör kalmıyor bu ikili antlaşmalar sayesinde… Adeta Türkiye peşkeş çekilerek satılmıştı.
Ve bütün bu ahval ve sartlar altında 27 Mayıs sabahı beklenen sevinçli haber geliyor ve ordunun ilerici kanadı geç kalınmış bir eylemi gerçekleştirerek ihtilal haberini Türkiye Radyoları’ndan tüm dünyaya ve Türkiye’ye duyuruyor. Arkasından aynı yıl Yassıada Mahkemeleri ve bu mahkeme kararlarıyla idam edilen; Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları (Kişisel olarak ben idamlara karşıyım) . İhtilal kısa sürede başarılı çalışmalara imza atıyor; sendikal haklar genişletilip, üniversiteler özerkleştiriliyor, baǧ ımsız radyo televizyon kurulu kuruluyor, anyasa yenilenerek demokratik anayasa denen modern bir anayasa yapılarak Türk Halkı’nın hizmetine sunmuşlardır. Ben sıradan bir insan olarak bu gün bile böyle bir anayasanının özlemiyle yanıp tutuşmaktayım. Bu anayasa bütün karşı propagandalara raǧ men aldıǧ ı yüzde 60,4 kabul oyuyla yürürlüǧ e girdi. Bütün bu olumlu gelişmelere raǧ men 15 Ekim 1961‘de yapılan gelen seçimlerde Demokrat Parti’nin devamı olan Adalet Partisi saǧ cı oyların tümünü alarak yüzde 63’lük bölümünü kendi bünyesinde to
playarak ihtilalci ve ilerici subayları yeni bir harekete zorluyordu. Bundan dolayı kendilerini yüksek ruhlu Kemalist Devrim’in neferi sayan 10 yüksek rütbeli subay (General) ve 28 kişilik albaylar kadrosu 21 Ekim günü Harp Akademilerinde biraraya gelerek bir „ihtilal protokolü“ imzalıyorlar. Arkasından kurmay albay Talat Aydemir’in başarısız bir darbe girişimi ve idam edilişleri ve yine saǧ partilerin dini kullanarak gelişen demokratik ve sol kitlelere karşı acımasız mücadeleleri… Arkasından Demirel’li yıllar, Türkiye’nin bataklıǧ a doǧ ru adım adım sürüklenerek bir iç kargaşaya sürüklenmesi. Öyleki o şartlardaki dünya politik arenasıda çok hareketli, her tarafta sosyalizmin yükselen bayraǧ ı, sosyal adalet ilkesinin toplum her kesimine hitap ederek yerleşme mücadelesi, komunist partilerin parlamentolara girerek yerleşik düzeni sorguya çekmeleri, öǧ renci hareketleri ve gelişen ekonomik konjüktür, işçi hareketleri ve işçilerind daha çok hak talepleri, alın terinden başka satacak gücü olmayan yıǧ ınlara varolmanın bilincini aşılayarak kendi varlıklarını korumak için, yine kendi güçleriyle birlikteliklerini kurarak sendikal hareketlere destek vererek üye olmaları bilinçsiz kompradorları ve burjuvazisi olmayan Türk burjuvazisini kızdırmaları, polisin saǧ cılaşması ve saǧ cıların yaptıkları eylemleri destekleyerek, sola gördügü ve rastladıǧ ı her yerde en aǧ ır darbeyi vurması ardı arkası kesilmeyen provaksiyonlar… Ve bu provaksiyonlarda hep solcuları suçlamak ve arkasından işkencelerle ifade alarak suçsuz insanları suçlu göstermek. Türkiye Cumhuriyeti’nde 1970’li yıllardan sonra izlenen resmi politika bu olmuştur.
27 Mayıs İhtilali’ni kaldıramayanlar ve çekemeyen devletin içine yine devletin olanaklarıyla hükmeden gerici kadrolar adım adım yerleşmişlerdir. Bu konuda size sayamayacaǧ im kadar bilgi ve belge mevcuttur. Hatta sayın gazeteci yazarımız Emin Çölaşan’nın „Turgut Nereden Koşuyor“ adlı kitabını okuyarak, takunyacıların nasıl devletin kadrolarına çöreklendiklerini daha yakından görecek ve öǧ reneceklerdir. Bu yazıdaki benim asıl amacım Cumhuriyet’in maaruz kaldıǧ ı tehlikeyi birkez daha göz önüne getirerek güncelleştirmektir. Hatta bu işkenciler hızını kesemeyerek Faruk Gürler cumhurbaşkanı seçilemdi diye onları sanık sandalyelerine oturtmakti. Bir yönüyle bunu da başardılar ve F. Gürler ile Batur’u cunta davalarının sanıkları haline getirdiler. Bu sözde demokrasi düşmanı demokratlar, ilerici ve devrimci gençleri işkencelerden geçirerek asmışlardır. Bunlardan Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan 6 Mayıs 1972 sabahı idam sehpasında ipe gönderildiler. Bu Menderes ve iki bakanın asılmasına revanşının karşılıǧ ıydı. Bu süre içinde binlerce insan İstanbul‘da „Ziverbey Köşkü“nde, Ziverbey işkencecileri yanlış ifade alamk için işkencelerden geçiriliyordu. Öyleki devlet kendi emekli generali Celil Gürkan’ın gözlerini baǧ layarak, zincire vurarak ve eline kelepçe takarak zindana tıkmıştı. Bu emekli generalle beraber emekli Tümgeneral Ömer Çokgör, emekli Albay İlyas Albayrak, emekli Deniz Binbaşı Erol Bibilik, emekli Kurmay Albay Bahattin Taner, emekli Kurmay Albay Nedim Arat ve Fakih Özfakih’de Ziverbeye götürülerek sorgulanmışlardı. Okuduǧ um kaynak bu komutanlarımıza işkence yapılıp yapılmadıǧ ı hakkında gerekli malumatı vermediǧ i için bende spekülasyondan kaçınarak herhangi bir yorumda bulunmak istemiyorum. Bu olaydan etkilenen ve tertibin kendilerine doǧ ru yöneldiǧ ini gören Muhsin Batur ve Kemal Kayacan „aktif mücadele“ tehdidiyle bu tırmanışı durdurdular. Ziverbeye götürülenler demokrasinin temeli olan mahkemelerde yargılanmadan serbest bırakılarak, askeri savcınında görev yeri deǧ iştirilmiş oldu böylelikle. Ziverbeyin işkenceci ekipleri zoru görünce rotayı deǧ iştirmişlerdi...
Türkiyede siyasal arena böyle karmakarışık bir yapıya bürünerek sola ve demokratik kitlelere ve Kemalist bürokratlara karşı en acımasız yöntemlerle saldırarak onaları yok etmek istiyordu. Ve bir yönüyle saǧ bürokrasi bunu başarıyordu, öyleki polis teşkilatı, milli istihbarat teşkilatı, bakankların büyük bir bölümü, saǧ cı ve dinci kadrolarla doldurularak kendi imparatorluklarını yaratarak laik bir ülkede, yasalarla belirlenen laiklik ilkesini her yönüyle çiǧ nemeǧ e başlamışlardır. Örneǧ in Özal’ın yükseklişi bunun en bariz örneklerinden birisidir. Daha aşaǧ ılarda bu takunyacı ekibin 12 Eylül’ünde katkısıyla yürü ya kulum demesi Türk Tarihi’nin acı gerçeklerini gün ışıǧ ına çıkarmıştır. Ama 12 Mart Anti – Kemalist Darbesi bütün insanlık dışı uyglamalarına raǧ men gelişen sosyal hareketleri engelleyememiştir, tam tersine devrimci mücadele artarak sürmüş ve gelişen bu sosyal ve işçi hareketlerini yıldıramamıştır. Bunun için Milliyetçi Hareket Partisi’nin o zamanki gerici gençlik kollarını Milli İstihbarat Teşkilatı kullarak gelişen devrimci harekete karşı günlük beş insanın ölümüne sebep olmuştur. Bu olaylar yinede demokratik kitleleri yıldıramamış ve nihayetinde 12 Eylül yaratmıştır. Bu Darbe sayın hocamız, büyük hukukçu, ordinaryüs Prof. Dr. Hıfzı Velidet Velidedeoǧ lu’nun deyimiylede bir „Karşı Devrim“, tarihimizin yüz karası olarak belleklere kazınmıştır. Ayrıca 12 Mart Askeri Darbesi’nin MİT müsteşarı, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin „kudretli generali“ Nurettin Ersin, her yıl kutlanan „27 Mayıs Bayramı“nın kaldırılmasını Milli Güvenlik Konseyine getirecekti. 1960 İhtilali’nden 21 yıl sonra, 27 Mayıs artık tamamen tarihin sarı yaprakları arasına konacaktı. Yine 26 mayıs 1981 tarihinde Anıtkabir’e yürümek isteyen 27 Mayıs’ın bazı Milli Birlik Komitesi üyelerine Ankara Sıkıyönetim Komutanlıǧ ı izin bile vermemişti.
Yine dönemin Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinason Başkanı Korgeneral Nevzat Bölügiray daha sonraları Milliyet Gazetesi’nde yayınlanan bir röportajında bu darbenin nasıl taraf tuttuǧ unu kendi ifadesi ile şöyle beyan etmiştir: „28 Agustos 1981 tarihinde Türkiye’deki terörün nedenleri, önleme yöntemleri ve teşkilat gereksinmesini inceleyerek bir direktif hazırlanmasına başladık. Bu direktif benim başkanlıǧ ımda; İçişleri Bakanlıǧ ı, MGK Genel Sekreterliǧ i, MİT Müsteşarlıǧ ı, Genelkurmay Başkanlıǧ ı ve (Özel Harp Dairesi’nin baǧ lı olduǧ u, y.n) Genel Kurmay Hareket Dairesi Başkanlıǧ ı temsilcilerinden oluşan bir grubunca hazırlanıyordu. Aylarca süren bu çalışma arasında her temsilcinin hazırladıkları bölümleri bana getirmelerini istedim. Hepsi deǧ erli çalışmalar yapmışlardı. MİT’ten iki temsilcisi geliyordu; biri „komünizm terör örgütleri“ diǧ eri ise „irtica terör örgütleri“ ile ilgili bilgileri hazırlıyordu. Komünizm belgeseli onlarca sayfalık geniş bir hazırlıǧ ı içerirken, irtica belgeseli sadece 3 – 4 sayfayı buluyordu. Bunu görünce birden sinirlenerek görevliye baǧ ırdım. „Kardeşim Türkiye’de irtica tehdidi, bu denli hafif mi ki anlatılması bir kaç sayfaya sıǧ ıyor. Biz burada tehdidin ayrıntılı bir deǧ erlendirilmesini yaptıǧ ım yaptıǧ ımızı anlatmıştık. Gerçi MİT’in saǧ gözü iyi görmez, ama siz yine de irtica tehdidini yeniden ve ayrıntılı olarak deǧ erlendirmeye çalışın“ dedim. Bir hafta sonra geniş bir irtica belgesi önüme geldi. Sonuçta dört parmak kalınlıǧ ında terör direktifi hazırlanarak, mart 1982 tarihinde Kenan Evren başkanlıǧ ındaki MGK’ya sunuldu. (…) Bu direktifin iki temel konusu vardı; Temel Öneriler, ve İç Güvenlik Komutanlıǧ ı. İç güvenlik Komutanlıǧ ı adını verdiǧ imiz bir kuruluş çatısı altında; Jandarma General Komutanlıǧ ı, Emniyet Genel Müdürlüǧ ü, Sahil Koruma, Sivil Savunma Komutanlıǧ ı, Psikolojik Harp Harekatı Komutanlıǧ ı gibi kuruluşların toplanmasını öneriyorduk. İçişleri Bakanı Selahattin Çetiner, buraya MİT Müsteşarlıǧ ı ile Gümrük Muhafaza Genel Müdürlüǧ ü’nünde eklenmesini talep ettik. KKK Nurettin Ersin, eski politikacılar devlet yerine geçtiler. MİT’e politika girmiştir, güçsüz kalmıştır ve hala da güçsüzdür. İç istihbaratı Emniyet yapmalı, MİT’in iç istihbaratı emniyete verilmeli, devlet istihbaratı MİT’te kalmalı. İç güvenlik komutanlıǧ ı bence uygundur“. (Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray: Sokaktaki Askerin Dönüşü, Tekin Yayınevi, 1991, S. 61 – 66) .
Sayın Hocamız H. V. Velidedeoǧ lu, 12 Eylül Karşı – Devrim adlı kitabının hemen başlangıcında Atatürk Devrimleri’inin temel yapısını şöyle izah etmeǧ e çalışmıştır. Mustafa Kemal tarafından Devrimler Türk halkına açıklanan şu ilkelere dayanmaktadır: „Kuvayı milliyeyi amil ve iradei milliyeyi hakim kılmak“ ilkesine dayandırmıştır. Bunun anlamı ise şöyle açıklanabilir, „ulusal güçleri ekin ve ulusal iradeyi egemen kılmaktır.“ Ulusal savaş bu ilkeler dogrultusunda örgütlenip yürütülmüş, vatan kurtarılmış, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, başta laiklik olmak üzere, Kemalist Devrim gerçekleştirilmiştir.
[(1789 Fransız Devrimi özgürlük eşitlik, insan haklarının dokunulmazlıǧ ı, toplumsal eşitsizliklerin kaldırilması, mülkiyetin kutsallıǧ ı ilkelerine dayandırılıyordu ve bütünleyici „bireyci“ nitelik taşıyordu.
1917 sosyalist devrimi, burjuva sınıfının ve bireysel mülkiyetin tasfiyesi, asıl üretici durumda olan emekçi sınıfının egemenliǧ i ilkelerine dayanordu ve bu nedenle „toplumcu“ nitelik taşıyordu.
1920 – 1928 yılları arasında aşama aşama gerçekleşen Kemalist Devrim ise, bireyin ve bireysel mülkiyetin varlıǧ ını yadsımamakla birlikte düşüsel ve ekonomok kalkınma da devletin öncülüǧ ü ilkesini benimsemişti. 1911 Tralus, 1912/1913 Balkan, 1914 – 1918 Birinci Dünya Savaşları ve özellikle 1918 -1922 Ulusal Kurtuluş Savaşı sonunda hemen hemen baştan başa yıkıma ve yoksulluǧ a uǧ ramış Anadolu ve Trakya’da bireysel ve özel girişimle kalkınma olanaǧ ı yoktu. O halde Kemalist Devrim’in genel karakteri toplumsal ve bireysel nitelikte idi; ancak bireyin çıkarları ile toplum çikarının çatıştıǧ ı yerde toplumun çıkarı üstün tutulmuştu. Bir islam ülkesi olan Türkiye’de gerçekleştirilen devrimler çok önemli bir niteliǧ i de bütün hukuk alanında ve devlet yönetiminde laiklik ilkesini kabul edilmesidir.Çok önemli diyorum, çünkü laiklik ilkesinin egemen olmadıǧ ı yerde herkesin din ve inancına karışır, eşitlik ilkesi ortadan kalakar, özgürlük yokolur, insan haklarına, çaǧ daş bilim ve sanatlara, düşünce özgürlüǧ üne açık olması gereken demokrasinin yolu tıkanmış olur. İşte Atatürk’ün laiklik ilkesine önem vermesinin en önemli nedeni bu idi.
12ylü 1980’de silahlı kuvvetlerce, Genel Kurmay Başkan’nın önderliǧ inde ve dört kuvvet komutanın eşliǧ inde „emir“ komuta zinciri içinde devlet yönetimine el konulması, Kemalist devrime yönelik tam bir karşı – devrim sürecine getirdi ülkemize. Kemalist Devrim“in temel ilkesi, başta belirttigim gibi, „ulusal güçleri etkin ve ulusal iradeyi etkin kılmak“ idi. 12 Eylül darbesinin icraatı gösterdi ki, onların ilkesi „parasal güçleri etkin ve ulusal istenci edilgen kılmak“tır. Bu durum „karşı – devrim“den başka bir sözle nitelenemez. Üstelik laiklik ilkesine bu süreçte vurulan darbe, karşı – devrimin öteki büyük göstergesidir. En acı olanı da, bütün bu karşı – devrim hareketinin Atatürk diye diye, Atatürkçülük adına yapılmış olmasıdır. Atatürk‘ün oluşturduǧ u bütün çaǧ daş kurum ve kuruluşların kapatılması, öǧ renim birliǧ inin kaldırılması, güya komünizimi önlemek amacı ile Kuran Kursları adını taşıyan irtica yuvalarının çoǧ almasına göz yumulması, dinsel gereksinimler için aydın din adamı yetiştirmek amacıyla açılmış olan ve sonradan adları Liseye dönüştürülen ve sayıları gereǧ inden fazla çoǧ altılan İmam Hatip Okulu mezunlarına – Harbiye dışında – bütün üniversite ve yüksek okul kapılarının açılmasının sürdürülmesi, bu karşı – devrim hareketinin belirgin icraatındadır. Öyle sanıyorum ki, devlete el koyan beş orgeneral daha önceden beri bir karşı – devrim gerçekleştirmek planı ile hareket etmiyorlardı; ama yinede bu olguya kuşku ile bakıyordum. Nitekim pek çabuk anlaşıldı ki, 12 Eylül darbesini yapanlar kendilerinden sonra da bir kışla disiplini içinde yaşatmak, üniversiteleri YÖK ile aynı katı disipline baǧ lamak, özgürlükleri kısıltmak, 1961 Anayasası’ının getirdiǧ i sosyal hakları ortadan kaldırmak planı ile yönetime el koymuşlardır. Ayrıca hazırlattıkları 1982 Anayasası’na Atatürk’ün kurduǧ u ve ikiz evlat üstüne titrediǧ i, mal varlıǧ ını vasiyet ettiǧ i Türk Dil Kurumlar’ını kapatma olanaǧ ı veren maddeler koydurmaları ne denli hazırlıklı bir planla geldiklerini göstermektedir.
İslam toplumlarının uyanmasını istemeyen dış güçler, özellikle ABD’deki odaklar ve onların ülkemizdeki işbirlikçileri Kıbrıs Kıbrıs Barış Harekatınden sonra Türkiye’de terörü, faili bulunmayan cinayetleri perde perde genişletmişlerdir, o sıradaki işbaşında sivil politikacılarımız da burunlarının dibindeki tehlikeyi görmeyip inatlaşarak parlamentoya, başka bir deyişle „Ulusal iradeyi egemen kılmak’ ilkesine sımsıkı sarılmak sarılmamışlar ve böylece planlı hazırlıklıklar içinde bulunan karşı – devrim hareketine göz göre güre ortam hazırlamışlardır. „Göz göre göre“ dedim; bu kitabın içindeki yazılarda izleneceǧ i gibi, önce devlet ve hükümet başkanına birer muhtıra vermişler, daha sonra sivil hukukçular arasında Tarabya Oteinde düzenlenen bir Anayas Semineri’nde Anayas tartışması başlatılmıştır. Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya bu seminere başarı telgrafı göndermiş, bütün bu ön hazırlıklar iktidarda bulunanlar tarafından gözardı edilmiştir. İşte bu durumdan yararlanan silahlı kuvvetler 12 Eylül 1980 de yönetime el koyarak sözünü ettiǧ im iç ve dış odakların istekleri doǧ rultusunda icraata başlamıslardır. Dış odaklar askeri yönetimi pek tutarlar, çünkü askerler politikada yetersiz ve deneyimsiz olduklarından kolayca oyuna getirilebilirler, nitekim getirilmişlerdir de. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönmesinin sadece Roggers’in sözlü olarak verdiǧ i güvenceye dayanarak Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren tarafından onaylanması ve böylece elimizdeki çok önemli politik bir kozun kaybedilmesi bunun örneklerinden biridir. Denilebilir ki: „Eǧ er silahli kuvvetler müdahele etmeseydi ülkedeki anarşi belkide bir iç savaşa dönüşecekti; silahlı kuvvetler ülkemizi bu tehlikeden kurtardi.“ Bu bir olasılıktır, eǧ er silahlı kuvvetleri temsil eden Milli Güvenlik Konseyi anarşiyi yok ederek, faili bilinmeyen cinayetlerin açıklıǧ a kavuşmasını saǧ layarak görevini yapıp „KEMALİST DEVRİM“in ilke, kurum ve kuruluşlarına dokunmasaydı, saǧ ve sol arasında ayrım gözetip ceza adaletini alt üst etmeseydi, insan haklarının kıyasıya çiǧ nenmesine göz yummasaydı ve işini bitirdikten sonra yerini sivil yönetime bıraksaydı belki bir diyeceǧ imiz olmazdı. Büyük Türk Devrimi’ni gerçekleştiren Atatürk’ün çıktıǧ ı Harp Okulu’ndan yetişenlerin ve diploma törenlerinde Atatürk’ün Harbiye’deki numarası okunurken hep bir aǧ ızdan „Burada“ diye baǧ ırmaların bir gün böyle bir karşı – devrim sürecini başlatmaları gerçekten çok acı ve üzücüdür. Ne yazık ki, biçimsel olarak yeniden parlamenter yaşama geçtiǧ imiz halde, 12 Eylül 1980 darbesi ile planlı ve programlı olarak başlatılan karşı – devrim süreci bu gün hala etkisini ve baskısını sürdürüyor. [ …] 1789 Fransız Devrimi’nden sonra da karşı – devrim hareketleri görüldü ama sonunda yine devrim ilkeleri yine egemen oldu. Elbet Türkiye’de de bu oluşum sürecinden sonra Kemalist Devrim’in ilkeleri egemen olacaktır; bu tarihsel bir zorunluluktur; çünkü ülkemizin baǧ ımsız olarak yaşaması buna baǧ lıdır. (Alıntı: H. V, Velidedeoǧ lu, 12 Eylül Karşı – Devrim; S. 6, 7, 8, 9,. 24 Aǧ ustos 1989)
Görüldüǧ ü gibi Atatürk’ün ismini aǧ zından düşürmeyen bu Kemalist karşıtı Darbe her solukta sola ve Atatürk’ün kurmuş olduǧ u kurumları acımasız saldırılarını bizzat MGK Genel Sekreteri Orgeneral Kenan Evren elinde Kuran Ayetleri‘ni sallayarak bu günkü iktidarın temellerini atarak vatana ihanet etmiştir. Öyleki takunyacı Özal ülkemize bu darbenin arkasından başbakan olarak ve „anayasayı bir kere çiǧ nemekle bir şey olmaz, veya da benim memurum işini bilir“ diyerek rüşveti resmileştirmiştir. Aynen bu gün sayın Demirel’in yetmişli yılların ortalarında, „siz bana saǧ cılar suç işliyor dedirtemezsiniz“ diyerek pişkinliǧ ini göstermiştir. Bu darbeyle sayıları hızla artan İmam Hatip Okulları ihtiyaçtan fazla imam eǧ iterek gericiliǧ e adeta servis yaptıǧ ı bir dönem başlamış oldu. Bu darbe ülkemize her alanda büyük yaralar açarak kapanmasını güçleştiren bir dönemi de başlatmış oldu. Alevi Köyleri’ne cami yapıp imam atayarak, onların dini inançlarını hiçe saydı. Laiklik hiç bir dönemde almadıǧ ı darbeleri bu dönemde alarak, içisleri ve milli eǧ tim bakanlıkları saǧ cı ve gericilerin örgüt yuvası haline gelerek eǧ tim sistemi araplaştırılmaǧ a başladı ve bu gidiş hala bütün hızıyla sürmektedir. İnsanlar gündüz gözüyle otellerde yakılırken, dönemin amerikancı başbakanı, utanmadan; „otelin önünde bekleyen vatandaşlarımıza bir şey olmadı Allah’a şükür diyerek ne kadar demokrasi aşıǧ ı bir bayan olduǧ unu da böylelikle ıspatlamış oldu. Binlerce insanı kabolmasından brinci dereceden sorumlu olan Mehmet Aǧ ar denen yılların insan düşmanı, ödürülen sayın araştırmacı yazar Uǧ ur Mumcu’nun eşine „duvardan bir tuǧ la çekersem, duvar yıkılır“ diyerek, katil olduǧ unu, humanizmden asla nasıbini almadıǧ ını kendi aǧ ızıyla ıspatlamış oluyordu. Böylece Menderes‘le başlayan demokrasi aşıǧ ı politikacıların, bürokratların dinci – saǧ cı çizgide ilerleyerek, bu gün Yüce Kurtarıcımız Atatürk’ün Cumhurbaşkanı Koltuǧ u’nda nakşibendi gerici bir Cumhurbaşkanı ve aynı geminin yolcusu olan, ve yasalara göre muhtar dahi seçilemez bir zat ülkemize başbakan olarak yoksulların kanını emerek ülkemizi, IMF’ye, Hariri’lere satarak daha 16 yaşındaki çocuklarına devletin ve tüyü bitmemiş yetimlerin parasıyla gemi alarak ne kadar vatansever olduklarını göstermektedir. İşte size sunduǧ um yakın tarihimizin karanlık yönünü ana hatlarıyla da olsa biraz tekrar etmeǧ e uǧ raştım. Denememin ikinci bölümünde „12 Eylül’den Sonra“ diye ikinci bir yazı yazmaǧ a çalışacaǧ ım.
Yararlandıǧ ım Kaynaklar:
1. Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray: Sokaktaki Askerin Dönüşü, Tekin Yayınevi, 1991, S. 61 – 66
2. H. V, Velidedeoǧ lu, 12 Eylül Karşı – Devrim; S. 6, 7, 8, 9,. 24 Aǧ ustos 1989.
II. Version: Saygılarımla, H. Hüseyin Arslan, 10.09.2008, Frankfurt am Main, gece saat 00:37’de son noktayı koyarak yazımın birinci bölümünü bitirdim.
Hasan Hüseyin Arslan
YORUMLAR
Kaynaklar güzel de sanki gelişi güzel hazırlanmış bir yazı.
Konuda tam hakimiyet sağlanamamış ve konu haddinden fazla uzatılmış.
Konuya hakim olsanız daha kısa cümlelerle konuyu anlatırdınız. Bu da yazanın konuya hakim olmayışından kaynaklanıyor ya da araştırma tekniğini bilmeyişinden.
Bu nedenlerden dolayı yazıyı okumuş ve hatalar görmüş olmama rağmen bu kadarlık eleştiriyle yetiniyorum.