- 2140 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Cumhuriyet Düşmanları, Laiklik: Dinci Yobazlar ve İslam Faşizmi
Sistemlerin, devlet yönetimlerinin, bilimsel çalışmaların, hukukun, ekonominin, toplumun yapısını ve temelini teoriler oluşturur. Laik Türkiye Cumhuriyeti’de kurulduǧ u günden bu yana iç ve dış düşmanları ülkeyi ve sadece sözde laik olan bu sistemi yıkmak için ellerinden geleni her türlü gayreti göstererk baya mesafe katetmiştir bu yobaz sürüleri bu gün… Hatta şu anda ülkemize başbakan ve cumhurbaşkanı olan zatların Cumhuriyet düşmanlıklari, devletin mahkemeleri tarafından tespit ve tescil edilerek neredeyse kapatılacak bir durumdan, yine kıl payı yakayı kurtarmak hukukçu olmayan bir mahkeme başkanın, yine amerikancı Özal tarafından Anayasamızın başkanı yapılarak cumhuriyet tarihine kara bir leke sürmüştür. Bu durum dünyanın hiç bir ülkesinde yaşanmamıştır, hatta „muz cumhuriyetleri“nde bile görülmemiştir böyle bir rezalet.. Bu rüşvetci adam ülkeyi toptan satmak için yasal zemini hazırlayarak bu günkü göbeklilerin sayısını artırmıştır. „İcratın İçinden“ programlarında televiziyonlarda ustası Demirel’in bile geride bırakarak yalancılıkta dünya şampiyonluǧ una aday gösterilecek bir yapıyla utanmadan; „benim sevgili vatandaşlarım, yaptıǧ ımız icraatları görüyorsunuz, ülkemiz, kalkınma hamilinde hızla gelişmektedir“ diyerek bu güpnkü 17 milyon işsizin baş sorumlularından birisi olarak tarihe geçmiştir. Hele demokrasi bayraktarlıǧ ında ve din konusundaki yalanlarını burada yazmaǧ a kalksam, sanırım yüzbinlerce sayfa tutarında belge ve bilgi toplamam gerekecektir. Amerika’ın uşaǧ ı olan bu beceriksiz adam, Türkiyeme zarardan başka hiç bir gelişime katkıda bulunmamıştır. Bu zat Türkiye’den hırsızlayıp, sızdırdıǧ ı paraları dolara çevirerek yurtdışındaki banklara yatırmışlardır. Sonrada en büyük „vatan – millet“ naaraları atarak, zaten cahil olan toplumu din kisvesine bürünerek yanıltmıştır. Hatta utanmadan „benim memurum işini bilir“ ya da „anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz diyerek“ ne kadar vatansever bir yurtaş olduǧ unu sergilemiştir.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, cumhuriyet yoǧ un bir muhalefeti de kendi karşısında bulur. Çünkü „Osmanlı İmparatorluǧ u“nun bozguncu çeteleri ve devşirme padişahlarının hiç birisinin annesi Türk olmadıǧ ı için Anadolu Türkleri Osmanlı’nın despot sistemi altında adeta kıyima uǧ rayarak az bulunan bir cehver durumuna getirilmiştir Türklük. Genç Türkiye Cumhuriyeti öyle şiddetli taaruzlara maaruz kalıyordu ki, adeta bazı yeni mebuslar dinin hizmetine dönmek için, mecilis toplantılarındaki her durumu fırsat bilerek ne kadar cumhuriyte düşmanı olduklarını da beyan etmiş oluyorlardı böylelikle… „Ne var ki, Cumhuriyetin ilanını, bu şekilde eleştirenler, özünde tutucu olduklarından, beǧ enmedikleri girişimlere (yenilik ve devrimlere) seçenek olarak gösterdikleri çözümler de tutucu nitelik taşımıştır. Bunlar Cumhuriyetin ilanını yersiz bulurken, Saltanatın yanısıra Hilafetin de elden gitmesi korkusu içindedirler. Çabaları bu merkezde yoǧ unlaşmakta, halkın dini duygularını sömürerek hilafetçilik yapmaktadirlar. Bu nedenle de doǧ ruluk payı taşıyan eleştirileri havada kalmakta, daha doǧ rusu saltanatçı amaca hizmet eden sözler olmaktan öteye gitmemektedir.“ (H. Billa: Sosyal Demokrat Süreç İçinde CHP ve Sonrası, S. 60)
Yine islama laik açıdan bakıldıǧ ında „kanımızca, laikliǧ in, din ve devletin kesin ve karşılıklı baǧ ımsızlıǧ ı biçiminde anlaşılması yeterli ve yerinde bir anlayış deǧ ildir. Bu yetersizlik, islam devletleri için sözkonusudur. İslamın, hem siyasal, hem de teoriyi geçmesi ve bunu uygulanan bir sistem durumuna getirmek amacı, laik devlet sistemiyle çelişkiye düşmektedir. İslamcı teori, siyasal – dinsel iktidarların birliǧ ini öngördüǧ ü için, bu iktidarların ayrılması, İslam teorisiyle baǧ daşmamakta, bu teoriye baǧ lı olanların laikliǧ e karşıt bir davranış içine girmelerine yol açmaktadır. Gerçekten, siyasal sistem olarak „laiklik“ kabul edildiǧ inde bu sisteme karşıt davranış, siyasal – toplumsal yapıyı islam teorisine uygun bir yapıya ulaştırma çabası içine girmektedir. Bu çaba, belirli bir dine, öteki dinlere oranla üstünlük saǧ lamak amacına yönelik olduǧ undan, dinsel eşitlik ve din özgürlüǧ ü ilkelerine de ters düşmektedir. Kaldı ki, anayasl laik sisteme karşıt bir eylem olması yönünden de, bu tür başkaldırılar hukuka aykırı nitelikte taşımaktadır. Hukuka aykırı tüm eylemleri olduǧ unu gibi, devletin de bu eylemleri de engellemesi zorunluluǧ u doǧ maktadır. Laik sistem içinde, dinsel inanç kişisel bir temele oturduǧ una göre, bu inancı tüm toplum için geçerli bir duruma getirmeye yönelik eylem, din özgürlüǧ ünün kötüye kullanılması anlamına gelmektedir. Belirtilen açıdan, laiklik devletin, devletin din karşısında tarafsızlıǧ ı, dinsel inancın, laik sisteme uygun ölçüler içinde varlıǧ ı durumunda sözkonusudur. Din ve devletin ayrımı ve karşılıklı birbiriyle ilgisizliǧ i, dinen tümden kişisel bir deǧ er olarak düşünüldüǧ ü sürece geçerlidir. Devlet dinler karşısında tam bir tarafsızlıkla din özgürlüǧ ü tanımakla yükümlü olduǧ u gibi, din özgürlüǧ ünün kötüye kullanılması anlamına gelen eylemleri de engellemekle görevlidir, bu alanda devletin tarafsızlıǧ ı sözkonusu olamaz. Dolayısıyla, laikliǧ i „devletin siyasal bir kuruluş olarak dinsel kurallara göre oluşturulmaması ve kişilere dinsel inanç özgürlüǧ ünün tanınması biçiminde tanımlayabilmek olanaǧ ı vardır. Görüldüǧ ü gibi böyle hassas bir konuda devlet, kişilere din özgürlüǧ ü diye bir lükse kapılıp, şeriat yasalarının adım adım sistemi bloke etmesine göz yummaz, ve yummamalıdır da.
Türk – İslam sentezinin savunucuları için, örgütsel çalışmalarında önüne çıkan olanaǧ ı en iyi şekilde deǧ erlendiren islamcı teşkilatlar amaçlarına hizmet eden her girişimi mübah sayan kuruluşlardır. Bu teşkilatın yöneticileri, laik kişi ve kuruluşları, başka inançlardan olanları şaşırtacak kadar kıvrak hareket ederek en tehlikeli manipülerdirler. Duruma göre hareket ettikleri için onların bazen en ilerici bir demokrat, yada toplumsal sorunların çözümündeki solun yapmış olduǧ u tahlilleri solculardan daha iyi bildikleri için gerçek bir solcuymuş gibi, toplumu dinsel motiflerle yanıltarak taraftarlarını da artırırlar. Örneǧ inTürkiye’deki sol geleneklere sempati duyan Milli Görüş Teşkilatı sol görüşlü ve geleneksel sol ideolojiyi savunan tek tek çengel atarak, yerine göre saǧ cıyla saǧ cı, solcuyla solcu olma becerisini gösterek, solcuların çoǧ unlukta olduǧ u salon toplantılarına katılanlar, yaptıkları konuşmalarla solcuları bile solluyorlar, bunun en bariz örneǧ i bir zamanlar AMGT genel sekreterliǧ ini yapan Ali Yüksel’dir. Hem saǧ , hem de sol organizasyonlarla işbirliǧ i yapmak için, bu gün her zaman olduǧ undan daha fazla çaba harcamaktadırlar. Sola karşı hoşgörülü olmalarının asıl nedeni ise, solun felsefesini dini motiflerle süsleyerek, güdülen politikaların farkında olmayan yıǧ ınlar üzerinde etkili olmak istemeleridir. (AKP=) Benim için Adaletsizlik ve Kalkınmasızlık Partisi’nin 2002 yılından itibaren göstermiş olduǧ linear yükselişin temel nedeni aslında bundan başka bir şey deǧ ildir. Sovyetler Birliǧ i’nin daǧ ılışı, sosyalist sistemlerin çöküşü, blokların ortadan kalkarak her tarafa ahtapot gibi pervasızca saldıran kapiltalizmden güç alan sermaye, dünyadaki dengeleri altüst ederek, bir boşluk yarattıǧ ı için Türkiye’de de sol reel bir yenilgi yaşamaktadır. Ortaya çıkan bu boşluǧ u 12 Eylül Faşizmi’nin legalleştirdiǧ i yasalarla dincilik ve gericilik adeta teşvik edilmiştir. Sanırım bu tezi bilmeyen yoktur, dinci yobaz sürülerinin dışında… Bu hareketler en şaaşalı dönemini yine yukarıda bahsettiǧ im darbeyle güçlenerek, yuvalanmadıǧ ı hiç bir devlet kurumu kalmadı. Bu süreden sonra Türkiye’de ki her içişleri ve adalet bakanlarıının sicillerine (Mehmet Moǧ ultay hariç) bakılarak islam – faşizminin tehlikeli boyutlarını görebilirsiniz. Gazioǧ lu, N. Menteşe, M. Aǧ ar, H. S. Türk, A. K. Aksoy ve Ş. Kazan’lar tarihe kanlı eylemleriyle geçeceklerdir. Elbette bütün sistemin böyle demokrat ve ilericilere karşı olması ve muhaliflerini acımasızca yok etmesi bu birkaç kann içiciye maledilemez. Bunlar sadece, sistemin acımasız, kanlı, insanlık düşmanı metotlarının uygulayıcısıdırlar. Bunlar aynı zamanda katilleri savunarak, yüzlerce faili belli cinayetleri kendi ekiplerince icra etmiş usta ve tecrübeli faşistlerdir. Cümhuriyet ve Atatürk düşmanı bu ekipler, artık günümüzde mesai saatinde bile ibadet ederek ne kadar cumhuriyet düşmanı olduklarını belirtmişlerdir. Bunlar din olgusunu en bozuk şekilde kullanarak gerici çıkarları uǧ runa her yolu mübah sayarak gericilik yolunda bütün imkanlarını seferber ederek toplumun gerileşmesinin öncülüǧ ünü devletin imkanlarını kullanarak yapan sadece bir kaç öne çıkmış isimlerdir. Yani asıl görünmeyen gizli güç daha başka yerlere örmüceklenerek zehirini yeri geldiǧ inde en acımasız bir biçimde aktarma cüretini göstermektedirler. Ve tarih bunların sayısız katliamlarıyla maalesef doludur.
Bunu daha güzel ve inandırıcı bir örnekle izah etmek daha net bir sonuç sunacaktır bize: Roma İmparatorluǧ u, yıkılmaya yüz tutmuş, yozlaşmış gelenekleri karşısına dikilen Hristiyanlık Dininin savunucusu İsa’nın işini kolaylaştırmıştı. Dar görüşlü ve çaresiz kalan Romalılar Hristiyanlıǧ ı kurtarıcı olarak gördükleri için yerleşik ve geleneksel Roma Bürokrasisi de bunlara karşi acımasızca kanlı eylemlerini yürütüyordu. Romalı senatörlerin Hristiyanlık Dinini kabul edenlere karşi uyguladıǧ ı despot ve barbarca tutumu, aynı zamanda bu dinin de yayılmasına da büyük ölçüde katkıda bulunuyordu. Eǧ er İsa’dan beş yüz yıl önce baldıran zehiri içerek ölen Sokrates bunu yapmasaydı, bu gün onun varlıǧ ından bile haberimiz olmazdı. Bu yüzden İsa’nın çarmıha gerilerek asılması bu dinin kendini bütün kanlı katliamlara raǧ men genişlemesi için en önemli hatta birinci faktör olarak görülmesi sanırım abartılmadan söylenecek tarihi bir olaydır. Böyle kanlı eylemler sempatizan sayısını artırdıǧ ı için, ölüm de insanların işini kolaylaştırıyor, düşüncelerin yayılma hızını kolaylaştırıyor. Yanlız, bir fikrin bulunduǧ u çaǧ ı aşması, çaǧ ının düşünce ortamından ileride olması, gerekir. Bir fikrin kabullenirliǧ i, bir görüşün yeniliǧ i, erittiǧ i donmuş düşünceler, inançlara göre ölçülür. Nerede geçmişten gelen bir sürü deǧ işmez yasa varsa onların karşısına da deǧ işmeyi benimseyen anlayışlar çıkarsa, orada yenilik tohumu ekilmiş demektir. Yeni fikirler her zaman için geçmişin durgun ve dokunulmaz denen varlıklarına karşı bir mücadele yöntemidir. Sokrates ve Isa gibi, Galileo da başarısın çaǧ ının baǧ naz, yobaz ve gerici kültürüne karşi vermiş olduǧ u savaşa borçludur. Bilimin üretmiş olduǧ u teoriler ne kadar birbirine tezat bir düşünce üretselerde buralarda yasaklama yoktur. Dinler ise yasaklarla başlayıp, yasaklarla biterler. Yasakların hüküm sürdüǧ ü bir toplumda ise sürekli geçmişin girdabına takılıp kalan donuk ve mat bir durum gözlenir. Bui se çöküntünün ve çözülmenin başlaması demektir. Çöküntü ve başarısızlıǧ ın hüküm sürdüǧ ü bir yerde ise kendi gelişmesine engel olan bir geçmiş, kanatları kırılan bir kuş misali sürekli yerlerde sürünmeǧ e mecburdur.
„Geçmiş, kendini sürdürme gücünden yoksun kaldığı sürece yasakların alanı genişler. Öleceğini anlayınca da Tanrı’ya sığınır. Tanrı, insanüstü bir yasaklayıcı olarak çıkar ortaya. Tanrı’nın koyduğu bütün yasaklar, geçmişin ölçüsü üstüne yıkılmış birer ağıt niteliğindedir. İşte, dinlerin yaşama gücünden yoksun oluşunun açık nedeni de budur. Bu yüzden dinlerin geleceği yoktur. Onlar birer eski kalıntı olmaktan öteye geçemez. Bu yapıları dolayısıyla sürekli aktarılırlar. Aktarmalar birer tabuttur, onun içinde geçmişten gelen kokuşmuş ölüler vardır, sakın kapağını kaldırmayın. Yaratıcı, geliştirici, doğurucu düşüncenin, görüşünün karşısına dikilen dinci, kabuğu sırtında taşıyan bir sümüklü böcek gibi geçmişi yüklenir durur. Yaşayan düşünce, diri görüş tarih boyunca, olgunlaşıp kabuğunu çatlatan bir içli cevizdir. Bu çatlamadan doğan seslerdir başarısızların yüreğini hoplatan, ödünü patlatan. İnsan, yaratıcı olduğu sürece geçmişten kopar, geçmişin geliştirici nitelikte olan özünü izler. İlerleyici çizginin üzerinde gerekli yerini alır. Yaşayıcı gücü, gelecege kalıcı niteliği olan bütün düşünce ürünleri, sanat varlıkları yasakları çiğner geçer. Bu geçici engeller karşısında tükenen, yolundan kalan kültür ürünlerinin yaşama gücü yok demektir. Geçmişin bütün fışkırmaları, bulunduğu ortamın kabuğunu çatlatan varlıkları geleceğe doğru uzanır. Yapısı, niteliği dolayısıyla yenilik, yeni buluş, yeni düşünce ürünü çağının başına inmiş bir yumruktur. Bu yumruğun altında ezilen çelimsizler, kurtuluşu geçmişten kalma içi boş salyan kabuğuna sığınmakta bulurlar. Düşüncelerin, sanat ürünlerinin birer tarihi vardır. Bunlar bir gelişim çizgisi üzerindedir. Sapma, yön değiştirme yoktur onlarda. Çizginin dışına çıkan, sapan ürünler yaşama gücü olmayan, tarihten yoksun kalmış, kendiliğinden kıyıya atılmış demektir. Böyle varlıklar yanlız birer geçmiştir. Geleceğe uzanma yetenekleri olmadığı için yaşama yetileride yoktur. Donmuş, katılaşmış birer nesne olmaktan öteye geçemezler.“ (İsmet Zeki Eyuboğlu: Geçmişin Yaşama Gücü, Adam Yayıncılık, 1982, S. 60, 62)
İleri atılmak ancak yaratıcı güçle olur, bu zaten yaratıcı gücün asıl özelliğidir. Yaratıcılik ve atılım da güçlü bir birikimden sonra ortaya çıkan fen ve beşeri bilimlerde ki ilerlemeyle olacağı için gerisi laf kalabalığından başka bir şey değildir. Topluma yön veren, inançlı ve güçlü teoriler yaratıp bunları pratize edenler önder niteliğini yakalamış olanlardır. Beklenilmeyen dinamik bir silkiniş, kişiyi olduğu yerden daha yukarılara taşıdığı gibi toplumlarıda olduğu yerden daha ilerilere taşırlar. İşte bunun bilim dilindeki ismi „yaratıcı atılımdır“. [Bu atılım yaratacı gücü ikinci bir güçle kaynakladığı andan itibaren, insan yaratıcılığı birbirine eklenerek gelişmeyi toplumun yararına, aksi halde ise zararına yönlendirmiş olur. Bu durumda yaratıcılık bir değer olmaktan çok kendi kendini tatmin etmek olur. Yaratıcılıkta insanlar gibi belli bir gelişim çizgisi üzerinde bulunan, ileriye doğru itici güçler taşıyan varlıklardır. Düşüncenin ortaya koyduğu üründe bir geleceğe açılma eğiliminin saklı kalması gerekir. Düşüncede durma, yerinde sayma, belli ölçüler içinde katılaşma yoktur. Bu gibi geliştirici niteliklerden yoksun, olanlar düşünce olmaktan uzaktır, birer kuruntudur. İnsan, belli bir yerde, belli düşüncelerin ağında donup kalmanın ne demek olduğunu din alanında daha kesin çizgilerle duyabiliyor. Din bir donmuşluğunbelirtisidir, dinde geriletici bir ilke, olduğu yerde çivileyici bir tutuculuk vardır. Çalışan, verimli başlar için bütün dinler birer karabasandır. İnsanlığın gelişimini, kurtuluşunu dinde aramak, ancak yaratma gücünden yoksun kalmış toplumlar ve bireyler içindir. Ebd. S. 63] Bunun en açık örneklerini ortaçağ düşünce ürünlerine sıkı sıkıya bağlı kalan ve kendini şair diye yutturmağa kalkan yağcı divan şairlerinde görebiliriz. Evet bu alıntıda da görüldüğü gibi hiç bir din kendini yenilemeğe izin vermez, eğer bir din zaten bunu yaparsa kendi kendinin de sonunu hazırlayarak, kendi tabutunu mezara taşıyacaktır. Çünkü ilerlemenin olamzsa olmazı, yine bilimsel atılımların din denen kaosun gölgesinden kalkarak kendini yine bilimin güneşine sererek kendi aydınlığını bulacaktır. Bu özverili kişilerin çabalarıyla toplumsal tabuları yıkıp, reformlar yaratarak aydınlanmayı da başlatacaktır islam dünyası için yoksa vay hallerine onların.
Hasan Hüseyin Arslan, 02.11.08, evde, gündüz saat 12:18 de bitirilmiştir
YORUMLAR
laik devlet kağıttan kule değildir hiç bir yobazın göcü yetmez bu tc. devletini yıkmaya al bayrağın üzerinde atalarımızın kanı kurumadı bu vahim durumu kaleme döktüğünüz için teşekkür ederim sizin gibi duyarlı hocalarımıza ihtiyacımız var bu hızla yozlaşan ülkede saygılarımla.
bizim ülkemiz çagdaş anlamda laik degildir.kendine özgü bir laiklik anlayışı vardır....laiklik çok özgün ve çagdaş bir duruştur...yinede hoş görüden vazgeçmemek lazım...
ötesi......
Aslında, Cumhuriyeti de bir din gibi uygulamaya çalışanları yazı kendi içerisinde tekzip ediyor...
Baasçı baskıcı bir rejim altında Cumhuriyeti uyguladığınızı söylediğinizde farklı algılanır, demokratik, insan haklarına, özgürlüklere açık bir cumhuriyeti uygulamaya çalıştığınızda farklı algılanır.
Dinleri toplumsal tabu olarak değerlendirirken, farkında olmadan başka tabuları üretmek ve sahiplenmek tezat olsa gerektir..
Dinleri, sadece tarihi Cumhuriyet rejimlerinden eski diye aşağılamak hor görmek bu anlamda tutarsız gibi geliyor bana. Yeni bir din anlayışı gibi baktığınızda rejimlere, siz bu sefer de bu yeni dine/rejime sarılmış gibi olursunuz ve eleştirdiğiniz geçmişin dinleri ile aynı mesafeye düşersiniz...
Oysa aslolan insanlık için hangi pozitif noktaya doğru gitmeye çalıştığınızdır...
Dinler konusunda da sizden farklı düşünüyorum.
İnsanlık varolduğundan beri çok şey değişmiştir dünyada, ama değişmeyenlerin de varlığı inkar edilemez..
Örneğin, insanlar bilinen tarih boyunca başka insanlarla birlikte yaşamak zorunda kalmışlardır.
Aileleri, komşuları, yakın çevreleri, yerleşim merkezleri vb.
İnsanlar varolduklarından beri hiç değişmeden, hayatlarını sürdürmek için yemek, içmek, üremek, sevişmek, üretmek (yemeklerini, yakacaklarını, evlerini, eşyalarını), zorunda olmuşlardır.
Bugüne kadar bu ihtiyaçların ve olguların değiştiğinden ya da ortadan kalktığından bahsedebilir miyiz?
Ancak şekil ve yöntem değişmiş olabilir, çeşitlenmiş olabilir belki.
O halde, insanlık varolduğundan beri ihtiyaçlarının ve bunun yanında da çevrelerinin varlığında bir yaşam sürmek zorunda olmuşlardır, bugün de olduğu gibi, bundan sonra da hiç değişmeden süreceği gibi.
Düşünelim; İnsanlar yemek yemek zorunda olmasalardı, dünyada bugün dahi ne kadar çok şey farklı olacaktı.Birçok
sıkıntı belki de bizim algıladığımız şekilde olmayacaktı.Açlık olmayacaktı örneğin.Ona bağlı kavgalar çatışmalar, sömürüler de olmayacaktı belki?
Örnekleri çoğaltabiliriz.
Ancak değiştirilemez gerçek, bugün de yarın da yemek yeme ihtiyacımızın olacağıdır...
Başka açıdan bakarsak, diğer insanlarla ilişkiler kurulmadan, diğer insanlarla karşılaşılmadan, ne üremenin, ne aile, toplum, millet, ülke olmanın imkansız olduğu bir gerçektir.
Dinler de işte bu temel değişmezleri esas alarak , insanların
bu temel yaşayış özelliklerini düzenlemeye çalışmış geçmişte de bugünde de...Yaratıcı kendi varlığını, insanın varolma sebebini, kendi kudretini bildirirken, insanın varlığını sürdürürken karşılaşacağı çelişkilerin, çekişmelerin, anlaşmazlıkların nasıl giderileceğini dinler vasıtasıyla bildirmiştir insanlara.Kendi kudretine iman edilmesinin işareti olabilecek bazı davranışlar(ibadetler) dışında, bu insanın kendisiyle ve başkalarıyla ilişkilerini biçimlendirecek tebliğ ve telkinlerine uyulmasına daha çok önem vermiştir.Mükafat ve cezayı da teşvik edici veya caydırıcı olarak bildirmiştir.
Bu anlamda, insan fiziksel ve sosyal çevre olarak kendini yenileme gücünde olmadığından dinlere ihtiyaç da aynı şekilde devam edecektir.
Yiyecektir, içecektir, üreyecektir...
Bu özelliklerini,ihtiyaçlarını değiştirmeye, bugünkü çağdaş bilimler yetersizdir.
Başka insanlarla ve varlıklarla birarada yaşama zorunluluğu ise, geçmişten günümüze doğru daha da artan bir şekilde, soyutlanamayacak bir olgudur.
Bu zorunlulukların şekil değiştirmesi, çeşitlenmesi, karmaşık hale gelmesi dinlerin yenilenmesi sonucuna değil de, bizim düşünce sistemimizi değiştirmemiz sonucuna götürmeli bizi, diye düşünüyorum...