- 741 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gerçekten Güzel
Gerçekten güzel
kadınım
cıvıl cıvıl saf
yavrumun anası
burnu sümüklü, elleri nasırlı
hiç fark etmez
O bizim çocuğumuz
engin, derin, yaralı
cıvıl cıvıl, aydınlık gözleri
ışığımızın pırıltısı
güneşimiz içimizi yakan
deli çocuk
barış sevgi
yiğit
anaları gibi kırılgan,
çilekeş, işkence yaşamamalı
Kayalıklı mor dağların eteklerinde karlar eriyordu. Sabahın alacakaranlığı. Güneş yamaçlara vurmuş. Geniş ovada kıldan örülmüş çadırlar kurulmuş, çadırların içinde kadınlar uyanık. Dışı siyah bakıra çalan rengiyle büyük iki kulplu kazanlar ocakların üzerine oturtulmuş. Alevler içinde fokurdayan içi dolu iplik kazanları. Çadırların aralarında itler dolaşıyor. Biri burnunu havaya dikmiş uluyor. Yağmur yağıyor ince ince.
Su, boylu poslu, uzun kömür renkli saçları, beyaz tenli, bordo kadife elbiseli, ince belli kadın yağmuru görünce otağından dışarı fırlıyor. İyice alevlenen, kazanı kucaklayan ateşle daha bir heyecanlanıp, ocağın altına odunları yerleştiriyor. Soluklanıyor. Odasına çekiliyor.
Yedi yaşlarında, kırk örgülü saçları, yalın ayaklı, kiraz dudaklı, almıla yanaklı Cemre, sağ eliyle kıl çadırın kapısındaki deri perdeyi aralayıp, bakışlarıyla anasını arıyor. Göremiyor. Bağırıyor.
"Aneyyy... Neredesin?"
Bebe yakalı, belden kesik bol büzgülü eteğinin cebine elini sokuyor. Karıştırıyor. Aradığını bulamıyor. Avuçlarının içinde topladığı deri perdeyi, bıraktığı gibi hışımla çadıra dönüyor. Babası Ateş, bir karış uzunluğunda sakalları, uzun elbisesiyle yatağında yarı uyanık. Zeytin gözleriyle kızını yatağına, yanı başına davet ediyor. Cemre zıplayarak yorganı açıyor, sokuluyor anasıyla babasının ortasına.
Rahatlıyor çocuk. Babasının yanında uyuyan anasını eğilip usulca
öpüyor. Vazgeçiyor yatmaktan. Kalkıyor. Çadırın arka bölümünde kutnu kumaşından örülmüş perdeyi usulca kaldırıyor, metal bir çengelle kıl çadıra mandallarla tutuşturuyor.
On iki kardeşin altıncısı Cemre; dokuz yaşında.
İtler uluyor. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyor. Su yatağından kalkıyor, rengârenk şalını örtünüp dışarı çıkıyor. Harlı ocağa yaklaşıyor.
Sabahın alacasında kazana koyduğu bordo renkli suda oynaşan ipler kaynıyor, boyanıyor. Yemek pişirme sırası onundu çünkü. Tahta iri, kepçeyle karıştırıyor. Parmakları boyanıyor istemese de.
Odunlar alevler içinde, yağmura aldırmadan harlı yanıyor. Ateş çoktan yola çıkmıştı. Yan köyde çerçilik yapardı Su, götürdüğü iplere karşılık süt, yoğurt buğday, mısır getirirdi çocuklarına. Yalnız bir kadındı. Çocuklarıyla yorulur, kocasının ne zaman eve geldiğini bilemezdi.
…
Yandaki kıl çadırda Bulut, kızıyla birlikte yaşıyordu. Eşini son veba salgınında kaybetmişti. Bulut’ un kendisini süzen bakışlarını camdan bakarken üzerinde hissetti Su. Rahatsız olsa da sevindi. Çoktandır ihmal etmişti kocası onu. Kadın utandı. Rüzgârın dağıttığı saçlarına aldırmadan çadırına döndü. Hava pusluydu. Çocuklarına:
"Kalkın çocuklar, yavrularım hadi..."
"Vakit daraldı, dua vaktimiz geldi."
Ateş, kapıdaydı. Karısına baktı. Yanına çağırdı onu bakışlarıyla.
"Gelsene..."dedi usulca. Su utandı, çocuklarına baktı.
Çocuklar ellerini yüzlerini yıkadılar. Analarının etrafına dizilip oturdular. Dua edip yalvarıyorlardı Tanrı’ya.
…
Yağmur dinmişti. Toprak, çayır kokuyordu. Su, Ateş, Cemre çadırdan dışarı çıktılar. Diğerleri içeride ortalığı düzeltip giyindiler. Cemre dağların eteklerine gitti seke seke.
Anası yer sofrasını hazırlarken ansızın Cemre’ nin sesi yükseliyordu obadan.
"Aney... Ot topladım, koyunlara baksana." Zıplıyordu, topaç çeviriyordu sanki. Eteğine doldurduğu yeşillikleri, deriden örülmüş kalbura döküp küçük derenin yanı başına gitti. Aklından bildiği şarkıyı söylemeye başladı mırıl mırıl...
O küçük derenin yatağına yatırın beni
Kekik kokulu serin sular, menekşeler aksın üzerimden
ancak iyileşirim, arınırım belki…
Küçük Cemre’nin sesiyle uyandı serçeler. Yıldırım geldi yanına. Saçlarını okşadı Cemre’nin.
"Kekik kokulu saçlım benim..." Çocuk utandı. Yıkadığı otları kalbura doldurdu. Suyu aka aka koştu gitti anasının yanına.
"Kızım benim. Deli kızım. Git oradan, üstün başın ne hal öyle?"
"Hadi git odana da değiştir şunları." Cemre göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kayboldu.
Yıldırım, çadırın önünde ayakta etrafa bakınıyordu. Bir elinde demir kepçe, diğer elinde kadife, ağzı sırma ile büzülmüş üzerlik torbası. Su, ocağın yanındaydı. Bulut yanına yanaştı. Kadın utandı. Öte gitti. Ardına düştü Su’nun. Kadın durdu. Yıldırım torbayı açtı. Bir tutam üzerlik aldı. Kadının başını örttüğü renkli şalının üzerinde gezdirdi. Dua okudu.
"Ne yaparsınız orada?" Ateş öfkeyle kükredi. Yıldırım aldırmadı.
"Yabanın obaya nazarı varmış haberin ola gardaş" diyen sesiyle sakinleşti Ateş.
"Neymiş?.. Kim nazar edecekmiş öyle? Gözlerini oyarım valla..."deyip ardına bakmadan içeri girdi. Tahta oymalı, küçük sandığı karıştırdı. Beyaz, üzeri sırma güvercin işli el büyüklüğündeki nar çiçeği renkli kadife torbanın düğümlü ağzını açtı. Bir avuç üzerlik aldı, bez çaputa koydu. Sandığın içindeki teneke kutuyu açtı. Kesilmiş top kurşunlardan en büyüğünü aldı. Sarılı üzerliği, kurşunu şalvarının cebine koydu. Dışarı çıktı. Yağmur dinmişti. Cemre, papatyalı tacını takmış, kuşlarla kovalamaca oynuyordu ağaçların arasında, kelebeklerle.
"Kızım Cemre... Çabuk gelesin..."deyince savrula savrula koştu babasının kucağına doğru.
"Al şu kurşunla, üzerliği. Götür Yıldırım amcana. Dua okusun, atsın, obamızın üzerine." Cemre onları babasından kaptığı gibi Yıldırım’a koştu. Yıldırım çömelmiş, toprakla konuşuyordu. Yaba elleriyle yaptığı çamurdan bebeğini, kurduğu bez salıncağa yatırıyordu.
"Yıldırım amca... Baksana. Babam gönderdi bunu. Atacakmışsın obamızın üzerine. Nazar gidecekmiş işte!"
Donmuş bakışlarıyla süzdü Cemreyi Yıldırım. Usul usul ayağa kalktı. Yağmur yağıyordu. Gökyüzünün yaraları sağalmıştı. Gök ağlıyordu hüngür güngür.
Yıldırım kurumuş dudaklarından dökülen en iyi bildiği Yağmur Duasını okuyordu. Başını göğe çevirdi. Tanrıya yakardı.
"Eyyy yukarıdaki! Sen her şeyin en iyisini bilirsin," deyip sağına soluna, uzaklara baktı. Yağmur dinmişti. Kıl çadırların üzerinden buharlar yükseliyordu göğe doğru. Güneş göz kırpıştırıyordu yaşananlara.
…
Su süzüle süzüle yürüdü. Salındı, etrafına bakındı. Bulutla göz göze geldi. Utandı. Ocağın yanına çömeldi. Ateş dökülmüştü nar gibi, ipler boyanmıştı. Bulut, ocağın yanındaki demir kepçeyi külün içinden aldı. Otlarla sildi, temizledi. Ateş’in gönderdiği kurşunu içine koydu. Kepçeyi nar gibi ocağın ateşlerinin üzerine oturttu.
Gür sesiyle,
"Ey obalılar... Yabanlar bize nazar etmiş, göz değdirmiş. Oyacağız gözlerini. Hadi toplanın buraya. Küçük bir kurşun yeter onlara. Dirliğimizi bozmaya kimsenin gücü yetmeyecek" dedi.
Kıl çadırların kapılarındaki perdeler bir bir aralandı. Çoluk çocuk, yaşlı, genç ocağın yanına doluştular. Cemre kiraz dudaklarını büke büke, örgülü saçlarını açtı. Yıldırım’ın elinden tuttuğu gibi, çeke çeke ocağın yanına geldiler. Demir kepçede eriyen kurşun ateşe döküldü. Aldırmadı. Otağına gitti. Anasının topuz büyüklüğünde sandıkta sakladığı kurşunlardan birini aldı. Yıldırım çadırın tepesinde, demirden bağlı çengelde asılı bakır iki kulplu tavayı aldı. Su’yla Ateş iplerin kaynadığı kazanı kulplarından tutup yere indirdiler. Bulut gözlerini ayırmadan ona bakıyordu. Tavayı ocağın içinde korlanmış ateşin üzerine oturttu. Cemre, ısınan tavanın içine kurşunu bıraktı. Kurşun yuvarlandı, tavanın içinde bir o yana bir bu yana. Gümüş renginde eridi, tavaya yayıldı iyice.
Yıldırım bağırıyordu. "Ateş gardaş... Kurşun hazır. Suyunu sen hazırla. Çabuk olasın."
Ateş, hazırladığı kalaylı orta büyüklükteki kazana yanı başlarından akan derenin kekik kokulu suyundan tas tas doldurdu. İçine delikli metaller, çengelli iğneler attı. Su pırıl pırıldı.
Oba törene hazırdı, meydanda toplanmışlardı. Yıldırım’ı, Ateş’i, Su’yu, Cemre’yi izliyorlardı.
Hep bir ağızdan "dereye atalım kurşunu..." Sesler yükseliyordu obanın üzerinden. Mor dağlar hüngür hüngür ağlıyordu.
Su utandı. Bordo poşusunu çıkardı. Simsiyah saçları sırma işli kadife elbisesine döküldü. Kara gözleriyle bir Ateş’e bir Bulut’a baktı. Başını eğdi. Şalıyla saçlarını iyice örttü.
Büyücü Sena Nine obanın ileri gelenlerindendi. Kamburlaşmış, iki büklüm beliyle koltuğunun altında katlı duran beyaz çarşafı Su için topallıya topallıya getiriyordu delicesine koşarak yamaç aşağı. Ona da haber ulaşmıştı belli ki. Tören durmuştu ansızın. Hepsi nineye bakıyorlardı.
Su, yutkundu; bembeyaz boynunda göründü yutkunması. Kara üzüm yese görünürdü teninden. Gerdanındaki beni göründü. Sena Nine geldi. Alnından öptü Su’yu. Poşunun üzerine beyaz çarşafı örttü. Su kıl çadırların yanında yeniden gelin olmuştu adeta.
Oba el çırpıyor, zılgıt sesleri yükseliyordu. Yıldırım’ın kız kardeşi Şirvan’dı zılgıtı çalan. Bütün oba keyifli, mutluydu. Töre böyleydi obada. Ölüye de, düğüne de zılgıt çalınırdı hep. Düğün müydü, ölüm mü? Bilinmez…
Ateş yerinden kalktı. Kızgın tavayı kulplarından tuttu. Bulut su dolu kalaylı kazanı Su’nun başına getirdi. Ateş, kurşunu suya döktü. Kurşun patladı. Sağa sola sıçradı. Çoluk çocuk sağa sola kaçıştılar. İtler uludu. Sena Nine uzun burnuyla yanaştı.
"Ben okuyacağım bu nazarı." dedi.
"Göz değmiş. Patlamamış. Kör olasıcalar. İğnelere kurşun işlemiş bakın!"
"Vah vah kızım. Nasıl uyudun bu iğnelerin üzerinde. Gövdene bata bata..."
"Bu gözler ancak yedi defa atıldığında patlar. Hava kararmadan, gün batmadan atmalı bunları günde üç defa." dedi nine.
Sena Nine, burnunu uzata uzata soğuk nefesiyle Su’nun poşusunu açtı. Dualar okuyup, kadının yüzüne üfleyip al al olmuş yanaklarına yapışmış simsiyah saçlarını eliyle topladı. İçinde kurşun patlamış suyla, Su’nun yüzünü, avuçlarını yıkadı. Göbeğine sudan sürdü. Ellerini, ayaklarını yıkadı. Lavanta kokulu nine, sıraya dizilmiş obaya, dualar okuyarak damla damla suyu herkese yetirdi. Okudu, üfledi.
Sağ elini şifalı suyla ıslatıp iki göğsünün arasına dokundu eliyle. Ferahladı. Geriye kalan suyu toprağa serpti.
Tören sürmekteydi. Göz açıp kapayıncaya kadar eteğinin tersini çevirdi. Etek astarına diktiği büyük cepten, avuçlar dolusu üzerliği alıp, obadakilerin başı üzerinde çimdik çimdik gezindirdi durdu. "Nazara bozara...nazar edenlerin gözleri bozara." diyerek, mırıl mırıl dualar okudu duyulur duyulmaz sesle.
Kulplu tavayı ocağa oturttu. Tava kurudu. Isındı. Okunmuş üzerlikleri tavaya boşalttı. Dağlardan gelen kekik kokuları, üzerlik kokusuna kavuştu.
Bahar kapıdaydı. Cemreler düşüyordu bir bir.
Ateş, karısına baktı. Su Yıldırıma döndü. Cemre toprakla, kuşlarla avundu durdu. Çoluk çocuk acıkmışlardı. Geniş sofralar yaydılar yere. Bakır kalaylı bol sarımsaklı, limonlu çorbaları doldurdular sahanlara. Gül suyu kokulu kadınlar pilavları koca tepsilere koydular, üzerlerini etle kapattılar. Akşamdan hazırlanmış ekmekler yayıldı sofralara.
Su’nun iştahı kaçmıştı iyiden iyiye. Ayağa kalktı. Salına salına dağa yürüdü. Mor yabani sümbüller karşıladı onu. Başını göğe çevirdi. İki damla göz yaşı aktı, pınar gibi yaş boşandı gözlerinden.
"Eyyy yukarıdaki. Sen bilirsin. Nasıl bilirsen öyle olsun!" diye yalvardı mevlasına. Ardına döndü, baktı. Ulu bir çınara çaput bağlıyordu Bulut. Duası kabul olmuştu. Yağmur olanca şiddetiyle indirdi. Yıldırımlar düşüyordu toprağa. Yıldırım ellerini havaya kaldırdı. Tanrı’sına yakardı.
"Usul usul vur Yarabbim. Kabulüm. Kaldıramayacağımızı verme." dedi. Nehir taşmıştı. Bulut, Su’nun elinden tuttu usulca. Nazar, büyü bozulmuştu. Yazan böyle yazmıştı. Yazgıydı, geri çevrilemezdi. Bulut döndü. Kadının alnından öptü. "Gerçekten güzel…" diye ötüşüyordu kuşlar. Yıldırım uzaklaştı. El ele gülümsediler, göğe doğru uçtular güvercinlerle.
Nesrin Özyaycı
www.nesrinozyayci.com
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.