- 1003 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Egoizim II
Bireycilik insanlık tarihinin kadar eski olan bir kavramdır ve aşırıya kaçtıǧ ında bir insan için en kötü hastalık olarak insan ruhunu kapsayan bir hastalıktır. Günlük hayatımızda; nankör, çıkarcı, kendi istek ve beklentileri öne çıkararak ben merkezciliǧ e teslimiyettir. Yani saǧ lıklı bir yapıyı aşıp, dozu kaçırıldıǧ ında insan kişiligininin en acımasız boyuta bürünmesidir egoizim. Bireycilik dendiğinde çoğu zaman akla gelen, egoizm ve hedonizmle harmanlanmış bir tanım oluyor aslında. Global kapitalizmin düsünce dünyasında yarattıǧ ı kısırlaştırma operasyonu aracılıǧ ıyla algılanması gereken sosyal bir olgunun insan üzerinde yarattıǧ ı tahribattır. Bilindiǧ i gibi hedonizm [En üstün iyi, hazdır. Ancak gerçek haz sürekli olandır. Sürekli olan hazza da bilgelikle varılabilir. Epikuros’da hazcılıǧ ı devam ettiren filozoflardandır. Ne var ki, Epikuros, Aristippos’un bedensel hazzına karşı tinsel hazzı yeǧ ler. Onun için en büyük haz, ruh dinginliǧ idir. Buna da bedensel zevkler peşinde koşmakla deǧ il, bilgelikle varılır], Epikür’den beri var. Birey-toplum ikilemini – eğer bu bir ikilemse- açıklığa kavuşturma çabası da yine bilebildiğimiz kadarıyla ilkçağdan beri süregelmektedir. Yine de tek faktörlü güdük bir tanımın gerçeklikmiş gibi kitle üzerine empoze edilmesi sanırım sadece bu sosyal-ekonomik-kültürel sisteme ait. Halbuki kavramın bundan daha derin ve bu kavrama katılan anlamların da oldukça çeşitlilik gösterdiğini biliyoruz. Gelişen global ve kapitalist toplum modelleriyle birlikte kapitalizmin global insanı, sanırım Avrupa’nın 17. Yüzyıldan beri elde ettiǧ i hümanist kazanımları bireyciliǧ in zevkci yorumundan bile daha yüzeysel ve daha gerici bir merkeziyetçiliǧ e doǧ ru ilerlemektedir. Bu sebeple egoizim kavramının genişliǧ ini daha kapsamlı kavramak için var olan kaynaklardan ve bilimsel çalışmalardan yararalanmak bireysel dimaǧ ımızı daha da derinliştireçeǧ i için konuyu tarihsel bir bakış açısıyla büyüteç alıtına alıp irdeleyen ve bu konuda bir araştırma kitabı olan Üskül’den yararlanmak istiyorum: “Bireyciliğin göreli basitliğine bakıp da aldanmamak gerekir. Bireycilik, kendi tarihi boyunca oldukça büyük bir karmaşık dönemden geçerek bugüne gelmiştir. Bunun sebebi, ortaya çıkışından itibaren çok çeşitli şekillerde kendisini göstermesidir. Bireycilik, tek bir kimsenin tercihi olarak marjinal kalabilir ve kişisel bir etik değer olarak kalır, ya da tek bir grubun veya bütün bir toplumun tercihi olabilir; o zaman da toplumun global örgütlenmesinin ilkelerini hazırlayan gelişmiş entelektüel bir doktrin haline gelir. Paradoksun tam da burada ortaya çıktığı görülmektedir: Çok bireyci bir yaşam sürdürürken, bireycilik karşıtı bir ideolojiye sahip olunabilir ya da bireyin komünoter bir yaşam biçimi seçip, kerhen istediği, kabul etmek durumunda kaldığı bireyci bir toplumda yaşaması da mümkündür. Bir diğer olasılık da özel yaşamda biçimsel olarak çok bireyci bir yaşam sürdürüp, en konformist modellere öykünmektir”. (2003)
Buradan alınması gereken asıl ders; kişisel bireyciliǧ i benimsemenin kişisel ve etik bir deǧ er olarak alınırsa, bunun aslında bireyciliǧ in tanımını algılayarak alıp benimsemek anlamına gelindiǧ i ve bununda günümüz toplumunda çift standartlı bir sonuç ortaya çıktıǧ ı gerçeǧ idir. Oysa yukarıdaki alıntı pasaj kitabın bir bütünlük içinde deǧ erlendirildiǧ inde, vurgulanmaya çalışılan asıl gerçek bireyciliǧ in uygulanmasında ortaya çıkan çeliskiler ve çeşitliliklerdir. Burada vurgulanan ana konu ise bütün bu olumsuz gelişmelere raǧ men karşımıza çıkan bu çeşitlilik bireycilik adına ortaya çıkan bir bireycilik adına çıkan bir çeşitliliǧ in olmamamasıdır. Burada komik olan durum ise, bir kişi hem bireysel olarak bireyci bir yaşamam sürmesine raǧ men toplumsalcı ve ulusalcı görüşlere sahip olmasıdır. Bu tezde ortaya konulan fikir, insanların aslında Aritoteles’in binlerce yıl önce keşfettiǧ i “zoon politikon” kavramıyla açıklanarak daha somut bir sonuca yaklaşmış oluruz. Aristoteles’in bu fikrine göre; iyi bir hayatın ancak iyi kollektiv ve siyasal yönetim altında ve toplum halinde yaşamayla mümkün olduğunu isbatlamaktan başka bir bir şey olmadıǧ ının kanıtıdır. Bu aynı zamanda insanların toplumsal ve hayvansal varlık olduǧ unu da gizli bir şekilde içinde barındırmaktadır. Çaǧ lar ilerleyip; bilimsel, fen, toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişmelere paralel olarak insanlar da bireyci olmaǧ a zorlanmışlardır ya da farkında olmadan bu zincirin bir halkası olarak kendi negativ gelişmelerine katkıda bulunmuşlardır. Bu, büyük ihtimalle bireyci bir toplumda yaşamak zorunda kaldığı anlamına geliyor. Çünkü onun bireysel hareketi, ona dayatılan olarak karşısına çıkıyor. İkinci durumda ise kişi toplumsalcı bir yaşamı seçmekte fakat istemeden de olsa bireyci bir toplumda yaşamaktadır. İkinci durumda da yine bireyci toplumda yaşanan hezeyanı görmekteyiz. Üçüncü durumda ise, birey bireyci bir yaşam sürmekte fakat topluma boyun eğici bir yaklaşım göstermektedir. Yine bu durumda da bireyin toplumsal yaşama boyun eğmesi onun toplumsalcı bir toplumda yaşadığını göstermez. Bu ayrımlar sadece tek veya grup içinde hareket etmeye yönelik ayrımlardır ve temel olarak toplum ve birey arasında karşıtlık olduğunu vurgulamaktadır. Bize ise bunun sadece birçok yaklaşımdan sadece biri olduğunu biliyoruz. Burada sormak istediğimiz soru bireyin topluma karışmasından önce birey olarak ne derece var olduğu ve dolayısıyla toplumla arasındaki karşılıklılık ilkesinin boyutunun ne olduğudur. Bu yukarıdaki izah edilmeye çalışılan durum Batı Sanayi Devriminin ürünü olduǧ u için insanlık adına hümanist bir yaklaşımı beraberinde getirmesine raǧ men insanı insanın en üst seviyede sömürerek kapitalist toplum modelinin bir dayatmasıdır. Bu alanda üniversitelerin yaptıǧ ı kapsamlı araştırmaların sonuçları bunların bilimsel dayanaǧ ınıda kanıtlamıştır yani endüstrileşme kişileri egoist – ben merkezci olmaǧ a zorlamış ve bu gün bunu başararak yaşlı insanların yarısından fazla bir kısmını yaşlılar evine göndererek toplumsal egoizimin de temellerini atmıştır.
Laurent ise bireyciliğin çeşitliliği konusunda şunları diyor: Bireyci bir yorum ya da uygulamalara elverişli alanlar da çok çeşitlidir: Sosyolojik bireycilik, siyasal bireycilik, ekonomik bireycilik hatta dinsel, etik, epistemolojik ve felsefi bireycilik vardır ve bunların biri diğerinin tamamlayıcısı değildir (1993) . Yazar burada yine farklı bireycilik alanlarının birbirlerinin tamamlayıcısı olmadığını söylüyor. Yine burada bireyciliğin nasıl algılandığı konusunda bir tanımlama yok. O halde biz de Marksist bir tavır alalım ve bireyciliği kendini gerçekleştirme ve kendini gerçekleştirme araçlarına eşit derecede sahip olma hakkı olarak tanımlayalım. (Yani Marksist sayılabilecek bir özgürlük tanımını bireycilikle eşitledik) Bu durumda ekonomik olarak bireyci olamayan birinin siyasal olarak bireyci olması ne derece mümkündür? Derece burada önemlidir çünkü ancak kendimizi gerçekleştirme araçlarına eşit hakkımız olduğunda kendimizi birey olarak tanımlıyoruz. Ya da soruyu tersten sormak gerekirse ekonomik olarak bireyci olmuş biri, siyasal ve sosyal yaşamda diğerlerinin bireyciliklerine ne kadar izin verir? Dolayısıyla burada ne kadar sorusunu sormak bizi bireyciliğin dereceleri olduğu ve bu derecelerin her birey tarafından özgürce seçilemediği noktasına götürmektedir. Bu noktadaki sorular çoğaltılabilir ama biz alıntı yapmaya devam edelim. Bireycilik, her şeyden önce insanlığın toplumsal birliklerden değil, bireylerden oluştuğu kanısına dayanır. Bu varlıklar, biri diğerinden ayrılamaz ve indirgenemez varlık özelliği taşırlar. Duygulanımları, hareketleri ve düşünceleri kendilerine aittir. (1993)
Yine oldukça iddialı bir ifadeyle karşı karşıyayız. Burada sorulacak soru bu varsayımın nereden çıktığıdır. Sanki bize aydınlanma düşüncesinin ve modernleşmenin söylemlerini hatırlatıyor. Yoksa bunun dışında insan doğasına yönelik bu tip genellemelerin pek de doğrulanabilir yanı yoktur. Tüm sosyal bilim kitapları insanın sosyal bir varlık olduğu cümlesiyle başlar ve insanı sosyal olmadan önce özgür ve bilinçli bir birey olarak tanımlamak oldukça idealist bir yaklaşım gibi görünüyor. Böyle bir durum olsa bile bu durumdaki bir varlığın bugünkü anladığımız anlamıyla insan olduğu da oldukça tartışmalıdır. İnsanların duygulanımlarının, hareketlerinin ve düşüncelerinin en azından bazı durumlarda kendisine hiç de ait olmadığını görmek için ise biraz sosyal psikoloji bilmek yeterlidir. O halde bu güdük ve hiç de bilimsel olmayan bireycilik anlayışı nasıl oluyor da tek ve doğru tanımmış gibi her defasında önümüze temcit pilavı gibi pişirilerek sunulmak istenir?
Buradan hareketle şunu söylemek mümkündür ki bireyciliğin tanımı ve imkanları oldukça tartışmalı bir konunun öznesidir. Üskül’ün kitabında bireyciliğe komünotaryanist bakış açıları da incelenmiş ve bireyciliğin tarihsel gelişimi oldukça kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır. Benim vurgulamak istediğim ise, bireyciliği tek taraflı ve tek tanımlı bir şekilde anlamaya çalışmanın, tarihsel olmayan idealist bir bakış açısı olduğudur. Bunun kanıtlamak ise günlük yaşamımızda karşılaştıǧ ımız ilkesizliklerdir. Diǧ er bir deyimle, bencil bireylerin toplamı, bencil toplumları yaratarak, sırf kendi çıkarlarını düşünen yıǧ ınlar yaratmıştır. Ve bu sosyologların “dijital kapitalizm” kavramıyla yeni bir boyuta bürünerek tehlikeli ve bilinçsiz yıǧ ınları yaratarak itaatkâr, düşünmeyen, sorgulamayan, egozentrik ve stereotypler yaratarak dramatik bir boyuta ulaşmıştır günümüzde.
Almanya, Frankfurt am Main, 27.11.2008, evde, saat 23:15’de bitirilmiştir.
Hasan Hüseyin Arslan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.