ZÖHRE ANA
Benim cennet yurdum. Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış sevgili vatanım. Yurdumun en güzel köşelerinden Malatya ve yemyeşil bir bahçe...Kayısı ağaçları bütün ihtişamıyla bereketini sunmuş. Dallar gökyüzüne uzanmış kollara benziyor.Yapraklar, dua eden dudaklar gibi kıpır kıpır... Etrafta ulvî bir sessizlik...
Zöhre Ana, avludaki fırının başında dalgın dalgın oturuyor, bir dizini yukarı çekmiş, kucaklamış, çenesini dizine dayamıştı. Buruşuk yüzü sapsarı, gözleri dalgın ve hüzün doluydu. Dokunsalar ağlayacaktı. Başındaki örtüyü ikide bir çekiştiriyor, düzgünken yine düzeltiyor, şalvarını eliyle sıvazlıyordu. Bu kadar sessiz oturmasına rağmen, içinde fırtınalar kopuyordu. Kendi kendine konuşuyor, anlatıyordu. Arada elinle, ne yapayım, der gibi hareketler yapıyor, çâresizlikle boynunu büküyordu. En nihayet gözlerinden kırışık, solgun yanaklarına sel gibi gözyaşları dökülmeye başladı. Ağladı, ağladı...Yemenisinin ucuyla gözlerini kuruladı. Öyle çâresiz ve çocuksu görünüyordu ki...
İçerden kapı yavaşça açıldı. Mehmet Dayı bastonuna dayanarak dışarı çıkmaya çalışıyordu. Ayağını sürüyerek adımlar atıyordu. Zöhre Ana onu görünce hemen kendini toparladı. Bir şey olmamış gibi baktı. Mehmet Dayı sordu:
’Postacı ne getirdi? İzzet’den bir haber mi geldi? Bu çağa bu sefer niye böyle yaptı? bizi habersiz bırakmazdı. Zöhre Ana:
’Garip Hasan’ların evini sordu, bir haber var herhalde.’ dedi. Sesi çok değişik çıkmıştı. Öksürüp tabii görünmeye çalıştı.
Mehmet Dayı bahçeye çıktı. Sıkılınca her zaman böyle yapar, kendi elleriyle diktiği, evlât gibi büyüttüğü kayısı ağaçlarının yanına gider, onlarla konuşur, dertleşirdi. Ayağını sürüyerek yürüdü. Bugün hiç dermanı yoktu. Askerdeki torunu İzzet’i merak ediyordu. Mektubunu hiç aksatmazdı. Kayısı ağaçlarının birinin dibine oturdu. Sırtını dayayıp bir an, gururla yetiştirdiği çocuklarına bakar gibi, onları seyretti. Nasıl da güzeldiler. Yeşil yeşil yaprakların arasından altın gibi parlıyorlardı. Ağacın pürtüklü gövdesine elini sürdü. Bastırdı.
’Haber yok İzzet’imden, haber yok, mektubu gecikti.’ diyerek içini çekti. Kasketini çıkarıp, o iri nasırlı elleriyle başını, alnını sıvazlayıp terlerini sildi. Endişe onu daha da güçsüzleştirmişti sanki...
Zöhre Ana’nın gözleri bir müddet Mehmet Dayı’ya takıldı kaldı. Yavaşça doğruldu. İçeri girdi. Yüklüğün kapısını açtı. Sakladığı kâğıdı yavaşça aldı. Okuma bilmediği için gelen adama okutmuş, bir an dünya başına yıkılıyor, yer ayağının altından kayıyor sanmıştı.
Oğlunun emâneti İzzet’i, ’Malatya’nın gözbebeği’ diye takıldığı torunu şehit olmuştu. Acıdan kahroluyordu. Kâğıdı tekrar yerine koydu. Daha yeni felç geçiren kocasına söylemek, onu bile bile öldürmek demekti. Gözyaşları içine akıyor, yüreğine taş gibi oturuyordu.
Gitti, torununun resmini kucakladı, bağrına bastı. Birden bir el omzuna dokundu. İrkildi. Arkasına baktı. Torunu İzzet ona gülümsüyordu. Yanındaydı. Elini tuttu, öptü. Zöhre Ana şimdi kendini çok hafiflemiş hissediyordu. Göklerde, bulutların arasında uçuyor gibiydi. Torunu İzzet, elini sıkı sıkı tutmuştu. Gülümsüyordu...
Mehmet Dayı, ayağını sürükleyerek içeri girdi. İçini kavuran ateş çoğalmıştı. Zöhre Ana’ya anlatmalıydı. Zöhre Ana gülümsüyordu. Yanına gitti, elini omzuna koydu. Ama Zöhre Ana kıpırdamadı bile. Torununun resmine sarılmış, ruhunu teslim etmişti. Mehmet Dayı öylece kalakaldı...
Kayısı ağaçları hep birden rüzgârda hışırtılar çıkarıyor, en dokunaklı ilâhilerini okuyorlardı...
Hâlenur Kor
YORUMLAR
Acı ama çok hoş bir anlatımla yazılmış bir hikaye.
Okurken sürüklüyor ve hiç bitmese dedirtiyor...
Tebrikler selamlar..