- 3256 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
BİR GÜZEL İNSAN PORTRESİ
Sanırım üç yıl kadar önceydi. Davetlisi olduğum kalabalık bir arkadaş grubu içerisinde tanımıştım O’nu. Herkes, yoğun bir haftanın verdiği stresi atmanın verdiği keyifle koyu bir sohbete dalarken, bir çoğunu ilk kez gördüğüm diğer davetlilerden, ilk bakışta ayrılıyordu.
Elinden düşürmediği sigarasını, adeta iliklerine kadar emerken sanki gelecek bir yolcu beklercesine uzaklara bakıyordu. Neden bilmiyorum ama çok düşünceli ve hüzünlü görünüyordu. Bende, konuşmayı sevmeyen ve gizemli bir insan profili bırakmıştı açıkçası. Biraz da bu tedirginlikle geçen tutuk ve kısa bir tanışma faslından sonra, hemen kaynaşıverdik.
Ve o gün memleket meseleleri üzerine uzun uzun sohbet ettik, yanı başımızda yükselen kahkahalara aldırmadan. Öylesine hassastı ki; sanki bu ülkenin başına musallat olan her türlü belanın müsebbibi kendisiymişçesine hayıflanıyor ve samimi bir üzüntü duyuyordu.
Vatandaşın vurdumduymazlığı ve yönetenlerin pervasızlığını anlatırken ne kadar celalleniyorsa, birbiri ardına kara toprağa sunduğumuz şehitlerimizi konuşurken bir o kadar hüzünleniyor, gözleri doluyordu. Her ne kadar o akşam, tez zamanda yeniden bir araya gelip, sohbet etmek için sözleşsek de, pek çok nedenden dolayı, tekrar karşılaşmamız ancak bu sene nasip oldu. Görüşmediğimiz süre zarfında, adını telaffuz etmek istemediğim amansız bir hastalığın pençesine düştüğünü ve yaşama tutunma mücadelesi verdiğini, beni o gün yanına götüren müşterek bir dostumuzdan yolda öğrenmiştim.
Eve vardığımızda sıcak bir şekilde karşıladı. Ve sanki henüz geçen hafta ayrılmışız gibi yine koyu muhabbetin kollarında buluverdik kendimizi. Akşam dönüş vakti geldiğinde benimle gelmesini istedim, çünkü sohbetinden mahrum kalmak istemiyordum.
Yol boyunca hep O anlattı. Hastalığını büyük bir vakar ile karşıladığını ve böylesi bir anda bile kendinden daha çok ailesini düşündüğünü gösteren şu cümleler bugün bile dimağımda tazeliğini koruyor: “Ben ölüm düşüncesine aşinayım. Çocuk değilim, bu hastalığın beni er ya da geç alacağını biliyorum. Allah’a inanıyorum. Ancak, bir insanın üç aşağı, beş yukarı ne zaman öleceğini bilmesi çok zor bir şey. Bu beni yıpratıyor. Bu düşüncenin bende yaptığı tahribatla, acaba eşime, çocuklarıma kötü bir söz söyler miyim ya da onları üzer miyim diye çok korkuyorum.”
Müşterek bir arkadaşımızdan bahsederken sarf ettiği cümleler ise O’nun ince ruh mimarisini ve naifliğini gözler önüne seriyordu: “O’nun araba kullanmasından çok korkuyorum. Ben otuz yıllık sürücüyüm ama İstanbul’da trafiğe çıkarken ben bile korkuyorum. Çok söyledim ama dinlemiyor, sen de söyle seni dinler. O’ nu yalnız bırakma, destek ol, çok iyidir.”
O, kendinden geçmişti. O, derdini gül eylemişti. Tevekkül ediyor ve rahmet-i rahmana kavuşacağı günü vakarla bekliyordu. İstanbul’ da olduğum süre zarfında elimden geldiğince her gün ziyaret etmeye çalıştım, kaldığı hastane odasında. En son ziyaretine gittiğimde gözlerini gözlerime dikerek “hani özel odaya aldıracaktın beni” diye sorması bir efkâr balyası gibi oturuvermişti yüreğime.
Ne yapıp edip, özel odaya geçmesini sağladık ama o oda da bir gece bile geçirmek nasip olmadı O’na.
Sılayı Rahim için gittiğim memleket ziyaretinde telefonuma düşen bir mesajla öğrendim acı haberi: “Gerçek sahibine teslim ettik…” yazıyordu. Devamını okumadım bile, okuyamadım.
O, serden geçenlerdendi,
O, derdini gül eyleyenlerdendi,
O, tanıdığım en güzel insanlardandı,
O Ümit Ağabeydi ve adı gibi ümitvârdı.
Ve ardından yüreğimden dökülüverenler;
Anladım hayat bir imtihanmış
Gelenler yolcu dünya bir hanmış
Son dediğimiz meğer başıymış sonsuzluğun
"İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” [1]
Sonun başlangıcı olduğuna iman ettiğimiz o yolculukta eşlik etmesi için Fatihalar gönderdim ardın sıra.
Mekanın cennet, ruhun şâd olsun can ağabey.
________________________________________
[1]"Biz muhakkak ki Allah içiniz (Allah için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz" Bakara; 156