- 524 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖZGECİL YAŞAMIN TAÇ OLMALI BAŞINDA...
ÖZGECİL YAŞAMIN
TAC OLMALI BAŞINDA ONURLA TAŞINAN.
AMA BİR YERE KADAR.
BEN İSE;
SİZİ SEVDİĞİM KADAR SUÇLUYUM
Üzülme güzel arkadaşım! Yaşadıklarını ve zorluklarını çok iyi anlıyorum. Kader deyip geçemezsin. Bu konuda kaderini sen kendin kurguladın. Her ne kadar yapısal da olsa, biraz ketleyebilmelisin. Gerektiğinde, gerekene, ama mutlaka gereğince olmalı özverin. Benimkisi kronikleşmiş, değişmez. Senin yaşın genç henüz; kayıpların daha da büyümeden silkin, toparlan, içinin daha da acımaması, keşkeler yaşamaman adına... Biliyorum, çünkü senin yaşadıklarının çok fazlasını, çok daha yoğun yaşadım!
İnsanlar yeryüzüne iki grup halinde gelmişler: Bazıları sırtta taşınmak, bazıları da onları sırtında taşımak için; insan ilişkilerinin bulunduğu her ortamda bu böyle.
İş ortamında, birileri işi sırtlayıp eli yüzü düzgün bir iş ortaya koyuyor, birileri de o işe imzasını atıp, parmağını kıpırdatmadan, oturduğu yerden yüzünün akıyla işin içinden çıkmışça, hakkıymış gibi teşekkürleri kabul ederken, işi sırtlananın adı bile geçmiyor!
Bir bakıyorsunuz eşlerden biri diğerini sırtlamış, kan ter içinde koşturmada evlilik parkurunda. Sırtta gidenin keyfi yerinde. İyi de bir yerlere gelinmişse, gerine gerine olmayan mücadelesi ve ulaşılan destekli başarısından söz ediyor. Taşıyanın mücadelesi, çabaları hiç yok ortada. Özverinin ise farkında bile olan yok. Hoşgörü ise göze hiç görünürde değil. Sesi de çıkmıyor zaten, alışmış vermeye, sırtlamaya. Bunca koşturma arasında, ne almak, ne de istemek gelmiş aklına. “Eeh ama yeter artık” demek gelmişse de içinden zaman zaman, diyememiş, susmuş kalmış sessizce. Sonucu bekler olmuş. Kendisi de merakta! İşin sonu nereye varacak?
Kardeş ilişkilerinde de bu böyle olmuş, arkadaşlıkta da, dostluklarda da, zaman zaman, evlat ebeveyn arasında dahi.
Kırk yılda bir, şöyle hafiften başını kaldırıp;
- Bu kez de sen benim için...
Diye başlayacak olsa, sırtlar dönülüvermiş. Bitivermiş dostluklar, arkadaşlıklar, kan bağları. Aptallıklarından mı? Hayır. Zavallı oluşları mı etken? Hiç değil. İdrakten mi yoksun bu insanlar? Her şeyin farkındalar.
Ama o yürek, o pırıl pırıl, o sevgi dolu, sevmenin vermek olduğuna, emek istediğine inanmış yürekler yok mu? Vermenin erdemine inanmışlık yok mu? İşte o yürek, katlanılır kılan tüm ezilmişliği. İnanılan dinin de buyruğudur, önerisidir üstelik. “Veren el, alan elden hayırlıdır” dememiş midir? Hep vermenin, sevmenin, hoşgörünün yüceliğinden söz etmemiş midir? İnsan olmanın gereği, erdemi de burada değil midir zaten?
O analar, analarımız. Kendi zamanlarının tertemiz duygularıyla, bu günlere gelinebileceğini hiç hesaba katmadan
- Sana taş atana, sen ekmek at.
- Bırak yapsın, sen erdemli kişiliğinden ödün verme. Uyma ona. Nasılsa zamanla davranışından utanç duyacaktır. Dememişler midir sürekli?
Ben bu yaşıma kadar, anacığımın bu sözleri doğrultusunda hareket etmişimdir, ama ne utanana rastladım ne sıkılana. Yoo... Haklarını yememeliyim. Üç kişi, evet üş kişi utanmış, pişman olmuş, hayranlık ve hayretle, özür dilemişti tavrım sonucu. Bunca yılda görüp gördüğüm bu oldu. Yıllardır, bir şekilde hayatımın bir yerlerinde yer alan, yüzlerce insana oranlandığında, devede kulak! Olsundu, bu bile yeterdi.
Bu taşıma konusu aklıma geldikçe, meşhur darb-ı mesel’i anımsarım; benim için söylenmiş gibi hissederim. Ne kadar alışmışım meğer sırtım boş kalınca, yük arar oluyorum taşıyacak. Etrafımdakiler ise sırtta taşınmaktan memnun. Hiç akıllarına gelmiyor; bu kadar yükü kaldırabilir mi? Gün gelir yorulmaz mı? Ezilmez mi bunca yükün altında? Taşıyan memnun, taşınan memnun, geçinip gidiyoruz! Böyle söylüyorum ya, gerçekten memnun muyum?
Bunu o olaya kadar hiç düşünmemiştim ki cevabını bileyim. Uzun uzun anlatıp vaktini almak istemiyorum. Hakkım olan, doğal olarak almam gereken, daha doğrusu verilmesi gereken bir durumdu. Alacağımdı bu benim. Hem de anamın ak sütü gibi helal, hakkım olan bir şeydi. Verilmemek için bin dereden su getiriliyordu. İhtiyacımdı. Acelem vardı.
Karşımdaki umursuz, rahat ve bunu bana yapmayacak, yapmaması gereken tek insan. Alışıktım gerçi böylesi nankörlüklere, ama o yapmazdı bunu. Çıkar diye bir şeyin varlığı bile unutulmuştu bizim ilişkilerimizde. Ben öyle olduğunu sanıyordum daha doğrusu.
Yıkılmıştım... Ağlamak istiyor, ağlayamıyordum. Küfretmek istiyor, küfredemiyordum. Olası şey değildi. Ne bileyim? Nasıl tarif edeyim bilemiyorum? Hamile bile değilken, aniden bir köpek doğursam ne hissedersem onu hissediyordum. İnanılır gibi değildi. Birinin doğru değil veya şu nedenle gibi, ama inanılası bir açıklama yapması gerekti. Ya da uyanıp, çok şükür kâbusmuş gördüğüm demeliydim bitap bir sevinçle, kan ter içinde, elim ayağım titreyerek.
Ayaklarım, yolun üzerindeki kuzenime götürdü farkındasız. Hoş bulduk bile diyemedim. Öylece koltuğa yığılmış, boş boş suratına bakıyordum. Ağlayamıyordum da. Kendi kendine akmakta olduğunu gözyaşımın, yanaklarımdaki ıslaklıktan fark ettim, kuzenim “Dur ağlama, anlat ne oldu” deyince.
Epey sonra olayı anlatabildim.
- Ne var bunda dünya yıkılmış gibi şaşacak. O zaten hep öyleydi. Ama sen kendini vermeye
O denli şartlamış ve alışmışsın ki, almak, istemek hiç aklına gelmedi bu güne dek. Onun için de farkına varamadın. Şimdi ilk kez, hakkın olanı, zaten senin olanı isteyince böyle oldu. O almaya alışmış, vermek hiç aklına gelmiyor. İlk kez vermesi gerekince şaşırdı. Kabahat sende, hiç ağlama. Yıllarca kardeşine verdin, arkadaşlarına, yakınlarına, şimdi eşine ve oğluna veriyorsun. Artık aklını başına topla henüz geç olmadan. Oğlunu bari alıcı olmaya alıştırma. İnan bu son yıkılışın olmaz.
Ne kadar doğru söylüyordu. İlk defa farkına varıyordum. Ben hiç böyle bakmamıştım bu güne dek yaşadıklarıma. Daha önce de söylediğim gibi, sanki benim görevimdi, yaşam biçimimdi böyle davranmak. Sevgimin tezahürüydü dahası yaptıklarım. Her insanın, her sevenin yapması gereken, olağan davranışlardı benimkisi. Üstelik mutlu da oluyordum yaptıklarımdan.
Bu konuşma ve yaşanan en son olay da aklımı başıma getirmemiş, hâlâ devam ediyordu tavrım. Ta ki iki yıl sonra depresyonum artıp, doktor da, “Kesinlikle psikolojik tedavi görmeniz gerekir” deyinceye kadar. Eklenen pek çok olayın da etkisiyle, pek çok konuyla birlikte bu konuda da kesin karar almıştım. Vermek yapımda vardı. Tümden bırakamazdım, ama çok gerekli olmadıkça, yerli yersiz verici olmayacaktım. Çok sonraları, asla beceremeyeceğimi, zaten bana çok yanlış ve ayıp geldiğini iyice anlayacağım, almayı öğrenecektim. İsteyecektim gerektiğinde, ama kimsenin de bir şey vermeye niyeti yoktu. Bana olan borçlarını bile!
Hep birileri, birilerini sırtında taşımaya devam edecekti belli ki! Kimi zaman omuzlarımda, kimi zaman yüreğimde, kimi zaman başımın üzerinde, kimi de karnımda taşıdım yük denen şeyi. Kimi gerçekten yüktü. Kimi tatlı bir burukluk, kiminde acı, kiminde keder, kiminde yorgunluk, kiminde haz.
Bir kısmı hiç inmedi omuzlarımdan. Eziciydi, zevkliydi, acıydı, zordu, niteliği ve duyumu farklıydı zaman zaman, ama hep vardı. Hep hissettirdi varlığını.
Başımın üzerindekiler belaydı kimi kez. Kimi kez de gurur yüklü taç oldu. Yüreğimde taşınan mutluluktu, acıydı, sızıydı, özlemdi, nefretti zaman zaman.
Karnımdaki hiçbirine benzemeyendi. Esas itibariyle yüktü. Ama hiçbir zaman yük gelmedi. Acıydı, sancıydı, hüzündü, sevinçti, ümitti, ümitsizlikti kimi kez. Adı hiçbir zaman mutsuzluk olmadı. Pişmanlık, nefret... Asla! Hep mutluluk oldu, hep sevgi, hep özlem ve hep gurur; üstelik hep artarak, hiç eksilmeksizin.
Özetle, şu bir gerçek ki, onurlu insan, kendi yükünü kendisi taşıyor. İstediği kadar ağır olsun; ama yüreğinde, ama sırtında, ama omuzlarında, ama beyninde. Yardım talep etmeksizin. Yardım gereksinimi de olsa, yardım sunulmaksızın da olsa.
Tıpkı her annenin, çocuğunu karnında taşımasına kimseden yardım talep etmediği gibi.
Onurla, gururla, tek başına!
yapayalnız!..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.