- 571 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Aydın olmak
Aydın, dilimizde gramitik olarak „sıfat“ terimiyle açıklanmaktadır. Bu kelime iki farklı anlamda kullanılmaktadır. Açıklanması „kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli ve münevver insan tipleri için kullanılan bir kavramdır. Ve bir yönüylede bu kavrama sınır koymak günümüzde kesinlikle mümkün deǧildir. Diǧer bir ifadeyle bu kavramın tanımı sözlüksel anlamın dışına taşarak gelişmektedir. Öyleki başlangıcı ve sonu olmayan, ama gerçekten toplumsal deǧeri olan bir kavramdır. Aydın kimdir? Kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan, küresel insan ve toplum kavramı adına kabullenilmiş gerçeklerin ve bundan kaynaklanan davranışların tümünü sorgulama iddiasında olan biri midir? Bir işlevi ver mı? Bu işleviyerine getirmek için kim görevlendiriyor onu? Onun özelliği, hiç kimse tarafından görevlendirilmemiş olması, konumundan dolayı da kimseye borçlu olmamasıdır. Bu özelliğiyle o, canavarlaşmış toplumların ürünü bir canavardır. Onu hiç kimse istememekte, hiç kimse tanımamaktadır; söylediklerine duyarlı olunabilir, ama varoluşuna aldırmaz. Ünlü filozof ve yazar Jean-Paul Sartre aydını cesur bir kurt olarak görmektedir ve onun sorumluluǧunun kendi bilinciyle gelişmesinden doǧup serpilmesini istemektedir. „Aydın olmak“ belkide kendi içinde yaşanılacak duyguların en güzelini yaratmak için harcadıǧı çabanın sonucunu görmek arzusuylada pekişir. Yazmak için bazen insanın bir konu araması gerekliliǧi zorunluluǧ undan çok toplumu, doǧayı ve toplumsal gerçekleri çok iyi analize ederek görüş belirtmesidir. Aydın da aynı zamanda bir arştırmacı, bilim adamı, yazar, düşünür ve sorgulayıcıdır. Yani bir yönüyle tolumun asayişini ve hukukunu savunan eleştirmendir de aynı zamanda… Diǧer bir deyişle bir toplumun gönüllü avukatlarıdır onlar. İşini sevmesi ve ona aşık olması onun sezgilerini kuvvetlendirir. Onlar hep gündemin konumları gereǧi her zaman gündemin tepesinde olmalıdırlar ki her türlü toplumsal soruna karşı duyarlılık gösterebilsinler. Aydın kime derler? Weber’e göre: „Yaşadığı dönemin koşullarını iyi analiz edebilen, düşünen, üreten, ürettiklerini paylaşan, çağı yakalamış ve hâtta aşmış, içinde yaşadığı topluma yabancılaşmadan ve her zaman toplumunun önünde olarak onun değişimine ve ilerlemesine katkı sağlayan insan tipi...” Aydın “bağımsız”dır... Jean Paul Sartre, “Aydınlar Üzerine” adlı eserinde şöyle diyor: „Çelişkisinin doğası, aydını, zamanımızın bütün çatışmalarında taraf olmaya zorlar; o, kendisinin de ezilenlerden olduğu bilinciyle, her çatışmada ezilenlerin safında kendini bulur.”
Susmak Türk Aydının bir özelliǧi olsa gerek, sustuǧu gibi korkmasıda bunun bir isbatıdır. Elbette A. Nesin’ın o ünlü sözü mürekkep yalayan ve düşünen azınlık içinde bir cesaret örneǧidir aynı zamanda. „Devlet bize maaş versin diyerek aydın olmadık“ özdeyişi, Vedat Türkali, Erbil Tuşalp gibi daha sayamadıǧım yüzlercesinin rotası elbette sonsuz bir saydamlıǧı içerir görüşleriyle beraber. Gelgörki bunlar yetmiş milyon insanı aydınlatmaǧa yetmeyen lambalarıdır bizimi toplumumuzun. Çünkü bu korkudan da öte bir şeydir, asırların sinmişliǧi, osmanlı sopasını ve jandarmasını kafasında hisseden yıǧınların bu günden yarına aydın çoǧullar yaratmasını beklemekte aptallıktır bir yönüyle, ama bu korku kafaları baǧlamış ve bu baǧımlılıǧa öylesine alışmış ki, artık bu baǧımlılık doǧal bir süreç olmuştur onun yaşamında… Korkusu da doǧaldır bu yüzden. Bunun nedenini kendisi bile bilmez çoǧu kez, içine işlemiştir, bilinçaltına yerleşen içgüdülerimiz gibi… Buna „devlet korkusu“ ya da eski bir deyimle „Hikmet –i Hükümet“ korkusu da denilebilir. Bu karanlıkta yürüyen bir kimsenin veya çocuǧun korkup olmadık uydurma türküler söyleyerek yoluna devam etmesi gibidir. Yazar, edebiyatçı, sanatçı takımı zorlandımı soluǧu Avrupa Başkentleri’nden birine giderek ahkam kesmemeǧe başlaması bunun en güzel örnekleridir. Ve bundan „Türk Aydını’ndan“ daha bol bir şey bulamazsınız. Bunlar Paris‘in, London’un, Stokholm’in, Berlin’in en güzel semtlerinde bir kaç yıl Türkiye’den kazandıkları paraları yiyerek yaşayıp sonra yine kaldıkları yerlerinden yollarına devam etmek için İstanbul – Beyoǧlu’nda nargile içerek küçük burjuva (tam burjuvaziyi Türkiye hiç bir zaman yaratamamıştır) özlemlerinin doyurulması için yeniden yazmaǧa ve konuşmaǧa başlarlar.
Zaten ülkemizin dramıda burada başlamıyor mu? Bizim tefeci – bezirgan finans – kapital toplumuburjuvazinin özgür girişimi, ilerici, özgürlükçü aşamasını tadamadıǧı için çarpıklıkta buradan geliyor. Batı aydının geçmişinde, olgunlaşmış burjuvazinin, Batı burjuvazisinin ilerici çaǧının büyükleri olan felsefeciler ve düşünürler kendi yaratıcılıklarını toplumlarıyla paylaştıkları için (Hobbes, Bacon, Diderot, Montesqieu, Rousseau, Candillac, Descartes, Montaigne, Rabelais, Kant, Hegel, Heribart, Feuerbach, Marx, Engels, … vs:) aydınlanma belirli bir temel özerine bedel ödenerek yapıldıǧı için sarsılmasıda imkansız oluyor. Bizde kapitalizm, hala en gerici yanıyla, tekelci biçimde, finanz kapitalizmi olarak menderesli yıllarda gelip çöktüǧü için, yedi bin yıllık Babil artıǧı tefeci – bezirgan toplumumuza, toplumumuzun ruhuna çöken kölecilik biatına ve arkasından zorla kabul edilen bri dinin vermiş olduǧu tabuların korkusuyla eǧitilen yıǧınlar, işte bu mantıǧın ürünü olsa gerek. Türk Toplumu „Kırım Harbi’nden“ sonra, örtülü ve açık olarak para babalarının kıskacından asla kurtulamamıştır. Bu dönemden sonra Türk Aydını, işsizlik, açlık ve can korkusuna kapılarak endişeli bir döneme girmiştir. Bu korkusu öylesine büyümüştür ki bu korku; nedeni, türü, neden ve nasıl çıktıǧı da unutularak salt bir korkuya dönüşmüş. Bu korku beyinlerde putlaşarak, beyinleri ve düşünceyi kocaman bir umutsuzluǧa bürümüştür. Bu Cumhuriyte döneminde ki „devletçilik“ ilkesinin resmi olarak kabul edilmesinden sonra daha sert bir döneme girilmiştir. Batı’da ki aydın önce kafaları mentalite olarak deǧiştirdiǧi için kazanılmış deǧerler kolay geri almıyor burjuvazi. Eǧer sizler onlara benim imrendiǧimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bu öyle deǧil, o özgürlük masalının Batılı aydına nasıla ayak baǧı olduǧunu biliyorum. En kısa zamanda burjuvazinin yanınan kayıverir. Özgürlükle kapitalizmi birbirindn ayırtedemez bir türlü… Bu da onların başka türlü bir dramıdır diyelim. Onlara karşı bizim karanlıǧımız daha umut kırıcıdır yine de. Aydın için ümit kırıcı hiç deǧilse. Korku daǧları bekler, bütün ülkeyi korku bekliyor, yani üç tane köy karakolu deǧil.
Ama yine de Türkiye aydının en yüreklileri hem bürokrasiden hem de askeriyeden gelmiştir. Örneğin aydın olarak Namık Kemali ele alırsak, o en parlağıdır, onunla başlatılır özgürlük uğruna yiğitlik, son gününe kadar yarayı kökünden temizleyecek düşünce gösteremezsiniz. Düşünce, eylem, ne varsa, düzenin egemen güçlerinin açık veya örtülü izniyle, onayı ile en azından göz yumması ile ortaya çıkmıştır. Böyle ufak tefek düzeltmelerle düzen hem kendi eksikliklerini reforme etme imkanı bulmuş, hemde muhalif güçleri kontrol altında tutarak, düzen kendi varlığını sürdürmüştür. Eğer sisteme karşı, düzeni kökünden değiştirmek isteyenlere ve bu bilince varıp, bu uğurda mücadele edenlere de kann kusturmuştur. Hele Osmanli’ının 1900’lü yillardan sonra o ünlü sansür yasaları, basına uygulanan sansür yasakları sisteminden korkusunu ortaya koymuştur kendi aydınına karşı sorumsuzca… Hele grev ve sosyalist sözcükleri „öcü“ olarak yığınların, yoksul halkın kafasına öyle sokulmuştur ki, bu sözcükler adeta panik ataklar yaşayan bir toplum yapısı oluşmuştur. Aydın kalabalığımız herkesten çok kızgındır böyle bilinçte olanlara. Böyle bilinçli biri çıktığında ilk onlar (aydınlarımız) saldırır. Osmanlı biat kültürüyle yetiştirilmiş yığınlara „urun, koman, yaşatman, tizce boğun onu, linç edin!“ diyerek kendi var oluşunu sağlama almaktan başka bir işe yaramazlar. Tam Osmanlı gerici yapısı kendini barbarca gösterir burada… Dudak bükerek aşağılarlar. Doğruluğuna inanmadıklarından mı? Hayır. Yasaklanmış doğrulardır da onun için. Korkularından, aşağılık kompleksine kapılışlarındandır bu panik. Eskilerden intihȃr eden materyalizmin en iyi savunucularından Beşir Fuat’tan beri, veba hastalığına yakalanmış birinin yanından kaçılır gibi kaçınılır hep onların yanından. Sebebine gelince bunun; böyle ilerici aydınlar hep en doğruyu ve en ileriyi görüp toplumsal hastalıkların teşhisini en iyi şekilde analiz ettikleri için sistem bunlardan hep korktuğu. Aslında bitmeyen bir faşizm var bizim ülkemizde. Nasıl tanımlıyoruz faşizmi: „Finans – kapitalin en geri, en şoven öğelerinin açık terörist diktatörlüğü“. Bizim toplumumuzda sürekli akıp giden kendine özgü bir faşizm vardır. Bazen kapalı, bazen açık biçimde bu kendini gösterir. Sermaye hammadde sıkıntısına düştüğünde, grevler ve işçi hareketleri yoğunlaştığında „demoklesin kılıcı“ gibi dikilir başımıza, kellemizi uçurmak için. Bizim ülkemizde bu korku duvarına aslında ilk olrak aydınlarımızın aşması gerek. Bu da aydınlarımızın içine düştüğü kışır döngüden başka bir şey değildir. Aydınlar sırtını o aşağılayıp hakir gördükleri halka dayasalardı sırtlarını içsel korkularını yenme gücü bulacaklardı kendilerinde… Orada da yollarını kesen küçük mutsuzluklar var bizim aydınımızın beyninde. Bunun kökeni çok eskilere dayanır, hatta zorla ve zorbalıkla kabullenilen dinin temelleride bu korkunun en büyük kabusudur, aydınlar ve halk için, bilinçaltına yerleşen bu tabuları ve korkuyu yıkamamasının birinci sebebi. Tarihe bir göz attığımızda dönüm noktası olarak onüçüncü yüzyılı görmek en doğru tespiti yapmak demektir. Bu yüzyıldan sonra aydınlarmız halktan kopuk yaşayarak kullandıkları dil dahi korkunç derece de yabancıdır bilinçlendirmek istediği halk için. Bunları yanlız devlet baskısı ve yasakları kaynaklanmıyor halktan ayrılma konusunda, yapımızla da ayrıyız, duygumuzla, düşüncemizle, inancımızla da başka yerde, ya da tepede görmek istediğimizden dolayıda ayrılıyoruz. Bu ayrılık 700 - 800 yıllık bir ayrılmanın genlere kadar işlemesinden dolayı yaratmıştır kendi tutuculuğunu. Ülkücü, eylemci, halkçı aydının en yüce örneğini vermiştir Türk Halkı bu yüzyıllardan önce. Daha sonrakiler iki elin parmak sayılarını zor aşacak bir sayıdadırlar belki. Türkmen kocasını, Yunus Emre’yi çıkarmış. En soyut kavramları, düşünceyi nasıl iletmiş halka! Ne inançtır, ne güvençtir o, halkın diline, anlama, kavrama yeteneğine!… Günümüzden yüzlerce yıl önce, onun bıraktığı başlattığı yerden yeniden yola çıkacağız yeniden, yoksa vay haline Türk Aydını’nın. Arada eriyip giden yüzlerce yılı düşünün. Yitirilen yüzyılların eksiksiz algılanmasını sağlama çabasındadır şimdi aydınlar sınıfı bizim ülkemizde. Yitirilen yüzyılların eksiksiz algılanmasını saǧlamaartık aydınlarımızın yegane görevi olmalarıdır.
Bu hastalık aslında bize Osmanlı’nın en kötü miraslarından sadece birisidir. Osmanlı kurmuş olduǧu saraylarında, Asya’dan kopup gelen Türkler İslam’ın da uyuşturtuǧu yıǧınlar ilkel toplumsal yapısı ve yaşantısıdan dolayı hep geri bıraktırılmıştır. Türk Halkı’nın ana dili olan Türkçe saraydaki dalkavuk ve yaltakçı sürüleriyle dilimize saldırarak adeta Farsça ve Arapça karışımı bir dil ortaya çıkmıştır. Sıradan bir Türkün, bir köylünün anlayamadıǧı ve tamamen yabancısı olduǧu dil halkla resmi idare arasında bir kopukluk ve sonu gelmeyen öykünme kültürü doǧuştur. Yoksullaşan ve kendine yabancılaşan bir sistemle uyum saǧlayaman Türk ve Türkmen Halkı çareyi isyanlardan arayarak her zaman merkezi idareyi sallamıştır. Bu sllanış Atatürk’ün kurduǧu cumhuriyet sistemiyle bir adım daha ileri aşamaya gelmiştir. Dirlik ve düzeni bozulmaya başlayınca, tefeci bezirgân toplumun Osmanlı aydını öylesine yabancılaşmış bu yıǧına ki düşman bellemiş yüzyıllar boyu. Sömürmüşler, kırmış ve aşaǧılamışlardır bu yıǧını. İşte sürekli isyanların, başkaldırmaların sebebi de budur. Ezmişler, ezilmemiş; kesmişler, kesilmemişler; tüketmeiy denemişler o da hazana inat hep yeniden yeşermiştir. Ayrı bir dünyada yürütmüşlerdir onlar yaşantısını sırtını dayayıp vergisiyle rahat bir hayat sürerek eǧlendiǧi yerden O’na hep ölüm mangaları göndererek kann kusturmuştur. Küskün, kapalı arkası dönük biçimde sitemle yaşamıştır Anadolu Halkları sözde idare eder görünen, idraksız yöneticisine… Yunus, Karacaǧlan, Kaygusuz Apttal, Pir Sultan Abdal ve unutulmuş yüzlerce binlerce halk aydını, halkıyla beraber sürdürmüştür yolunu… Öyle ki bu halk ozanlarının kullandıkları dil bile yozlaşan Arap – Acem kültürüne bir tokattır aǧırlıǧı bu gün bile hissedilen. Ahilik, Fütüvvet örgütleri, Babai Ayaklanmaları, Alevi – Sünni kışkırtmalarını biraz incelediǧimizde; çalışan, savaşan, direnen, yinede sürekli sömürülen, kırdırılan bu halktır. Türk halkıdır. Aydın nerede? O hep Osmanlı sarayında, yöresinde sıǧınarak onursuzca bir yaşam sürmüştür. Kendi gereksinimleri için zorunlu yaptıkları görkemli saray ve malikhanelerini, mimari yapıtlarını çikardıǧınıza, bilim, düşünce, sanat, edebiyat dil olarak göze çarpan hiç bir şey kalmamıştır bu yediyüzyıllık talan kültüründen, Osmanlı aydınından. Bu gün halk arasında; Baki’den, Naili’den, Nefi’den, Fuzuli’den hiç bir şey belleklerde deǧildir, ama Yunus Emre, Pir Sultan, Karacaoǧlan, Nesimi, Dadaloǧlu, Aşık Veysel Şatıroǧlu ve Mahzuni Şerif hep yüzyıllardan beri yaşamışlar ve yaşayacaklardır. Hangisiyle bütünleşiriz halkımızla? Birincilerini günümüz aydınlarıda anlamıyor bu gün, en ateşli savunucuları bile bunları nereye koyacaǧını bilmiyor. Çünkü bunlar halkla yaşamamışlar, bir düzyazıları, romanları yoktur Osmanlı’nın. Sonra çürümüş Osmanlı da sınıf yoktur naraları ve bu tezi savnanlarda düpedüz utanmadan yalan söylüyorlar. Hele bir düzen dirlik düzen yerine başka halklara kankusturan bir sistemle idare ediliyorsa. Söyleyenler inanıyor mu acaba buna? Kapış kapış bir sömürü, yaǧma, talan, zulüm düzeninde, bırakın üniversitelerin yapmış olduǧu tarihsel, ekonomik incelemeleri, sınıf olmasa, halka böylesine duvar çekilir gibi bir yabancılaşma olur muydu? Hatta Tanzimatla bile bu eksiklik giderilemeyerek yine başarısız kalmıştır. Köksüz, temelsiz, kendi deǧerlerine yabancı olan aydınlar kendi kendilerinin aydını olmaktan öteye gidemezler. Düzenle hep uyum içinde yaşayarak „başkaldırı“ kültürünü yaratamayan aydınların sıgınakları kaçacak ormaı bile yoktur. Buradaki orman halktır. Tefeci – bezirgan, finans – kapital kılıcının gölgesinde aydın olunmaz. Bizim aydınımızın birikimi vardır, ama bu birikim kendi evindeki yaşamından başaka bir yere taşinamamıştır. Abdülhamit döneminin jurnalci aydınlarını düşünün. Bildiǧimiz gibi kimler satılmamıştı ki? İttihatçılar Beyazıt Meydan’ın da yaktılar jurnalleri, belliki kimsenin kimseye bakacaǧı yüzü kalmamıştı. Aydınlık günler dileǧiyle deǧil, aydınlık günleri ve geleceǧi yaratacaǧımızın bizim özverilerimizle olacaǧını asla unutmamak gereklidir bunun için. Saygılarımla…
09.11.2008, bu yazi Frankfrt Şehir Kütüphanesi ve evde yazılarak bitirilmiştir. Saat 19:51’de. Hasan Hüseyin Arslan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.