- 825 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Raflarda taze bitti
’Raflarda taze bitti, yenisi gelmeyecek...’
Bu söz her ne kadar acı bir gerçeği göz önüne seriyor olsa da, hayatı ti ye almaktan başka çare bulamayan, sorunu değil çözümü arayan ve seven benim; geçmişte kalanlar ve yaşanmışlıklar adına gelişen olayların ardından konuşmanın gereksizliğini vurgulamak için söylemekten keyif aldığım, aynanın karşısında sıkça tekrar ederek çalıştığım, hayatıma dair rolümde bulunan kısa bir repliğim.
Sahne adı verilen, şimdilik var olduğumuz mekanımız, Dünya da sergilediğimiz ve aynı zaman dilimini paylaştığımız diğer yaşayan bedenlere ait ruhların etkileşimleriyle doğaçlama gelişen oyunun, her bir kişiye özel, kişinin iradesi ile yön verebildiği ya da verebildiğini zannettiği göreceli senaryosunda, başrolün vebaliyle emanet kostümler eşliğinde sahibi olana verildiği, boynumuza takılı kurulu saat; hayat...
Hayatım...
Yaşanmışlıkların ön görülene göre kıyaslanması ile ortaya konulmuş olan, ortalama yaşam süresinin ortaları diye tabir edilen bir yaş dilimine hüküm sürdüğümü zannettiğim, benim olması gerektiği halde olmadığına eminliğimin acı veren uyanışı ile karşısında durduğumu düşündüğüm, üzerinde adım yazılı hayatın dahiline olan mecburiyetlerimi sorguluyorum kendimce.
Dünde kalanları, yaşadıklarımızı, yaşayamadıklarımızı düşünüyordum ki birden hüzne bulandım... onca yıl geçmiş, yorgunum. Acabalarımın yağmuru bu boşluğumda yakaladı işte beni, başladı sorgularım...
Kaçırıyor muyum yaşamı yoksa diye?
Bahara adapte olamamak yordu, huzursuz etti beni. Zaten bu aralar hayatın peşinden koşamaya çalışırken nefesim tıkanıyor.
Ya da yaşlandım; artık eskisi gibi hızlı koşamıyorum, yoruluyorum.
Bir ihtimal daha var ki, o da; yaşamın hızını arttırması.
Karambolde kaldım. Başım dönüyor. Bayılmak üzereyim.
Yanlış anlama!
Ardından bakınca o kadar güzel görünüyor ki yaşam. Bakmaya doyamıyorum.
Oysa kısa bir süre öncesi tam ortasında idim, deli divane koşturuyor, her noktasına dokunuyordum...
Hayat akıp gidiyor...
Nereye ve nereden olduğunun çoğu zaman farkına bile varamadan hem de.
Dönüşümün olmadığı dünümün, hafızama kayıt edilen evraklarını sakladığım, kendinden bölmeli, gizli çekmeceli odasının kapısındaki çatlak buzlu camdan baktığımda, aynanın karşısında kendisi ile konuşuyor görünen, sadece geçmişimin yazılı olduğu bir tomar kağıdı elinde tutan bir ben.
Görmeyi bilmeyenin göremediği ise, geçmişim, geçirmişliğim, geçirmişlikleri ile bedenimin içine sığamayan ruhumun yarattığı, gerekli ya da gereksiz, sevdiği ya da sevmediği, acı ya da tatlı, kısacası kendine dair his dünyasındaki her şeyi sakladığı, içinde kendini özgür, huzurlu ve mutlu hissettiği çöp evim...
Yaş otuz beş...
Derler ya; göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş bile...
Cidden geçmiş mi acaba?...
Gözlerimizi kapatıp, düşünelim biraz.
Akan hayatın, akış yönüne sırtımızı çevirip, durağan zaman içinde geçmiş olduğumuz yıllara dönüyorum.
Yalnız dikkat edelim! Geçmişliklerin arasında koşarken geçmişin tozlu ağlarına düşüp, düne takılıp kalıplanıp, keşke ya da pişmanlıkların kancasına yakalanıp kalmayalım.
Daha doğrusu gözlerimizi tekrar açtığımızda bir otuz beş yıl daha geçmiş olmasın.
Aman dikkat!
Malum; hayat bu; ‘’ Raflarda taze bitti, yenisi gelmeyecek...’’...