- 1928 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
AH! ANKARA…
O siyah beyaz fotoğrafla göz göze gelişinde, bu satırların sahibinin gırtlağımdan öylesine kontrolsüz çıktı ki bu canhıraş “Ah!’”sesi. Yalnız onun değil, elli yılı aşkın ömür komşuluğu yaptığı Ankara’nın da çığlığı olmalıydı bu. Bir de, çağıldayıp akmış bir yaşam ırmağının…
1950’lerin sonu… Anadolu insanının, turna sürüleri gibi büyük kentlere zorunlu göç zamanları… Daha sıladan ayrılır ayrılmaz başlayan hasret türkülerinin kalabalık kompartıman pencerelerinden uçuşup, karanlık tünellerde yok olan sesi, geride kalan hayatlarıdır biraz da.
Artık, binlerce aile gibi babası, annesi ve onun için ne olduğunu çok da kestiremediği ”asri zamanların” şehir hayatıdır sahnede olan. Bundan sonrasının, onun belleğiyle ve ruhuyla özel bir anlam sözleşmesi var gibi! Kendini kuşatmış olan zamanın buğusu nedeniyle tüm formunu görmekte zorlanacağınız bir şey iken, küçük bir vesile bulunca birden belirginleşen, somutlaşan bir anlam; ama naif ve biraz da sezgisel. Tıpkı bu siyah beyaz fotoğrafın yarattığı etki gibi… Ah Ankara!
1957–58 Yılları… Adının nerden geldiğini hep merak ettiği Madenoğlu sırtlarından belleğine ‘Mıh gibi’ çakılmış bir manzara… Azim Fırını’nın sahibi Salih Amca’nın kiracısı onlar. O, bir oda, bir sofadan ibaret ‘Ev’in önünden Seyranbağları ve bu günkü adı Zafertepe olan yamaçlara bakmaktalar merakla. Ayva, kayısı, muşmula ve badem ağaçlarıyla, ha! Bir de ağzınızda bıraktığı buruk ekşiliği asla unutamadığı sumak ağaçlarıyla bezeli yamaçlarda olağanüstü bir hareket ve ta ona kadar ulaşan müthiş bir uğultu var: feryatlar, ağlamalar, küfürler, polis sirenleri… Anlam vermeye çalışmaktadır, bir yandan bu hengâmeye, diğer yandan da yamaçlardaki kireçle, taşlarla, çalılarla oluşturulmuş çizgilere. Öğrenecektir, onunla birlikte seyre dalmış büyüklerinden biraz sonra, çizgi ve taşların işgal edilmiş hazine arazilerinin ne kadarının onlara ait olduğunu gösteren sınırlar ve kopan kıyametin ise paylaşım kavgası olduğunu. Kentte yeni olmanın ürkekliği mi, beladan kaçma temkini mi bilinmez ama aradan beş yıl geçecek, o gün ve devam eden günlerde sık sık izlemek durumunda kalacakları o araziler üzerinde bir gecede peydahlanmış gecekondulardan birini, babaları önemli bir paraya satın alacaktır.
Şu satırların sahibinin tüm benliğine işlemiş ve bu gün bile rüyalarındaki birçok olaya mekânlık eden İncesu deresi ‘’Serpmeleri’’(ki, daha sonra bu dere yatağına serpme sokak adı verilecektir) onun yarım asrı geçkin Ankara sevdasının da başlangıcı olacaktır. Bölgeye adını veren derenin ise, hiçte öyle ince denecek bir hali yoktur aslında. Mogan Gölü’nden şehrin merkezine dek çağıldayarak akarken; onlar için, kocaman sazan ve yayın balıklarını cömertçe sunacak, Anadolu steplerinin ortasındaki Ankara’dan geçme lütfü ile ilk yüzme denemelerine olanak verecektir. İmrahor’daki bentlerden Radyoevi yakınına dek açıktan akan İncesu Deresi’nin Kolej’e kadar olan bölümünde birkaç tane tahta köprü yer almaktayken dönem dönem yaşanan ve ağıtlara konu olan büyük seller sonucunda hepsi, balık tutma sevdasındaki çocukların düşlerini de çalıp deryalara gark olmaktan kurtulamayacaktır. Varlıklarının tek ve saf cevheri sevgi olan çocuklar için, burun sızlatan bir acı olsa da sudan ayrı düşmek, derenin üstünün kapatılması oldukça uzun zaman alacak, bu da içlerindeki en yüreklilere, kapatılan bölümün bir ucundan girip diğer uçtan çıkmak gibi çok heyecanlı bir oyun armağan edecektir.
Tabii bu ev alınmadan önce; yakın bir akrabayla ortak edinilmiş 1952 model yeşil Ford taksinin dönüşümlü çalıştırılması nedeniyle, aile beş yıl kadar Topraklık’tan, ayrılacak… Köylerinden hiçbir farkı olmayan, toprak damlı, gaz lambalı, suyun kuyudan çekildiği Dışkapı, Gümüşdere Mahallesi’nde ‘tek göz’ eve taşınacaktır. Gâh Hatip Çayı’nın çamuru, gâh belediyeye ait asfalt ve künk imalathanesinin tozu, gübre kokularıyla harman olacak ve uyanılmak istenmeyen rüyaların da müsebbibi sayılacaklardır. 1960 İhtilali, onun çocuk ruhunda hep Ziraat Fakültesi öğrencilerinin hararetli konuşmaları, haykırışları, bir de babasının taksisi dâhil tüm taşıtların bagajlarının açık olma zorunluluğu olarak kalacaktı. Hatta babası bagajı kimse bedava binmesin diye ıslatmayı bile deneyecek, bir ona bir de arabanın tüm koltuklarının (stok edilmek üzere) ekmekle doldurulduğuna çok şaşıracak ve anlam veremeyecekti. Askeriyenin 1011.Ana Bakım ve Tamir tesisleri ve Askeri Ekmek Fabrikası dışında tümüyle sanki bir Doğu Anadolu köyü gibidir o yıllarda Gümüşdere. Ama insan ve onun mutluluğunun ortağı; hormonsuz, kıpkırmızı domatesler, çıtır çıtır salatalıklar, davetkâr kokusuyla karaturp, lahana, taze süt ve badem çağlasının “Bahardır artık!” müjdesiyle, tayların delişmen fink atışıdır. Tüm bunları gururla bağrına basan onu esirgeyen yeni yetme bir Başkent köyü!
Yeniden İncesu’ya dönüş ve 1969 Yılında taşınılan Seyranbağları yılları ise, onun bundan sonraki tüm yaşamında her daim taşıyacağı, olur olmaz sızlayan bir yara izi gibidir. İlk gençliğin sınır tanımaz coşkusu, mahalle aralarındaki birçok “Top sahası” ve yarattığı o müthiş panayır havası… Yenmelerinden çok gizlice “dalmanın” heyecan verdiği elma, armut, üzüm gibi meyvelerin paylaşımı…”Apartman Çocukları”yla ilk kavgalar… Bayramların ruhları saran hakikiliği içinde kendi büyüklerinin ellerini öpmeyi tamamlar tamamlamaz “İyi bahşiş verirler!” hesabıyla “Bayramınız mübarek olsun” denilen, ama her nedense(!) anlaşılmaz şaşkın bakışlarıyla yüz yüze geldikleri Kavaklıdere ve Esat’taki Amerikalı amcalar! Kış aylarında Seyranbağları’nın tepelerinden İncesu’ya uçan altına çember çakılmış tahta kızaklar… Amerikalı sarı ‘Coniler’in çelikten yapılmış dümenli kızaklarını görmek için, adam boyu kara aldırmadan Gaziosmanpaşa sırtlarına tırmanırken kan ter içinde kalış…
Ah! Bir de o yazlar… Gündüzleri tahta sandalyelerini düzenlenmesi karşılığı akşam sinemanın ön sıraları olan “Birinci”den öndeki boşluk olan “Duhuliye”den seyredilen, devasa perdede boyun tutulması yaratsa da, çekirdek çitleyerek heyecanla izlenen ve geceleri düşe giren filmler… İncesu’daki Gem, Madenoğlu’ndaki Yavuz Açıkhava sinemaları… Ardından bölgedeki diğerlerine koşuşturuş…
Seyranbağları’ndaki Mehtap, Büyükesat’taki Ferah, hatta Cebeci ve Kurtuluş’taki tüm Açıkhava sinemaları… İş bununla kalmayışı, göze tutulmuş “Büyülü Fener”in ışığı peşine düşüş… En gözde yerli ve yabancı filmin gösterildiği, tüm çocukların, çıkışta kendilerini o filmlerin başkahramanı yerine koyduğu, ayrıca, bütün çizgi romanların, fotoromanların satılıp takas edilebildiği o sinemalar yok muydu? Onlar, neredeyse ömürlerinin en sadık ve faydalı dostları olmayı çoktan hak edeceklerdi. Kimileri çok şükür varlığını sürdürüyor olsa dahi, onlara yaşamanın bu “Kımıldatıcı gücü”nü armağan edip hayattan göçmüş nice sinema salonu vardı ve kaç kişi anımsar? Bilinmez.
Kimileri yoktur artık: Benhur, Herkül, On Emir gibi dönemin müthiş yapımlarına ev sahipliği yapmış o kocaman Cebeci Sineması… Ona çok yakın ve daha sonra düğün salonu yapılan Saray, Melek, İnci ve Dünya Sinemaları… Atatürk Bulvarı’nda, şimdiki Büyük Çarşı’nın içindeki Büyük Sinema ile Sıhhiye Meydanı’na bakan ve şu anki Ankara Çarşısı’nın yerindeki güzelim Ankara Sineması… Demirtepe’de şimdiki Telekomünikasyon Kurumu’nun yerinde bulunan Ankara’nın en elit sinemalarından biri olan, film izlendikten sonra da yine hemen bitişiğindeki Deniz Meyhanesi’ne koşturulan Gölbaşı Sineması… Cumartesi, Pazar ve Çarşamba günleri saat on otuzdaki aile matineleri ana baba günü olan Kolej’deki Konak, Bahçelievler’deki, sonradan TRT stüdyosu olan Arı, Küçükesat’taki Karınca Sinemaları akıbetlerinden kaçamayan sinemalar olacaktır. Yine Ulus bölgesindeki Sus, Güneş sinemaları, Atlas, Yeni Sinema, Maltepe civarında yer alan ve daha sonra “Düğün Sarayı” yapılan Maltepe Alemdar, Saray, Maltepe ve Başkent Sinemaları… Sinemanın altın çağında tüm seansları dolan Kavaklıdere’dekiler: Talip, Hanif Sinemaları ve Ankara’nın en muhteşem salonlarından birisi olup sonradan disko yapılan Çankaya Sineması her anımsandıklarında sanki yaşadığımız bir kaçamağı ve titreyen ellerimizle sevgiliye ilk dokunuşumuzun da tanığı olacak gibidirler.
Sinemalar… Tiyatrolar… Ve kitaplara sevda: “Artık Büyüdüm”ün işaret fişekleridir. Meydanların, okulların, yurtların, bölgelerin… Derken ülkenin ve dünyanın kurtarılma sevdasının en sağlam tuğlası olacaktır kitaplar, kitapevleri ise yüreklerin ısıtılıp yenilendiği mabetler… Büyük Çarşı’da, asma katta yer alan Yazar Erdal Öz’ün Sergi Kitapevi, daha sonrasında Ankara kültür ve sanat yaşamının merkezine dönüşecek olan Zafer Çarşısı’ndaki
Savaş, Atalay, Toplum, Barış, Ekin Kitapevleri ve Muzaffer İlhan Erdost’un Sol Yayınları, yine Yüksel Caddesi girişinde yer alan ve şimdi kuyumcuların bulunduğu pasajdaki Odak Kitapevi ve Ankara’nın Kızılay bölgesindeki en işlek çarşısı içindeki onlarca kitapevi nasıl unutulabilirdi ki?
O kadar çoktur ki unutulması mümkün olmayanlar. Kamulaştırılan arsalar ve şimdi "Halkımızın" çizgili pijaması, kocaman bıyıkları ile karşıladığı müteahhitlerle işbirliği halinde bir vurguna ortak kılınışının soğuk terleri... Artık kaybedilecek zincirlerin yalnızca halkımızın karılarının boynundaki ve altından yapılmış olması! Bu arsalardan elde edilen getirim ile bu günkü "Toplumsal Transformasyon"un vardığı yer... "Aaaa bunlar nasıl iktidara geldiler?" sorusunun trajik nedenleri... Sanata tüküren zihniyetin on yıldır baş tacı edilişi onlar tarafından... Üstelik öyküsü bizimle örtüşen milyonlarca insan var iken salt çağdaş yaşam tercihi ve Ankara ve tüm kentlerimizin orijinal dokusuna sahip çıkışımızdan dolayı yediğimiz "Elitst" damgası... Ankara’mızın göz göre göre, nobranlığa, sınırsız kar hırsına teslimi ve daha da kötüsü bunun tartışmasız doğru ve asla değişmez olarak yeni kuşaklara sunuluşu... Evet, söylenecek o kadar çok şey var ki. Bir gelecek düşleniyorsa eğer Geçmiş; boyulardaki bir değerli madalyadan daha çok, içimizde sakladığımız sönmez bir ışık olmalıdır.
Ve nasıl unutulacaktı “Bildiriler gibi uğuldayan yapraklar”ın caddeleri? Artık yaşama sınırlarını zorlayan sisi nedeniyle “Kömürün karası, Arab’ın karısı” da sayılan Ankara’da egemen renk, ne yalnızca sisin grisi ne de karın beyazı olmayacak, buna, oluk oluk akan kanın kırmızısı eklenecek, yürekteki sevdaların yerini korku, ölüm ve gözyaşının almasından kaçış mümkün olamayacaktır. Çünkü “İsrafil Sur’unu Çalmış”,yaşamın özsuyu kesilmiş… Darağaçlarının üçayağının gölgesi tüm Ankara’yı kaplamıştır. Mamağa sonbahar gelecek, mahpushane çeşmesi yandan akacak ve günler geçmiyor iken oralarda ömür geçip anılar derinlere gömülecektir. Ta ki, onların açığa çıkmasını kışkırtacak “Dikkate değer” vesileler çıkana değin… Tıpkı, Facebook’taki “Eski Ankara Fotoğrafları” gibi
YORUMLAR
Değerli dostum,
Yazınızın yazılış tarihini bilemiyorum.Bir ankara sevdalısı vede insancıl bir yapınız olduğu.Vede yaşanmışlığın derin izleri var yazınızda.Bende bir İzmir sevdalısıyım.İzmirdede gün batımlarının kızıllığı yalnızca bir renk değildi üniversite yıllarımızda.İnsanca yaşam isteklerimizi dilledirmek istediğimizde bulvarlarımıza dehşet beyinlerimize balyoz vurarak sindirme girişimleriyle çarpıştık.Bir şehri sevmek bir kadını sevmek gibidir.Acı günüyle tatlı huzurlu günüyle.
Az çok ankarayıda adımlamış olmamın ve askerliğimi de mamakta yapmanın yazınızdan fazlasıyla etkilendiğimi söylemeliyim.Yaşanmışlığı birilkimle yazmak böyle oluyor işte.Sevgi ve saygılarımla.