ASLINA BÜRÜN!
İşte yine orada… İçimde bir yerlerde canhıraş bağırıyor. Yok, sanma ki avaz avaz, yırtınırcasına… O sessiz ve amade. Ama gür ve emin. Benim lûgatımda onu anlatacak kelimeler bunlar sadece. Anlatmaya çalışmak benim yaptığım. Yetersiz bilinen bir dilin yetersiz anlamlı kelimeleriyle yetersiz anlatma savaşı. Yetmemek… Bitmek.
İşte orada yine… Yukarısı mı aşağısı mı bilemediğim bir satıhta, dik mi yatık mı duruyor bilmeden heybetine aklımı kaptırmış, hayretini gözlerime sermiş bakıyorum. Gördüklerim de duyduklarımdan farklı değil. Benim görebildiklerim, benim algı sınırım, kapsama alanım içinde kalanlar. Gördüklerime benzetiyorum. Aynılaştırma değil bu biliyorum. Sadece anlamlandırma çabası. Bahşedilen ve çok ama çok azını kullanma gafletinde bulunduğum aklımla, daha önce görüp geçirdiklerimle ve sol tarafımda çırpınan o garip varlığın hissiyatıyla anlamlandırma girişimi.
Resimler çiziyorum. Bildiğim tüm renkleri palete döküp… Olacak mı bilmiyorum.
Tüm notalara basıyorum. Bildiğim tüm sesler bu kadar. Diyez ve bemolleri de ekleyince çocuksu bir sevinçle el çırpıyorum. Artan sesler kulağıma doldukça arıyorum. Benzeyen, yakın bir ses… Hepsi eksik, hepsi çiğ…
Bildiğim tüm güzel kokuları anımsamaya çalışıyorum gözlerimi kapatıp. Hanımeli, gül, fesleğen, sümbül, ıhlamur… Ve nihayet iğde çiçeği… Bu kadar koku bilmek… Bu kadar koku tanıyorum. Ben bu kadar güzel şeyi kokladım diyorum. Karıştırıyorum, ayırıyorum olmuyor. Anlatamıyorum.
Yine sesleniyor içimdeki. O hiçbir yerde bulamadım kokusuyla ayaklarımı yerden keserek, duyamadığım ama duyduğum bir sesle, hiç görmediğim ve başka yerde de göremeyeceğim renklere bürünüp sesleniyor.
-Bürün!
Konuşuyor üstelik. Benim dilimi konuşuyor. Şaşırıyorum. Sesi kulaklarımda çınlarken ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben değilim sanki konuşan.
-Neye bürüneyim? Diyebiliyorum harfleri sıkıntıyla bir araya getirip. Yine sesleniyor.
-Bürün!
Korkuyorum. Cevabı bilememek, yanlış cevaplamak, cevap verememek, doğru cevabı vermek hepsi ama hepsi ilik kurutan bir korkuyla abanıyor üzerime. Küçülüyorum. Zerrelerime ayrışıyorum. Yine sesleniyor.
-Sen! diyor. Sen ayağa kalk ve bürün!
Ayakta değil miyim zaten? Yoksa ayakta olmak iki ayağının üstünde durmaktan başka bir mana mı içeriyor. Ayaklarıma bakıyorum. Belime kadar bir çukura gömüldüğümü görüyorum. O zaman anlıyorum neden kalk dediğini. Ama ayaklarımı yutan kuyu öyle dar, öyle yapışkan ki kıpırdayamıyorum.
En yüksek perdenin de üstünden yine sesleniyor.
-Ayağa kalk!
-Kalkamıyorum. Diyorum sessizce. O kadar kısık çıkıyor ki sesim ben bile zor duyuyorum. Artık konuşmuyor. Sadece gözlerime bakıyor. Merhamet görüyorum. Yerleri gökleri kuşatan bir merhametle bakıyor. İçim ısınıyor. Hafifçe ırgalanıyorum. Kurtuluyorum.
Kalkar kalmaz yerlere kapaklanıyorum. Alnımı toprağa sürüp:
-Merhametin olmasa ben ne yaparım? Diyorum.
-Bürün! Diyor yeniden. Ey fakir bürün!
-Neye bürüneyim? Diyorum yeniden başımı yerden kaldırmadan. Yer başımı kaldırıyor, gözlerime bakıyor.
Yine en yüksek perdeden sesleniyor.
-Aslına bürün!