- 1370 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Bilim,Sanat Neyimize?
Hikmet-i Huda’ dan olacak ki , bilim dünyasına Piri Reis’ten beridir dişe dokunur bir bilim adamı yetiştiremedik. Bazıları yerinden hoplayıp" Nedendir? " deyü soracak olsalar da bu gerçek pek değişmez. Galata’ dan Üsküdar’a uçarak geçtiğinden mütevellit kellesi kopartılan Hazerfan Çelebi’ yi saymazsak. Onun da zaten sağlam bir alim olmadığı lakabından bellidir ki isminin anlamı" bin bilim " bin fen bilen manasına gelir. Tek bir bilim dalını öğrenmeye, bir ömrün yetersiz kaldığını bilirsek, belli bir konudaki alimliğini şüphe ile karşılamak lazımdır.
Ülkemizde alim ve sanatçı yetişeğine bizi kimse ikna edemez. Bilim ve sanat adamlarının ancak gavuristanda yetiştiğine inancımız tam olduğundan, kendini alim ya da sanatçı ilan etmeye kalkan hokkabazlara ağızlarının payını veriveririz. " Kafirler dururken bu iş bize mi düşmüştür. Alim olunacaksa onlar olsun değil mi kardeşim ? !" Biz de alim olmaya kalkışarak hokkabazlık yapmanın lüzumu yoktur. Herkes oturup dursun yerli yerinde!
Bizim tarihimizin şanlı sayfaları bu tip hokkabazların ağızlarının payını verişimize dair parlak sahnelerle doludur. Ecdadımız ve bizler bu işe canı gönülden inandığımız için padişah veya sadrazam destekli alim ve sanatçıları bile imha etmenin yolunu bulmuşuzdur. Söz gelimi 4.Murat’ın bile hayran olduğu sivri ve uzun dilli Nefi ’ yi yine bizzat 4. Murat’ın emriyle boğdurtmayı başarabilmiş şanlı ve maharetli bir geçmişimiz vardır. Zahir ki Nefi ‘ nin dilinin uzunluğu merak edildiğinden olacak, dili köküne kadar dışarı fırlayasıya değin ipte sallandıran aynı kafadır.
Yine Sokullu devrinden bu yana yetişmiş diğer büyük sanatçımız olan Nedim, üç beş yıl tantanalı bir hayat sürmüşse de memlekete matbaanın getirilmesine içerleyen ahalimizin önderi Kabakçı’nın eline geçmemek için damdan atlayıp, intiharı yeğlediği anlaşılıyor. Elbette ki Kabakçı’nın eline geçseydi ona daha acılı bir ölüm lütfedilecekti. " Küffarlar dururken gazel, kaside yazmak ona mı düşmüştü sanki" Böylelikle onun da hakkından gelinmiş oldu.
Nabi ve Şeyh Galip ne hikmettir bu kadre uğramadılar. Sebebi de Nabi İstanbul’dan ziyade Urfa ve Halep de yaşayarak kurtulmuş, Şeyh Galip de tekkeden pek dışarı çıkmayarak, suya sabuna dokunmayarak daha da önemlisi Mevlevi Şeyhi olmasının avantajlarından yararlandığından böylesi hazin bir sondan kurtulmayı başarabilmişlerdir.
Yoksa onların da Türklere pek yakışmayan böylesi lüzumsuz işlerle iştigal etmelerinden dolayı Nesimi gibi derisinin yüzülerek ya da Nefi gibi dilinin kökü dışına fışkırana kadar boğdurtularak öldürülmeleri işten bile değil di
O zamandan beridir zaten kimse alim olmaya cesaret dahi edememiştir. Vazgeçtik, kimse bizden de alim ve büyük sanatçı yetişebileceğine dair laf söylemeye bile cesaret edemez.
Hikmet i Huda’ dan alimlerin gavuristanda yetişeceğine dair hiçbir kati ve belirli ilahi bir emir geldiğine dair bir delil yoksa da, buna inancımız tamdır. Bizim gibi azimli, kararlı, fikriyatı kademde kavi bu millete kimse aksini iddia edemez. Adamın kafasını hükümet kopartmazsa, biz bir şekilde linç etmenin yolunu yordamını bulmada pek mahirizdir. Eğer alayla, tehditle, laf anlamazsa , bombalayıp toz ederiz alimallah.
O bakımdan bizlerin alimleri ve sanatçıları milletimizin en gerzek ve ahmak adamları arasından çıkmak mecburiyetindedir. Bu memleket de sanatçı olabilmenin ve hayatta kalabilmenin yolu zırdeli gibi gibi giyinme, kuşanma, abuk sabuk konuşma ve dengesiz depresif davranabilme yolu yordamıyla olabilir. Yoksa ki akıllı adamın bu işlerle ne işi olabilecektir. ZIR DELİ GİBİ DAVRANILINCA " delidir ne yapsa yeridir" deyimi hoş görüsü içerisinde zırvalaması toplumumuz tarafından normal karşılanacaktır.
Yoksa ki ciddi bir alim ve sanatçı edasında sanatta bir tarz yaratmak, gidip ilmi bir keşifte bulunmak bize has davranış özelliklerinden olamaz. Sonra asırlardır bir alim yetiştiremediğimizden alimlerin alametlerine dair elimizde sağlam delaletler bulunmamaktadır. Kafirlerin alimlerinin, boyu kadar sakalı, kafatasında Hüda’ dan
torpilli bir kaç tane beyni, bir yerinde doğuştan konma ilahi bir işareti olmalı diye düşündüğümüzden midir nedir, bizde bu tip vasıflara haiz bir adamın dünyaya gelme hakkı yoktur. Allah imanı bize , küffarlara da bilim ve sanatı bahşetmiştir. Fakat bunun nerede yazdığını bilen bir iman sahibi de henüz doğmamıştır.İş bu sebepten içinde bu tip fikirleri barındıranlar bir yolunu bulup gavur memleketlerine kaçıp, orada bu işlerle iştigal etmek mecburiyetinde kalırlar. Bir bilim dalında bir takım işler becerebilenler korkularından ülkeye pek gelemezler. Gelseler bile tebdili kıyafet içinde gelip, soy adlarına gavurca birtakım sanlar monte ederek ana dilleri Türkçeyi unutmuş da doğru dürüst konuşamıyormuş numarasını çevirmek mecburiyetindedirler. Yoksa kimse onların alim, malim olduklarına inanmaz. Hem " Türk’ten alim mi olurmuş, uluslararası sanatçı mı yetişirmiş ? " diyerekten adamı tefe koyup çaldığımız gibi, bir de alnına kırk bin türlü kara çalıp, burnuna halka takılmış ayıya yapılan muamelelere benzer muamele ederiz.
( Dünya bilim ve sanat literatürüne geçmiş Türkçe asıllı bir terim bulmak nerdeyse imkansızdır. Çünkü dört asırdır, herhangi bir bilim, sanat, kültür vb dalında bir icat çıkaran, bir stil geliştiren, bir fikir ya da kavram oluşturan bir adamın aramızda yetişmesine kahramanca izin vermemişizdir. O yüzden on binlerce gavur icadı kanun, kavram, yasa, tez, hipotez, sanat akımları, fikir sitemleri, düşün yolları ile ilgili terim ve kelime dilimize doluvermiştir.
30-Ekim-2008, gazateler: Filanca ülkede yaşayan Türk asıllı kimyager, bilinmeyen bir kristali keşfetmiş, adını MEDİTİARNE koymuştur( Türkçe terim kullanmayı düşünemiyor veya utanıyor- Türkiyede yaşamadığına da özel dikkat, ya bu ülkede buldum deseydi ? )
Bizden başka dillere geçen yoğurt, pastırma, dolmuş gibi birkaç kelimeni, terimler içerisine sadece Behçet hastalığını keşfeden doktorumuzun adının verilmesi bu yüzden çok manidardır. Yabancı kavramları ve terimleri öğrenmekte çok zorluk çeken öğrencilerimiz yüzünden bir türlü de kafaları değiştirmeyi başaramamakta, bilimde ve sanatta atılıma geçememekteyiz. )
Bu yüzden bir alim ve sanatçının bizim insanımız gibi davranmaya, düşünmeye, giyinmeye, konuşmaya, oturmaya, hatta tuvalete gitmeye bile hakkı yoktur. Hem bu heriflere bakarız ki , gözü, yüzü, kulağı, kıyafeti vb bize benziyor. O halde nasıl alim ya da sanatçı olabilir diye sormaz mıyız hiç. Hiç tıpkısının aynısı bizim gibi bir ademoğluna benzeyen bir adamdan biz olamadık da , o ne cüretle olmaya kalkışıyor değil mi kardeşim? Millet " Ulan benim bundan ne farkım var, bu da aynı benim gibi konuşuyor, davranıyor, geziniyor hatta çişini yapıyor, bundan alim mi olurmuş , demez mi ?
Demez mi kardeşim ?
Kıssadan hisse alim veya sanatçı olacak adam , Türk insanına benzememelidir. Allahtan torpilli doğmadığına, bir yerinden ilahi bir işaretle dünyaya gelmediğine göre, her şeyiyle sokaktaki adama benziyorsa , alim ya da sanatçı olduğu nerden belli olacaktır?
Bir adamın alim olduğu, sanatçı olduğu, nasıl belli olacaktır ? Nasıl belli olacaktır? Bize benzeyen adamdan bunlar olur mu hiç kardeşim ? Olur mu ?
Kabuk değiştirebilmemiz bu kafanın değişmesiyle mümkündür. Bu değişimi sağlatmak vazifesi ise ediplerin , şairlerin görevidir ve fizikçilerimizin matematikçilerimizin başarabileceği bir şey değildir.
Milletlerin düşün sistemlerini organize ve koordine vazifesi edebi eserlerindir. Onun için bizlerin temel misyonu budur .
Bizlerin temel misyonu Türk insanın herşeyi başarabileceği fikrini insanlarımıza kabul ettirmeyi başarmaktır. Yaratılmışların eşit yaratıldığı, en doğal fikirlerden birisi olması gerektiğine göre, Türk insanı olarak da da herşeyi başarabileceğimiz öz inancına sahip olmalıyız.
Bizlerin misyonu budur ve bu olmalıdır.
YORUMLAR
Oy oy oy dirhemini işiten bu yazının, delirmez de ne eyler?
"Yeter" Diyorsunuz ki bir çok yer de hemfikirim sizinle..
Bir ayrımında altını çizmeden edemiyorum..
"Kendi tarihini okumakda zay" bir toplum, okuma alışkanlığı edinememiş velakin ele kalemi aldımı, mangal da kül bırakmayan bir toplumunda; bilmediği bir tarihi yazma hevesi, yanısıra her hissi aşk zannı ile hüsrana sürükleyen ve yağdı yağmur çaktı şimşek olayı doğaldır, gibi geliyor bana...
Sizin bu emek ve haklı serzenisiniz ile bezeli yazınıza hitaben, bir paylaşımda bulunmak diliyorum öyle ise ben de..
Lütfedip okuyanlar anlayacaklar ne demek istediğimi..
Türk edebiyatına, (EGO) benlik istilasından kurtulmuş, kişilik ve karaterini oturtmuş,tarihini bilen, edebiyatı bilen, okumayı araştırmayı bilen, kişiler hizmette sınır tanımıyorlar, bu biline!
Avrupa da yaşayan dilinin, " HE BİLİOM YAPİYOM" dan ibare olmadığını bilen ve öğrenme aşkı ile piştim satavatından uzak, pişmek dileyen bir zat olarak takipteyim, Avrupa da en azından Türk edebiyatı adına neler yapıylıyor...
Sizlere sunacağım örnek, beni bu konuda onurlandıran bir işlevdir...
Hayır durdurmalı beni birileri, yoksa saatlerce bu edebi görüşleriniz adına yazacağım...
Misyon diyorsunuz hani, dik duruş gerek, asalet gerek, bilimi mantık ile yürekde harman gerek..
Her daim rasatta göz gerek...
Hatıra katır eti yemeden zay gerek..
Hayırıda evetide zamanında bilmek gerek...
Gerek de gerek işte!
Alinti yapacağim yazi Avrupa, Türk medyalarinin ortak yayınıdır ve dolayısı ile alıntıdır.
**************************************************
Geçen hafta Viyana'da gündem Türk edebiyatıydı. Nedim Gürsel, Sema Kaygusuz, Murathan Mungan, Elif Şafak ve Hasan Ali Toptaş çeşitli etkinliklere katıldı
VİYANA - "Gecenin karanlığında rahatça dolaşabilirsiniz, Viyana çok güvenli bir kent, özellikle de Türk kuşatmasının başarısızlığından sonra!" şakasını yaptı Walter Famler, Türkiye'den davet edilen bir grup yazarın günbatımında kenti keşfetmek üzere yola koyulduğunu görünce. Walter Famler, Viyana'da 'Sonbaharda Edebiyat' etkinliğini bu yıl Türk edebiyatı çerçevesinde düzenleyen Alte Schmiede derneğinin genel sekreteri. Alte Schmiede ise, Viyana'nın saygın ve köklü bir edebiyat kurumu. Son dört yıldır kapılarını farklı ülkelere açarak, ilgili ülke edebiyatına karşı Avusturyalı okurlarda bir merak ve heves uyandırmayı hedefliyor.
9-11 Kasım tarihlerinde Viyana'nın merkezinde yer alan Odeon Tiyatrosu'da gerçekleşen etkinlik Türk edebiyatına ayrılmıştı. Edebiyatımızı Nalan Barbarosoğlu, Faruk Duman, Nedim Gürsel, Sema Kaygusuz, Murathan Mungan, Elif Şafak, Ömer Şişman/Ann Cotten, Hasan Ali Toptaş, Ayfer Tunç, Murat Uyurkulak ve Neşe Yaşın temsil ettiler. Katılan yazarların eserlerinden bazı bölümlerin Türkçe aslından ve Almanca çevirisinden
okunmasının yanı sıra, etkinlik çerçevesinde 'Bastırılmış Tarih' temalı bir de panel düzenlendi. Panelde, farklı coğrafya ve dönemlerde tarihin, tarih yazıcının duruşuna göre şekillendirilmeye çalışıldığı üzerinde duruldu. Alte Schmiede tarafından yayımlanan ve yaklaşık 25 bin okura ulaşan bir edebiyat dergisi olan Wespennest ise Türkiye'ye ayırdığı 148. sayısında, Ahmet Büke, Murat Gülsoy, Sema Kaygusuz, Birhan Keskin, Elif Şafak, Hasan Ali Toptaş, Ayfer Tunç, Ahmet Ümit, Elif Türk, İzzet Yasar ve Neşe Yaşın'ın eserlerinden çevirilere yer verdi. Türk edebiyatına yönelik en önemli ve kapsamlı organizasyon olması anlamında Avusturya'da bir ilk olan bu etkinlik, Avusturya televizyonu ve basınında da iyi bir yankı buldu.
Son dönemde gözlemlediğimiz, Türk edebiyatına yönelik bu ilginin nereden geldiği sorusunun yanıtlarından birini, Börte Sagaster ile birlikte etkinliğin küratörlügünü üstlenen Catharina Dufft verdi: Orhan Pamuk'un önce 2005 yılında Almanya'da Barış Ödülü'nü, ardından da 2006'da Nobel'i alması dikkatlerin Türkiye'ye yönelmesindeki önemli etkenlerden biri oldu. Pamuk'un aldığı bu ödüller, Türkiye'de nitelikli, özgün, geniş yelpazeli bir edebiyat olduğuna dair farkındalık yarattı. Bunun dönemsel bir ilgi olduğunu düşünmüyorum, çünkü Türk edebiyatı gerçekten zengin ve çok yönlü. Kısa sürede kendisine dünya edebiyatında sağlam bir yer bulacağına inanıyorum. Bu durumu, bugün dünya edebiyatında önemli yeri olan Güney Amerika edebiyatının tüm zenginliğiyle keşfedilmesinde Marquez'in aldığı Nobel ödülünün bir payı olmasına benzetebiliriz belki." Walter Famler ise bu noktanın kendi kararlarında nispeten küçük bir rol oynadığını, Türk edebiyatına daha çok Doğu ile Batı, Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasında kalan bir ülke olarak Türkiye bağlamında ilgi duyduklarıni açıkladı.
Açılış Elif Şafak'tan
'Sonbaharda Edebiyat' etkinliğinin açılış konuşmasını Elif Şafak yaptı. Türk edebiyatının seçkin yazarlarıyla bir arada yer almaktan duyduğu memnuniyeti dile getirerek başladığı konuşmasında Şafak, yazarın 'biz' ve 'onlar' gibi, ötekileştirmeye yönelik bir düşüncesinin olamayacağını, yazarın dünyasında empati sözcüğünün anahtar rol oynadığını belirterek,
onun asıl gücünün kahramanlarıyla duygudaşlık kurabilmek, aynı hikâyeye farklı bakış açılarıyla yaklaşabilmekten geldiğini ifade etti. Elif Şafak, politikanın öncelikli olarak konuşulduğu günümüzün kutuplaşmış dünyasında esnekliğin engellediğini ve bunun bir sanatçı için çok zor bir durum olduğunu belirtti. Edebiyatın politika üzerinden konuşulmamasının ve kitapların içindeki hikâyelerin kendilerini özgürce aktarabilmelerinin önemine değinen Şafak, konuşmasında ayrıca, duvarlar örüp sınırlar koymak yerine, bu duvarları sorgulamamız gerektiğini, farklılığın ve çeşitliliğin aslında bir zenginlik olduğunu, bireylerin ve toplumların tek bir kimliğe hapsedilemeyeceğini vurguladı.
Bugün bir şakaya dönüşmüş bile olsa, kentin toplumsal belleğine -beraberinde tedirginliği çağrıştıran bir şekilde- nüfuz etmiş iki Viyana kuşatmasının ardından, bu kez Türk edebiyatçılarının başarıyla gerçekleştirdiği III. Viyana Kuşatması, bize kadim bir hakikati hatırlatmakta: toplumların birbirlerine yaklaşmasında kaba kuvvetle toprakları değil, sanatın açtığı iletişim yoluyla zihni ve kalbi fethetmenin en etkin araç olduğu hakikatini...
Bizlerin temel misyonu Türk insanın herşeyi başarabileceği fikrini insanlarımıza kabul ettirmeyi başarmaktır. Yaratılmışların eşit yaratıldığı, en doğal fikirlerden birisi olması gerektiğine göre, Türk insanı olarak da da herşeyi başarabileceğimiz öz inancına sahip olmalıyız.
taktire değer bir çalışmaydı...
size katılıyor ve de kutluyorum sizi...
Her milletin her çağda yüklendiği misyon farklıdır.Olaya biraz buradan bakmalı.Problem Osmanlı'ya ait değilki,genelde doğu dünyasının özelde islam dünyasının genel problemidir.Algılama biçimimiz mutlaka değişmelidir,terbiye sistemimizde varsa.Bizim kültürümüz büyük adamlara temenna eder ama,yetişmesi için önünü açmaz.Oğulun babayı geçmesine tahammül edilmeyen bir iklimde,oğul,duvara çivi çakmaktan bile aciz kalır.Çoğu insanımız elli yaşında bile reşit değildir.Yara sanılandan çok derindir.Bir zihniyet ihtilaline ihtiyaç var.Güneşi yenilemek belki zor ama,gözümüzü ve gönlümüzü yenilemek zorundayız.Kutladım efendim.Selam,saygı...
Kabuk değiştirebilmemiz bu kafanın değişmesiyle mümkündür. Bu değişimi sağlatmak vazifesi ise ediplerin , şairlerin görevidir ve fizikçilerimizin matematikçilerimizin başarabileceği bir şey değildir.
...........................................................................Evet doğru; çünkü bu insanların öncelikle bir temel yaşam felsefeleri vardır. Felsefe'nin olmadığı yerde düşünce gelişmez.Saksıda çiçek değildir beyin çünkü; kısaca bir şiirimde şöyle dile getirmiştim.
BONSAİ
______
İŞ HAYATI EKSİDE
AŞK HAYATI ASKIDA
BÜYÜMEDİ AKLIM HİÇ
KISIR ÇİÇEK SAKSIDA!
SEVGİNİN SAYGININ ÖZGÜR DÜŞÜNMENİN OLMADIĞI ,HERKESİN BİRİNCİ TEMEL SORUNUN CAN VE MAL GÜVENLİĞİNE DÖNÜŞTÜĞÜ BİR ORTAMDA BİLİMSEL DÜŞÜNCENİN GELİŞİP SERPİLMESİ OLANAĞI YOKTUR.
KİTAPLAR KAÇ DÖNEM YAKILIP TOPLATILDI BU ÜLKEDE; KAÇ ASKERİ DARBE YEDİK.AKLIMIZ DUMURA UĞRATILDI ARTIK DÜNYA SIRALAMASINDA EKEONOMİK REFAH DÜZEYİ OLARAK KAÇINCIYIZ BAKMAK YETERLİ...KEZA HER ŞEY ÖNCE SAĞLAM EKEONOMİ TEMELİNDE YÜKSELİYOR.BİR DE İLİM İLE BİLİM KAVRAMI TARTIŞMASI YAŞANIYOR SIK SIK...
DOĞMATİK BİR FELSEFİ TEMELDE BİLİM DARAĞACINA ÇEKİLECEKTİR HEP.
Atatürk'ün o nedenle << Ben size hiç bir manevi miras bırakmıyorum...benim tek bıraktığım miras pozitif bilmlerdir, bilimin yol göstericiliğinin dışında da hiç bir mürşit kabul etmiyorum biçiminde söylemleri vadır. >>
SAYGIMLA KUTLARIM DEĞERLİ KALEMİNİZİ.+ 10
Şaban Aktaş tarafından 10/31/2008 12:34:56 PM zamanında düzenlenmiştir.
Değerli AYHAN BEY kardeşim, Osmanlıdaki imparatorluk düşüncesi , duraklama döneminden beri dönmelerin sadaret heğomonyası söylediğiniz gelişmelere yol açmıştır.
Son dönmelerinde asli unsur çok çok daha ezilmesine rağmen asli unsurlar , gayri unsurların başkaldırısı yüzünden seslerin bile çıkartmaya gönülleri razı gelmemişti.
Yazıdaki olaylar eski ama olanlar hala tüm sıcaklığıyla yaşanmaktadır. Örnekler eskiden alınsa da vurgular günümüzedir. Bu gün bu kafanın osmanlı ile tarihe karıştığını söyleyebilir misiniz ?
Olaylar eskiye vurgular günümüz kafalarınadır. YAZI DEĞİŞEN ÇAĞLARA RAĞMEN DEĞİŞMEYEN düşünçe saplantılarımıza ithafen yazılmıştır.
sizin anlattığınız çakma sanat maddi ihtiyaç kaygısını taşımaya başladığı noktada ticarete dönüşüyor... daha fazlası için insanlar hep bir adım ilerisini görmek adına bu tuhaflıklara yenisini ekleyebiliyor... oysa sanat değer katmak içindir, eksiltmek için değil...
ülkemizde televizyona çıkıp böğürenlere bile sanatçı denildiği için sanatın gelişememiş olması normaldir diye düşünüyorum...
saygılar hocam
Sanatın temelinde özgürlük, günümüze kadar ki yönetim temellerinde isa biad kültürünün hakim olması sanatın serpilip gelişmesini engellemiştir.Bu nedenle sanatın (toplumcu-gerçekçi) Gaza sistemi temeli üstüne kurulmuş Osmanlı ve uzantılarıyla barışık olması mümkün olmamıştır.Biraz uç veren sanatçıların başına gelenleri yazınızda bir güzel anlatmışsınız.Biz Türkleri Osmanlıya yamamaya çalışan statükocu zihniyet şunu bilmelidir ki Osmanlı da en çok Türkmen boyları zulüm, baskı ve talan görmüşlerdir.Çünkü vergi ve haraçla düzeni sağlayan Osmanlı yönetimlerinin yoksul türkmenlere zulümlerinin altında bu gerçekler yatar.Bir Türkmen yiğidi ve ozanı olan Dadaloğlu'nun ferman padişahın dağlar bizimdir yakarışının, bir başka Türkmen ozanının ise 'Eğeri yaltak Osmanlı, Şayağı kaltak osmanlı, ekmede yok, biçmede yok, yemede ortak osmanlı' demesinin altında hep zulümlere başkaldırı yatar.Şeyh Bedreddin'lerin, Pirsultan'ların katledilmeleri de bu yüzdendir.Saygılarımla.