- 499 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Birinci Cümle
“Defterimizi bitirdim sevgilim.”
Yatak odamın kapısında tülden geceliğiyle bittiğinde ona ‘burda ne arıyorsun’’ diyebilmek için gözlerimden, yanaklarıma kadar her türlü kasa ve kemiğe komut verdim. Nafile. Ağzını açmaya davranan bir kekeme gibi beceriksizce sesler çıkarabildim ancak. Üst dudağımla dişlerim arasındaki yer tahıl tozu topaklarıyla kabarmıştı sanki. Dudağım sıkı sıkıya kapatılmış pembe bir panjur gibi titredi. Titrer haldeki bu setlere alfabetik dalgalarım çarpıp geri döndü ve tüm çabalamama rağmen sözcüklere dönüşmedi.
Havsalamda gezinip duran soruyu anlamış gibi gözlerime baktı. Durduğu o yerde başparmağıyla gerdanına yumuşak dairemsi şekiller çiziyordu. Eskiden bunu yatağa girmeden önce yapardı. Kadınlara has bir heyecan yaratma şekli diye düşünürdüm.
“Teslim etmeye geldim.”
Irene, mezarında çürümekte olan eski sevgilim yaklaşmış, yatağın ayak ucunda duruyordu. Kollarının hatırladığımdan uzun olması içimi titretmişti. İki eliyle ortasında eflatun yaprak biçiminde yaması bulunan defteri uzatmış belli belirsiz sırıtmaktaydı. Tülden şeffaf geceliği sanki defterin ortasındaki yamadan etkilenmişçesine krem renginden eflatuna dönüyordu. Kara ve küt kesimli saçları çıkık elmacık kemiklerini belli edecek şekilde başına yapışık durmaktaydı.
“Gitmeden önce bahsetmek istediğim şeyi de göstereceğim sana. Eksik satırları yani.”
Bir yıl beraber yaşadığım kadında ona ait olmadığına bahse girebileceğim bir şeyler mevcuttu. Hemen sayamayacağım ayrıntılar. Birden çevik bir hareketle yatağın üstüne çıkınca ağzım yine sessiz feryatlarından birini salıverdi. Deli gibi tepinmek, avazım çıktığı kadar haykırarak sokağa fırlamak istiyordum. Kollarıyla orantılı normalden uzun görünen bacaklarını örten tülü kaldırarak iç çamaşırını aşağıya sıyırdı ve yorganın üzerinden tam kucağıma oturdu. Kendi artık var olmayan birinin ağırlığının olması kaldırılamaz bir kâbus katmanıydı.
Niyetini sezebilmek için yüzüne baktım. Yüzü hatırladığımdan biraz farklıydı. Gözlerinin badem yeşili olmadığını gördüm. Bana çevrik gözleri şimdi kahverengiydi. Çok aşinaydılar. Bir yerden… Aman tanrım, olamaz, ama bu benim… Benim gözlerimdi.
Hiç istifini bozmadan oturduğu yerde beni süzmekteydi. Birkaç ay önce olsa heyecan verecek bu sahne nedeniyle şimdi dayanma gücüm sınırına toslamak üzereydi.
Öldüğünü gazetelerden öğrenmiştim. Nedense gazeteler olayı baş sayfaya taşımışlardı. Sigara almak için durduğum bir büfenin tezgahında yan yatmış olan gazetedeki resmini gördüğüm an çevremdekilere ama ben onu tanımıyorum dememek için zor tutmuştum kendimi. O fotoğraf…bir zamanlar cüzdanımda taşıdığım fotoğrafının eşiydi.
“Bak bana verdiğin defterin her sayfasına bir gün doldurdum. Benden önceki sevgilin de tamamladı bunun gibi bir tanesini. Ondan önceki de ve ondan bir önceki de. Bana söyleyebilirdin sevgilim erotik satırlar koleksiyonun olduğunu. Belki o zaman. seni terketmek zorunda kalmazdım.”
“Ama bunların hepsi senden önceydi, biliyorsun,” dedim. Sesime kavuşmanın şaşkınlığıyla devam ettim. “İlk sevgilim olmadığını da. Kadınlardan birkaç hatıra aldıysam… Kimisi fotoğraf arşıvcisi. Bense söz.”
Cevabıma karşılık olarak üzerimdeki basıncı artırdı. Az önce fısıldayan sesi bir patlama gibi gürledi. Kolları hâlâ uzamaya devam ediyormuş gibiydi. Gırtlağıma bir piton yılanı gibi dolanacaklar düşüncesi dayanılmazdı. Son soluğun ciğerlerime dolmasından sonra kemiklerimin kırılırken çıkardığı sesi duyacaktım. Kollar kuşkularımı doğrularcasına bana doğru uzanırken avazım çıktığı kadar çığlık atmaya başladım. Duvarlardan garip bir şekilde yankılanan sesim korkumu artıran bir etki yapıyordu. Sonra birden kollarını geri çekti. Şimdi daha sakin görünüyordu.
“Ahh, anlıyorum. Benden önceydi. Yine de ilginç bir hastalık olduğunu itiraf et. Her kadına cins defterlere notlar tutturmak, bunu ilk kez yaptığın yalanını kıvırmak itiraf et ki sana inanılmaz bir haz veriyordu. En mahrem şeylerini eflatun el yazılarıyla okumak sonradan, sana…”
Birden sancı tutmuş gibi kasılınca sözleri yarım kaldı. Yüzü acıyla buruştu. Ellerini kasıklarından aşağıya doğru bastırmaya başladı.
“Evet sana vereceğim esas şey de bu.” dedi acıyla tizleşen bir sesle.
“Söylemeyi çok isterdim.”
Kasıklarına baktığımda beyaz, şekilsiz bir şeyin yorganın üstüne doğru uzadığını gördüm. Kımıldıyor muydu o şey? Dışardan odaya sızan ışık odayı yeterince aydınlatmıyordu. Ikınması bittiğinde yatağın üzerinden çekildi. Böylelikle yattığım yerden ilk kez doğrulma imkânı buldum. Gördüğüm şeye inanamıyordum. Yorganın ortası o beyaz şeyle beraber dışarı akan sarı sulardan leke tutmuştu. Biraz genişlemiş olan lekenin ortasında duran o beyaz şeyin içindeki ince pembe damarları seçilebiliyordum şimdi. Kafasının daha aşağısında beyaz bir çıkıntı halinde göz tepeciği vardı. Eğer buna kafa demek mümkünse vücuduna göre epey büyüktü. İki ya da üç aylık bir cenindi bu. Dehşetle İrene’ye baktım. Gazete küpürleri hızlı bir fener alayı gibi gözümün önünden geçmeye başladı.
İrlandalı kadın kürtaj esnasında hayatını kaybetti. Aile hastane yetkililerine dava açmaya hazırlanıyor.
Kızın ailesini ziyaret edip taziyede bulunmak bir an için aklımdan geçmişti. Anne ve babasının yüzüne bakamayacağımı düşünmüştüm nedense. Mezarlıktaki töreni de uzaktan seyretmiş, tek bir damla bile yaş dökmemiştim. En ön sırada olsam hüngür hüngür ağlayacağımdan adım gibi emindim.
“Sana söyleyecektim, diğer defterleri görünce çok derinden yaralandım. İlk sevgilin değildim, ama sıradan bir kadın olmaya da tahammül edemezdim. Yazdığı satırlar bitince hayatından çıkıp gidecek bir kadın. Şehrazat’tan önce bir gecelik birliktelikleri olan onca kadından ne farkım vardı?”
Yataktaki cenin yavaş yavaş kurumakta olan lekenin ortasında ‘flop, flop’ diye ses çıkardı. Beyaz perdesini yırtan minnacık kara bir nokta sağa sola bakınmaya başladı. Olmayan bacaklarına rağmen bana doğru dönmeyi basarabilmişti de. Kara göz üzerime dikkat kesildiğinde sol elimle sıkı sıkıya kavradığım yorganı üstümden adeta atarak tiz bir çığlık koyverdim. Yataktan fırlayarak kendimi pencere tarafına attım. Irene avurtları çökmüş bir halde hâlâ yatağın gerisinde duruyordu. İri elmacık kemikleri daha da dikkat çekiyordu şimdi. Sırtım pencerenin pervazına dayanmıştı. Irene eline nereden aldığını farkedemediğim eflatun renkli bir dolma kalem bana doğru uzattı.
“Ne zahmetlerle getirdim bebeğimizi sana sevgilim. Maalesef bu davranışından ötürü sana bir hesap pusulası vereceğim. Dayanabileceğin bir acı olacak. Bayılarak falan duraklayamayacaksın. ”
Normalden biraz kalın dolmakalemle ne yapmak niyetindeydi acaba? Kesici olmasına kesici değildi ama…Yine de kalemi uzatışı, benimkilere gittikçe daha çok benzeyen kahverengi gözleri nabzımı kırbaç yemiş bir at gibi koşturmaktaydı.
“Benden ne istiyorsun? Onlar sadece birkaç defter, sadece birkaç sayfa yazı.”
Kadın hiçbir neşe hatta alaycılık emaresi bile taşımayan katmanlı ve saf korku çağıldayan bir kahkaha attı. Şuh olmaktan çok uzaktı. Sanki sisli bir gecede mezarlarından çıkmış koca bir iskelet korosu cadılar gecesine hazırlık yapmaktaydı.
Başını tavana doğru kaldırdı. Elindeki kalemi kaldırarak bir kedinin fındık faresine yaptığı gibi rahatlıkla yutuverdi. Şaşkınlıktan pencereye yapışıp kalmıştım.
Gözlerini bana çevirdiğinde az önce o cenini doğururken olduğu gibi tekrar sancıya tutulacağını sandım. Olmadı. Hafif bir kıkırtı koyuvererek güldü, o zaman İrene’nin o sevimli gamzelerini hatırladım. Bir mezar gibi derinleşmişlerdi.
“Her cümle için yine geleceğim. Her gelişte birini sileceğim.” derken sesi her taraftan yankılanıyordu.
Tüm o defterleri hatırladım birden. Sekiz defter. Cümle sayısını tanrı bilirdi. Üç bin, dört bin? O korkunç kahkahası odayı tekrar doldurup ruhumu silkelediğinde dizlerimde yeniden derman buldum ve kaslarım sonunda harekete geçti. Yarım yamalak dualar haykırarak odayı geçtim. Beş metrelik hol bitmez tükenmez bir tünel gibiydi. Ayaklarım som altından dökülmüş gibi ağırdı. Neyse ki, donuk akan saniyeler sonrasında elim kapıya dokundu. Arkama bakacak halim yoktu. Kapıyı açtım ve kendini sokağa attım.
*
San Paulus kilisesinin tahta sıralarına oturmuş bildiğim duaları talim etmekteydim. Yoldan çıkmış bir protestan olarak katolik birinin nasıl dua ettiğini bilmiyordum. Aslına bakılırsa küçükken yemek masasında icra edilen kısa süreli dualardan başka dua etmişliğim de yoktu. Az önce günah çıkarmak için oturduğum iskemlenin önündeki tahta odacığın mazgalının arka tarafındaki perde açıldığında bir an koşa koşa kiliseden çıkmak istedim. Rahibin “anlat evladım , kalbini kıstıran şeyi.” diyen şefkat yüklü sesini duymasaydım, evi boyatacağım bahanesiyle arkadaşımda yatmaya devam edecek ve o gece olanlardan kimseye tek söz etmeyecektim. Perdenin arkasındaki ses anlattıklarımı teker teker dinledi. Görmememe rağmen rahibin boynuna zincirle asılı olan haçı sımsıkı kavradığını hissediyordum. Irene katolik olduğu için buraya gelmiştim. Gidebileceğim başka bir yer de aklıma gelmemişti doğrusu.
“Bunlardan öyle anlaşılıyor ki vicdanınız size kötücül rüyalar ayartıyor. Sizi ferahlatacak ve sevap kabul edilecek davranışlarda bulunun. Zamanla tanrının izniyle bu tür düşlerden tamamen kurtulacaksınız. Her aklınıza gelişte tanrıdan af dileyin evladım. Ben de sizin için dua edeceğim.”
Bu olayın üstünden bir hafta geçti. Bu zaman zarfında eve hiç gitmedim. Eflatun ve defter kelimelerinin baskısıyla geceler boyu düşünerek bir sevap icad ettim. O kadınlara aldığım defterlerden sekiz tane edindim ve kilisenin korosunda bulunan çocuklara dağıttım. Dağıtmadan önce uzun süre onlarla sohbet ettim. Anne ve babalarına, çevreye ve diğer insanlara karşı hatalarını yazmaları şartıyla defterleri kendilerine hediye edeceğim sözünü verdim. Çocuklardan zenci olanı buna benzer bir defter tuttuğunu, hatalarını böylelikle itiraf ettiğini ve tanrı’dan bağışlanma dilediğini anlattı. Ben de ona bundan sonra artık aynı işlemi bu deftere tekrarlamasını söyledim. Çocukların yanından ayrıldıktan sonra kendime de aynı defterden aldım. O kadınlara hiçbir zaman gerçekleri fısıldamadığımı itiraf ettim ilk sayfaya, evet gerçekten bunu kendime de itiraf ettim ve benim için belli belirsiz olan bir merciden özür diledim.
Haftanın son günü çilingir çağırıp kapıyı açtırdım. Kendimi deli gibi evden atarken anahtarlarım bir yana ayakkabı giymek bile aklıma gelmemişti. Sabaha karşı kapısına dayanıp kendisinde kalıp kalamayacağımı sorduğum arkadaşıma bir sevgiliyle kavga mavalını uydurmuştum. İnanmış mıydı emin değilim, ama bilgelik yanı ağır basan bir karakteri vardı. Tek soru bile sormamıştı. Ayrıldığımda evde değildi. Bir teşekkür mektubu bırakarak evinden ayrıldım. Ödünç aldığım elbise ve ayakkabılarını daha sonra münasip bir hediye ekiyle geri vermeyi düşünüyordum.
Eve girince yaptığım ilk iş yatak odama bakmak oldu. Yorgan gerçekten de fırlatılmıştı. Kaldırdığımda ne ceninden ne de sarı büyük lekeden bir artık vardı. İçim rahatlamıştı. Evin diğer bölümlerinde de olağandışı bir duruma rastlamadım.
Oturma odasındaki koltukta otururken sürekli korku verici bir düşünce tarafından rahatsız edilmekteydim. Bir şey vardı. Çok önemliydi. Onu ıskalamıştım bakınırken. Kalkıp tekrar aramaya başladım. Her yere yavaş yavaş bakarken son noktaya gelince rahatlayacağımı düşünmekteydim ki, gördüm onu.
Çalışma masamdaki kalemlikte duran o şey…Tüylerim diken diken olmuştu. Onu oraya ben mi koymuştum? Bir arkadaşın hediyesi miydi? Öyle bir kalemim var mıydı? İlk bakışta niye görememiştim peki bu kadar kocaman şeyi? Kâbustakinin tıpa tıp aynı gibi görünen kalın eflatun dolma kaleme yakından baktım. İnançlı bir kızılderilinin bir toteme bakışı da böyle bir şey olmalıydı.
Kalem birden etrafında kuşak kuşak haleler varmış gibi tiril tiril titredi. Gözlerim yanılıyor olmalıydı. Odadaki ışık, halkalar etrafı gittikce aydınlatırken İrene’nin tülden geceliğinin rengine bürünüverdi. Ciğerlerim ağdalı ve köpüklü bir korku özüyle dolmuş gibiydi. Nefes almakta zorlanıyordum. Panik denen hiçbir yere sığmaz şey ayaklarımı harekete geçirdi. Dış kapıya koşar adımlarla vardım. Tokmağa varacak, dokunacak ve çevireceği elimi hayal eden yanımı hayal kırıklığı bekliyordu.
Ayaklarımı istediğim yöne sürememekteydim. Anlıyordum. Kâbus buradaydı. Gece devam ediyordu. Hiç bitmemişti. Ne o kilisede bulunmuş, ne de o çerçiciden defter toplayarak çocuklara dağıtmıştım. Arkadaşımın evine gitmemiş, üzerine tıpatıp uyan ayakkabı ve pantolonu giymemiştim. Hiç soru sormayacak bir arkadaşa da kim sahipti ki zaten. Beni kandırdı. O gecenin içindeydim hâlâ.
Belleğimi de kısıyor mahsus yer yer. Felaketimi azar azar tadayım diye. Evinde kaldığımı sandığım arkadaşım falan değildi. İrene’nin kız kardeşinin kocasıydı o. Hiç samimiyetimiz yoktu. Bir dara düşsem kapısını çalacağım son kişiydi yani. Onda kalmış gibi olmam cezanın bir parçası. Ölümünden önce beni arayıp İrene’nin birkaç saat sonra kürtaj olacağını haber vermişti. İstesem engellerdim. Yapmadım. Uzun boylu, şişko dev gibi birisiydi. Hiçbir giysisinin bana uyması mümkün değildi. Ayakkabılarını, pantolonunu bana vicdanımın ağrısı uydurmuştu.
Gerçeğin sert tokatıyla gücüm kesildi. Fizik yanım direnmeyi bıraktı. Bulunduğum yerden holü ve diğer odaları göremiyordum. İrene oralarda bir yerde. Biliyorum. Sadece biraz nefes alıp korkuya daha çok dayanabilmem için küçük bir ara vermişti. Bir de manen çökertmek için sahte umut tabii. Papaz da, arkadaşım da, korodaki çocuklar da oydu. Her şey oydu. Sokak, gün ışığı, tanrının evi ve gelip geçenlerin gölgeleri. Ve de kalem tabii.
İçerden bir hışırtı duyunca irkildim. Geliyordu.
“Her cümle için bir gece geleceğim.”
Toplam kaç cümle yazılmıştı o defterlere acaba? Üç bin, dört bin? Bu daha birincisiydi ve hâlâ sürüyordu.
Ezgi Gürçay 2008