- 1464 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Canan Öyküsü
BİR CANAN ÖYKÜSÜ
İlk kez bir mezarlığın içine giriyordu.Tuhaf duygular sarmıştı benliğini. Hafif bir ürpertiyle göz gezdirdi etrafa.Bildiği,dışardan gördüğü diğer mezarlıklar gibi değildi burası.Ulu karaselviler, koyu yeşil ağaçlar yoktu. Kızıl bir çoraklıktı heryer. Kupkuru mermer mezar taşları ve kimilerinin üzerlerinde kurumaya yüz tutmuş çiçekler dua bekleyen ölüler gibi su bekliyordu ziyaretçilerinden. Çevresine bakındı bir çeşme bulmak ümidiyle. Bir yandan da bildiği sureleri okuyordu durmadan. Onların da kendisini görüp görmediklerini düşünüyordu. Bu konuda pek çok şey söylenirdi halk arasında. Kendisi de okumuştu kitaplarda Ölenlerin mezardaki hallerini ama emin değildi yine de. Hem onların gözlerini üzerinde hissediyor hem uyuduklarını ve farkında olmadıklarını düşünüyordu. Korku mu? Hayır. Mezarlıktan ,orada yatanlardan korkmuyordu. Onu korkutan ruhları da değildi.Orada tuhaf bir şeyle karşılaşmak da değildi. Tüm bu çocukça ve cahilce korkuları aşalı çok olmuştu. Gözleri bir yandan belli bir ismi arıyor bir yandan da çeşme bulmayı umuyordu. Bir süre mezar taşlarını okumaya daldı, isimlerini, tarihlerini.. kimi yaşlı, kimi genç, kimi çocuk hatta bebek yaşta ayrılmışlardı bu hayattan. “Her insan ölecek yaştadır.” sözünü hatırladı içi ürpererek…
Aradığı mezarı görünce yavaş yavaş o tarafa yöneldi. Bacakları ağırlaşmış, vücudunu taşımakta zorlanıyordu.Yerçekiminin bu kadar kuvvetli olduğunu hiç hissetmemişti daha önce. Bazen ne kadar da hafif oluyor, bazen ne kadar güçlü… Değişen yerçekimi gücü mü, yoksa bizim direncimiz mi..Cevabı belli olsa da bu soruya taklıdı bir an.Son direncini de yitirse toprak içine çekecekti sanki. Mezarsız ve diri bir halde kendini toprağın altında düşündü bir süre. Nasıl bir duygu olacağını hayal etti. Hem güzel hem rahatsız edici olmalıydı. Eğer bilinci uyuyorsa ve hiçbir şey hissetmiyorsa insan, bu muhteşem olurdu. Ama ya değilse, ya tüm olan biteni bilinç ya da ruh hissediyorsa…
//Canlıyken bir sinek ısırmasından bile rahatsız olan ben, nasıl toprağın tüm haşerelerinden rahatsız olmamayı başarabileceğim? Ya yılanlar, çiyanlar, akreplerle nasıl baş ederim? Onlar etimi ısırırken, cesedimi tüketmeye çalışırken dayanabilir miyim? Peki, bırakalım çiyanları, yılanları, böcekleri. Onlardan daha beteri de var inandığıma göre. Ateş!...Azap!...Hesap!... Tüm bunlar olmasa ölüm ne kolay, ne güzel olurdu. Bu dünyaya bağlı biri değilim nasılsa. Daha başka ne yaşamak isterim ki dünyada! Yaşamanın acısı ve külfeti her geçen gün sırtımda ağır bir yük. Ölümü özleyen biriyim ama bir yandan da korkuyorum sınıfta kalmış biri olarak toprağa gitmekten. Tüm yaşamım bir fiyasko ve hâlâ bütünlemelerdeyim. Teorik bilgilerle geçirmiyorlar öğrenciyi, uygulamalarda bırakıyorlar. Üzerimdeki ağırlık, yerçekimi her geçen gün beni toprağa biraz daha gömüyor. İrade felcinin tedavisi var mı acaba?...//
Daldığı derin düşüncelerden uyandı fakat sersemliği hala geçmemişti üzerinden.
Mezarın etrafında dolandı, ne tarafa duracağını bilemedi; ayakta mı durmalı yoksa çömelmeli mi? Ellerini açtı ve dua etti,orada yatan ve diğer merhumların ruhuna bağışladı. Dedelerinin, büyük annelerinin, bebekken ölen kardeşinin ve çok sevdiği arkadaşlarının ruhlarına da bağışladı. Çiçeklere baktı, mermerin içinde, kupkuru toprağın üzerinde ne kadar zavallı ve ölgün duruyorlardı. Çeşmeyi aradı bir süre.Giriş kapısının solunda buldu onu.Hayret! İçei girerken görmemişti. Birkaç su kabını doldurup mezara taşıyıp suladı çiçekleri. Güneş tüm kızgınlığıyla yakıyordu ortalığı.
Yine böyle kavurucu bir yaz günüydü işten eve yorgun ve sıcaktan bunalmış olarak döndüğünde. Kapıyı annesi açtığında ilk gördüğü şey balyalar ve bavullar oldu.
-Nereye? Hani iki gün sonra gidiyordunuz köye?
Annesinin yüzü durgun, şaşkın ve üzgündü. Belli ki kötü bişey vardı bilmediği. Üstelik en yakın komşuları Gülsüm Teyze de oradaydı ve birşey söylemekten kaçınır gibiydi. Hem söylemek istiyor hem de söyleyemiyordu sanki. Kafası allak bullak olmuştu, anlam veremiyordu. Çok şükür annesine babasına birşey olmamıştı. İşte sapasağlam gözlerinin önünde duruyorlardı.
-Anne, söylesene, neden bu bavullar, eşyalar?
-Bu akşam yola çıkmamız gerekiyor…
-Ne oldu, neden plan değişti?
-Telefon geldi…
Yüzünden çok zorlandığı belliydi, söylemesi zor bir şey olmuştu. Dedesi geldi aklına; doksan yaşındaydı ve her an ölüm haberi gelebilirdi. Zaten köye de ona bakma sırası geldiği için gideceklerdi. Kaç günlerdir bunun için hazırlanıyorlardı. Dedesi ölmüş olsa, bu kadar eşyayı niye götürecekler diye de düşündü. Ama en makulu bu olurdu yine de. Daha makulu gelmedi aklına.
-Anne, dedem mi!?
-Hayır.. Keşke deden olsaydı…
Annesi,kendi babası için bunu söyleyebiliyorsa daha kötü bir haberdi demek ki. Heyecan ve merakla tekrar sordu, eh bu da makul olabilirdi. Yarı felçli dul teyzesini düşündü. Evet o olmalıydı.
-Anne!..teyzem mi?...
-Hayır…..
Yüzü daha da acıyla ezildi ve “Canan” dedi.
-Neeeeeeeeee?... Nasıl olur?...niye?.. nasıl?
-O daha çok genç!..Kaza mı?
Başı dönüyordu, ölmek üzere olan biri gibi Canan’ın tüm yaşamı film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu:
//İşte iki yaşlarında bizi ziyarete gelişleri. Güzelim başak sarısı saçlarına kına yakmışlar, saçlarını da taratmıyor, cadı gibi yoluk yoluk saçlarla dolaşıyor. Ören yerine gezmeye gidiyoruz. Ne elinden tutturuyor, ne de kucağa geliyor. İki kilometre yürüyor da bana mısın demiyor. Dönüşte de hiç yorgunluk belirtisi yok. Biz yorulduk o yorulmadı. Olağanüstü bir enerjiyle yürüyor hem de.//
Arada ziyaretlerine gidişlerini anımsadı. Büyüdükçe güzelleşiyordu, adı gibi can yakan bir canan olmaya adaydı. Dalgalı sarı saçlarını bir eşarpla kapatıyordu evden çıkarken. Güvercin gözleri ve şeffaf beyaz teni daha bir güzel görünüyordu örtünün altında. Çok az konuşur, çokça da düşünürdü. Kimbilir neler düşlerdi elinde dantel ya da oya işlerken. Lise talebesiydi artık ve idealleri vardı, hayalleri vardı, özlemleri vardı hiç dokunulmamış.
Bir gün Canan’ı kaçırdılar diye bir haber geldi teyzesinden. Ondört yaşında, lise bir talebesi nasıl kaçırılır? Kim buna cesaret edebilir?... Servisle dersaneye öğrenci taşıyan bir genç Canan’a aşık olmuş, Canan’la konuşmak istemiş, o da reddetmiş, oğlan da kaçırmış ertesi günü. Allahtan ki, Canan’ın arkadaşı olanları görmüş de Canan’ın ailesine haber vermiş. Hemen düşmüşler peşine ve iki saat sonra yakalamışlar onları ve Canan’ı kurtarmışlar.
Canan’ı kurtarmışlar kurtarmasına, oğlanı da hapse yollamışlar, adalet yerini bulmuş. Beş yıl da ceza yemiş üstelik. Oh be, deyip rahat bi nefes aldılar elbette. Canan yine okula gidecek, ideallerine yürüyecek, özlemleri olacak, hayaller kuracak ve kendi yaşamı olacaktı.
Ona kendini çantasında taşıdığı çakısıyla savunmuştu. Kendini savunurken oğlanın aldığı ufak tefek yara ve birkaç kan lekesi Canan’ın gönüllü kaçmadığına delil olmuştu. Canan tertemizdi. Ama onu kirlettiler, bedenine değil ama hayallerine, düşlerine tecavüz ettiler. İftiralarla, tehditlerle yaşamına ipotek koydular. Annesi ve babası toplumun ve tehditlerin kölesi olmakla kalmayıp Canan’a da zincir vurdular. Onu kaçıran oğlanın belalı akrabalarından, hapisten çıkınca yapacaklarından, dedikodulardan, insanların verdiği akıllardan kendi akıllarını duyamaz hale geldiler. Canan’ı ona verdiler, nişanladılar 10 bileziğe. Onsekiz yaşına kadar bekleyeceklerdi. O vakte kadar da oğlanın riskli davranışlara girmemesi gerekiyordu.Yoksa hapse dönerdi yine...Canan kurbanlık koyun gibi nişan yüzüğünü ve altın bileziklerini takınıp nişanlısına şirin görünmeye başladı bir süre sonra. Annesi öyle istiyordu ve Canan sonunda sevdi bu kaderini ya da sevmek zorunda kaldı. Ne kader ama ?...
Beş yıl boyunca kan kusturan bir sevgili, bir nişanlı.. Ne atabiliyor, ne satabiliyor bu nişanlıyı ve kaderini. Ayrılsa yüreği dayanmıyor, devam etse tahammülü kalmıyor. Kişiliğini, onurunu, düşlerini ipotek altına almış bir nişanlı. Kimse söz geçiremiyor genç adama. Ne babasını, ne annesini, ne Canan’ı düşünüyor, anlıyor, dinliyor. Tek düşündüğü, dinlediği kendi arzuları, istekleri, hırsları..
Canan dayanamıyor artık bu işkenceye ve ondan kaçmanın yollarını arıyor. İzmir’deki teyzesinin yanına yollamak istiyorlar, fakat iğnenin deliğine saklansa bulur Canan’ı, bu kesin. Yurt dışındaki amcasının yanına yollamayı düşünüyorlar ama bir yığın resmi işlemler ve zaman demek bu da. Canan artık telefonlara da çıkmıyor, eve de kabul etmiyor oğlanı. Ama o bir yolunu bulup balkondan, bacadan sızıyor eve. Babası duysa katil olacak, annesi perişan, Canan çaresiz. Evden bile çıkmıyor tek başına.
Bir sıcak yaz günü pazar alışverişine çıkıyorlar Canan ve annesi. Pazar yerinde oğlan çekiyor Canan’ı kolundan.
-Konuşalım Canan! diyor.
-Seninle konuşacak bişeyim yok.
-Canaaannnn!….
Anne kız alışverişi bitirip evin yolunu tutuyorlar. Caminin önündeki tenha yola geliyorlar. Bir araba duruyor önlerinde, içinde terkedilmiş nişanlı. Hemen çıkıyor arabadan ve silahı başına dayıyor Canan’ın.
-Bin arabaya!
-Hayır,binmeeemmm….
-Bin dedim sanaaa!
-Hayır dedim!
Annesi şaşkın, ne yapacağını bilemiyor, eli kolu tutmuyor . Bir kaç el silah sesiyle kendine geliyor. Canan yerde kanlar içinde öylece yatıyor. Terkedilmiş ve katil nişanlı silahı havaya fırlatıp arabaya biniyor ve Canan’ın üzerine gelip, sonra da kaçıyor acı acı inleterek ortalığı…
İşte Canan’ın ölümü böyle olmuştu…
Mezarda rahattı artık Canan, bundan emindi. Kimileri için toprağın altı toprağın üzerinden daha hayırlıydı. Geride kalanlara ne kadar acı verse de gidenin özlemi ve yaşadığı trajedi yüreklerini dağlasa da, orada daha huzurlu ve mutlu olduğuna emindi. Yıllarca onu ziyarete cesaret edememişti. Ama artık kuzeninin ölümünün bir kurtuluş olduğunu biliyor ve anlıyordu.
Not: Yaşanmış bir olay
Eylül 1, 2007
Ayşe Eren
--------------------
ateşe düşen kelebek
YORUMLAR
"Kimileri için toprağın altı toprağın üzerinden daha hayırlıydı.Bu sözü ilk duydum,sevdimde.Benimde olmak istediğim tek yer altı.Ama vakit ve saat varmış,benimde onu beklemekten başka çarem yok..Yüreğinize gam değmesin.Çok öğretici bir öykü.Ben mezarlıktan korkmayanlardanım,haftanın bir günü aksatmadan gittiğim akrabam oldu.Saygılarımla."