Ecir ve külfet.,
Der miydiniz, payıma düşen tebessümlere, berhava olun, antika kaseler içinde apansız lığın endamıyla devrilin, yerlere saçılın diye? Sütünü döken kedinin masumiyeti perdelenir gözlerimde. Kimi kime şikayet edecek? Hani o şarkılara nakarat olmuş, “kendim ettim kendim buldum!” vecizesini bir dantel hesabına çerçeveler, işlerim tahayyüllerimin kenarlarına.
Bir de; “Hz. Süleyman’ın Bekıs’ı karşılama telaşındaki Rahmanın cömertliğine karşı, nefsine kibir dokunduğunda, ‘Şüphesiz bu Rabbimin keremidir, beni imtihan etmektedir ki, Allah’a hamd ederim!’ mesabesindeki takriri iman hükmündeki sözlerini hatırlarım.” Dahası Hakkın buyurduğu gibi; “Kişi neyi kesbederse o ona isabet eder!” İhtiyari veya rasgele hülasaların neticesinde de olsa içinde bulunduğumuz veya ağlayıp sızladığımız münferit vakıalar bizim kavillerimizin semeresidir. Dolayısıyla kaderi kurana şikayet etmek, kimin haddine?
Sözün gelişi, edebi muhatabına kabul ettirmekten öte manalar taşıyorsa, o muhabbet hatibi malayaniliğe koyar. Kast edilen ecirse külfetin ne olacağının hükmü önceden kestirilebilir bir sonuç sayılamaz. Tek bilinen ve meşruiyeti ibraz edilen, “Ameller niyete göredir!” Dolayısıyla, dini duygularla işlenen eylemlerin “ecir ve külfet” babından ticari maksadı tahayyül dahi edilemez! Bu o maneviyatın rengini, tadını ve lezzetini bozar.
İmdi, biz bir takım tavır ve davranışlarımızdan alarak kaybettiğimiz, kazanca dönüştüremediğimiz düşünce ve hareketlerimize rahmani sıfatlar (veya dokunulmazlık) giydirerek, ilahi (veya kanuni) bir masumiyeti resmetmeye çalışırız. Haksızlığa uğramak ve bunlar bunu hak etmemişti! gibi ve sair cümleler demek, bir anlamda sebepleri suçlu saymak paralelinde bir yaklaşımdır. Hasıl olan her olayın mana ve madde lisanından tarifi vardır, ancak asla bu tariflerin biri diğerini reddetmez, yalanlamaz.
Dini söylemler, icabı mücibince bilimi işaret eder. Bilimsel açıklamalar katiyen uluhiyeti ilga etmez, edemez. Kabiliyeti ve karakterinde sadece bilimsel doneler olan bir insanın, bilimsel bir gerçekliği açıklarken, bir din adamı gibi, bir vaiz gibi konuşmasını beklemek sükuti hayal olur. Söyleyenler kadar dinleyenlerinde aynı özelliklere haiz olması gerektiği akla getirilirse, bir hadisenin her hangi bir yönde nasıl çarpıtılabildiğini daha kolay ve net olarak algılayabiliriz.
Duygu ve düşünceler birer ham meyve gibidir ki, her halükarda kendilerine asılacak bir dal bulmaya çalışırlar. Meşru, yani doğru olmayan belki o asılmaya çalıştığı dal veya asılmaya çalışma şekli ve yaklaşımıdır. Ancak (af buyurun) hıyanet bile kendisine kökü sağlam zeminde bir kökten vücuda gelmiş ağacın dallarını ister. Düş ve düşüncelerimizde, Dini (ahlaki) veya ilmi yönden, iyi kötü, siyah beyaz çelişkisini, zıtlığını hesap ve hülasa etmeden gezinirsek, neticede ağlamakta sevinmekte kıymetsizdir.
Düşünce hürdür. Allah’la kul arasında bir sınırsızlığı vardır ancak, “dünürünün bahçesinden hıyar sövüşlemeye kalkmak!” düşüncesine vize vermek, ahlaken ve kanunen bir mesuliyet gerektirir. Bu anlamda genel kabul görmemiş eylemlerin düşüncesi, dillendirilmesi, mevzu edilerek edebiyatının yapılması, içeriği olan sosyal dokunun hücrelerine peyderpey bir mikrop mesabesinde menfi katkı olacaktır.
Bütün bunlardan istinatla, kişi dili döndüğü ve gücü yettiğince iyi, güzel ve doğru olanı işaret etmelidir. Hırsızlığın, yolsuzluğun ve haksızlığın hiçbir medeniyette huzur sağlayıp saadeti, mutluluğu kalıcı kıldığı görülmemiştir. Kavli güzel olan insanların rüyaları, cennet bahçelerinde eğlenmek gibidir. Dünyada veya ahrette, (hangisine inanılırsa da.,) hesap vereceğini düşünen mükellef bireyin, canı ve malı ile üretebileceği yegane mahsul güzelliktir. Onlar (nerdeyse) bir nazara bin teşekkür ederler.
Ahlakı Kur’an olan son peygamber, efendimiz Muhammet Mustafa, (s.a.v.) doğumunun senei devriyesinin kutlu doğum haftasında, incelenip araştırılırsa, mükemmel insan için mükemmel bir örnektir.
Bütün tezahürler hayırlara vesile olsun dilerim..,
Mehmet Sani Özel
21.04.2007