KORKU'YA KAÇIŞ!..
Kağnı, engebeli arazi üzerinde yol alırken, bilmem kaç yıllık ağaçtan yapılmış iri ve hantal tekerleklerin üstünü kaplamış paslı metal kasnağın her kasiste havaya sıçrayıp tekrar yere temas etmesinin çıkardığı o tok ve ürkütücü gacırtı gecenin sessizliğini acımasızca yırtıyor ve çok ötelerde ki düşlerimi inkıtaya uğratıyordu.
Beyin dalgalarımın gözlerimin dehlizlerinde oluşturduğu “halüsünasyonlar” çığlık gibi bir hızla uzaklaşırken karşı ki tepelere çarpıp geri dönerek ben de “bumerang” etkisi yaratmıştı.
Dağların dilini öğrenmeden geceyi dağlarda geçirmek pek kolay olmayacaktı anlaşılan!..
Gündüz gözüyle pek çok kez seyretmişimdir şu dağları, güneşin doğduğu ve battığı yeri elimde kalem olsa işaretleyebilir hatta rotasını bile çizebilirdim. Yeşilin hangi tonu, dağın hangi hörgücünde olduğu bile ezberimdedir..
Ama gece olunca sanki dağlar birdenbire bana yabancılaşıverdi, sessizliğin o “ürkütücü sesini” dinlerken, karanlığın “aba” gibi onu örttüğünü ve daha önce gördüğüm, bildiğim heybetinin nasıl daha da devasa hale geldiğini müşahede etmiş ve kendimi yabancı bir yerdeymiş gibi hissetmiştim!..
Çok uzaklardan çakalların ulumaları geliyor ve sanki “buralar sahipsiz değil” diyorlardı. Vücudum ürperdi birden. Bu ürperiş, dağların alışık olmadığım o soğuk havasıyla birleşince titrediğimi ve dişlerimin sanki bir “tik” oluşmuşçasına birbirine vurduğunu hissettim.
Kabanımın yakalarını kaldırıp sıkı sıkı boynumu sarmaya çalıştım ama nafile. Aceleyle dudaklarıma bir sigara tutuşturup çakmağı çaktım,” kuru çayırlar yanarken içinde kavrulan böceğin cazırtısı gibi” karanlık da yanıverdi bir ucundan, çakmağın sönmesiyle de eski huzuruna kavuştu!..
Vakit gece yarısı olmuştu, ay “dolunay” halindeydi, kendi çemberini tamamen ışıkla doldurmuş ve gecenin tahtına kurularak muzaffer bir komutan edasıyla etrafına hükmediyordu. Yıldızlar tıpkı sema ayini yapan semazenler gibi ay’ın etrafında haleler oluşturmuştu.
Gece kuşlarının korosu ara sıra esen rüzgarın etkisiyle salınan yaprak hışırtılarına karıştıkça bu armoniyi daha da muhteşem hale getiriyordu!.. Sigaramdan derin bir nefes daha çektim ve gözlerimi bir an kapatıp karanlığın tonunu bir kat daha arttırdım. Duman, damaklarımda acımtırak bir tat bırakarak ciğerlerime doğru yol almaya başladığında, benim; “nereye olduğunu bilmediğim” yolculuğumun belki de bir bölümünün burada son bulacağını düşünmeye başlamıştım!..
“Gönlüm gitmek ister yare, yol ver dağlar yol ver bana”
Islığımla tempo tutuyordum bu güzel türküye.. Oysa ben bu dağlara “sevdalara yol bulmak” için değil “sevdalara giden yollardan kurtulmak” çaresizlikle yaşarken, “çaresizliği kabullenememenin” ifrat kokan etkisinden sıyrılabilmek, ondan kaçarken “ona doğru koşmanın” tenakuzundan felaha erebilmek için gelmiştim!.. Lakin “kendimden kaçabilecek miydim?” işte bunu bilmiyordum!.. Dağlar beni kabullenir miydi, bağrına basar mıydı veya aramızda bir “doku uyuşmazlığı” olur muydu bunlar hep meçhuldü!..
Kendimi neden “ona anlatmak” gibi garip bir düşünceye kapılmıştım ki?! “Biri” beni anlasa bunlara gerek kalır mıydı, “biri’nin” beni anlaması hangi “makul” sebebe bağlıydı, anlaşılmanın nefsimde ki anlamı neydi? “Dağlar” ile “yar” arasında kurduğum asma köprüden neden geçmeye çalışıyordum ben, hatta bu köprüyü neden kurdum? Sebep her ikisinin de “sarp” oluşu, anlaşılmaz oluşu muydu, yine her ikisinin de , “gücüyle övündüğüm irademi” ram edişleri miydi kim bilir?!..
Belki de engeldi bu dağlar, barikattı!.. Yüreğe giden yollar gibi zirvesi görülürdü de aşılmazdı!.. Hem cezbeder hem korkuturdu.
“Hal’den anlamak için, hal’e düşmek gerekti!..” Yar hal’e düşmemişti, dağlar ise hal’den uzaktı!.. Nerede arasam sevdayı, orası tuzaktı!.. Derin bir nefes daha alıp gözlerimi araladım. Karanlık, mat-lıktan kurtulup ”parlak siyah’a” büründü. Mehtap olanca gücüyle cilalıyordu geceyi!..
Karanlığı hem seviyor hem de korkuyordum, başlı başına bir “izolasyon” malzemesiydi karanlık, her şeyden ve herkesten gizliyordu, sırların cümlesine “vakıf” olmasına rağmen ifşa etmiyordu, oldukça “ketum” bir yapısı vardı lakin netameliydi, gizemliydi!.. Tutunacak tarafı yoktu, tıpkı ama tıpkı “sevda” misali!..
Benim için handikap değildi aslında bu. Zira “severken korkmak” çok yakından tanıdığım bir duyguydu benim, en fazla hasbıhal ettiğim ve en çok beraber olduğum, bir daha da hiç ayrılmadığım ortağımdı!..
Madem “Dağlar sevdalara benzerdi” o halde burada işim neydi?
“Medeniyetten yabana dönüş” demekti dağlar fakat bir bakıma da “kurallardan kurtuluştu”, zoraki meşguliyetten doğal mecburiyete geçiş demekti. Teknoloji yoktu ama “tabilik” hakimdi. Bilimin ve teknolojinin sunduğu nimetlerden daha önce yararlanmış bir insanın “öz-e dönüşü” kolay olmayacaktı belki ancak “meftuniyet” duygusuyla bunun da üstesinden gelebilirdim herhalde?!
Sevdanın karasından, gecenin karasına terfi etmiştim. Bazen bunun bir “sürgün” olduğunu düşünsem bile, beni hiç kimsenin zorlamadığını hatırlayıp kendimi tedavi edebiliyordum!. Hani eski bir aşk hikayesinde, Mecnun’un kendini çöllere vurduğu anlatılır, oysa ben; Mecnun’un gönlünde “kendi çölünü” yarattığını düşünmüşümdür hep!.. Mekan ha çöl olmuş ha orman, yüreğin cayır cayır yanmışsa, arz-a aylarca yağmur yağsa ne gam!.. Kül de közü bilmeyen “teşbih’de ki sözü” nereden bilsin?
Hissiyatım zirvede lakin toz duman, beynim “milyonlarca kurtçuk” tarafından istila edilmiş ve kemirilmekte!.. Onları birer birer temizlemek çok zaman alacak!. Elimden kayan “her zaman parçası” ise binlerce kurtçuk daha yaratacak!.. Bu resmen bir tenakuz!..
İlk gecenin heyecanı var yüreğimde, duygularım “korkulara karşı koyacak kadar delikanlı” hatta amiyane tabiriyle “kabadayı”
Dağlar!... SEVDA’DAN KAÇMAK MI, SEVDAYI DOYASIYA YAŞAMAK MI?”
Bu soruyu kendime olabildiğince “geç sormaya” kararlıyım. Bu soru kendini dışarı atmak için ne kadar çok debelenirse debelensin onu önce “embriyo” sonra “cenin” daha sonrada “bebe” olarak düşlerimin rahminde, ama bir yandan da besleyerek muhafaza edeceğim. Zira doğum gerçekleştiğinde “acı gerçekle” yüzleşmek şimdiden korkutuyor beni!..
Kağnının gıcırtısı çoktan kaybolup gitmiş, belli ki ben “hayallerimin sınırlarında” dolaşırken o çoktan menziline varmış olmalı!.. Benim “menzil” sandığım belki de kağnıyı kullanan ve elinde “üzengi” ile kağnıyı çeken öküzlerin kabalarına ikide bir hamle yapan elleri nasırlı ihtiyar için, bir “kısır döngüden” ibaret!.. Sabah ezanı ile geçtiği yolları, üzerinde taşıdığı yorgunluğun yüküyle tekrar kat etmek!..
İki başak buğday, bir iki koçan mısır ya da kim bilir bostan!.. Sonra mevsim kış olduğunda uzun bir tatil. Yani gelecek yaza, bahara Allah Kerim!.. Ve yine o ihtiyar biliyor ki;
“ÖLÜM UMUDUN BİTTİĞİ YERDE PUSUDADIR!..”
Toprak umudu yeşerten en önemli güç ve hele “rahmet de” cömert davranırsa bütün yılın yorgunluğu bitiverecek bir çırpıda!...
Dağların bağrına saplanmış “kara saplı hançer” gibi dimdik duruyor ve en yüksek tepenin gök yüzüyle sarmaş dolaş oluşunu seyrediyorum. Hayranlığım temaşa zevkiyle örtüşmüş. Ağustos böcekleri sanki “yeni bir beste” yapıyorlarmış da bana beğendirme telaşına düşmüşler gibi bir gayret içindeler.
Bir yıldız kayıp düşüyor tepelerin ardına, dilek tutmak istiyorum fakat daha başlığını hazırlamadan kaybolup gidiyor kayan yıldız!.. Ölümü tadıyor belki!.. Bir an onu canlı kabul edip duygularını yorumlamak geçiyor içimden lakin uzaklardan gelen çakal ulumalarıyla bu hissiyattan sıyrılıp kendime geliyorum. Burası dağ başı ve dağın başında ben, ama neden??
Hangi dağın umurundadır benim derdim? Ben sırtımda ki bu “küçücük(!) kamburu” taşıyamazken, bu dağ denen mübareğin bunca hörgücü taşıması az dert midir? Ben ona derdimi anlatmak için uygun kelime ararken o kendi diliyle az şey mi anlatıyor?
Ortak dili bulmam gerek!.. Dağlarla anlaşabilmemin tek yolu bu. Onun sevdasını anlamadan ben ona sevdalarımdan söz edemem ve yitip gitmenin cevabını onda arayamam!..Çünkü o’da bilir ki; “Dal bile sonbaharsız ayrılmaz yaprağından” ve sonbahar; sebebe değil ilahi emr-e göre hareket eder!..
Dağlar tevekkülün görünen en güzel resmi, sabrın ve rızanın mührü, dağlar başlı başına kafiyeli bir şiir, şaire ilham insana ihsan, heybet ve azametin “tevazu” içinde ki hükümranlığı, doğurgan ve üretken, karanlığı kendine “aba” yapıp uyurken bile tek gözü açık!..
Ninnileri gönül kulağıyla dinleyip duymak mümkün. Ah dağlar, yüce dağlar!.. Sanki ardında hep “bir şeyler saklıyormuş” hissine kapıldığım dağlar. “Dağların diğer yanı hep daha yeşildir” demiş düşünür!.. İnsan oğlunun “merak” ve “bilmediğinden korkmak” saplantısına güzel bir örnek!..
Peki; Aslolan ne? Dağlarda olmak mı, dağları aşmak mı? Aşmaksa niçin? Aştıkça hep “diğer yan” olmayacak mı? Neresinden bakarsan bak tam bir “paradoks” Bir şeyin “Her şey” olduğu dünyadan her şeyin “bir şey” olduğu aleme ilk gelişim bu!.. Ulu çınarlar, dış budaklar, meşeler ve adını bilmediğim bir sürü farklı renk ve tonlarda bir çok ağacın işgal ettiği, eğri büğrü arazi yapısının herhangi bir yerinde “herhangi” biriyim!.. Orada oluşum dağı ilgilendirmiyor bile. Bağrını açışı bana sevgisinden değil, gelen her canlıya kapısının zaten açık oluşundan, gelen; böcek de olabilir bir kelebek de!.. “Adem” oluşum benim sorunum.
“Fark edilmemek” her insanın egosunu rahatsız eder fıtratı gereği. “Herhangi biri” olmak da oldukça zor ve rahatsız edicidir, fakat “benim için” dert değil!.. Ama bir başka yanı daha vardı dağların!.. Geleni kovmuyordu, reddetmiyordu, rahatsız olmuyordu ve daha önemlisi terk etmiyordu!.. Ona doğru yaklaştıkça uzaklaşmıyordu.. “Tercih” kullanmıyordu!.. Halbuki insanların “gerçek kişiliklerini” yetenekleri değil “tercihleri” gösterirdi ve hep göstermişti!..
“Keşke” dedim kendi kendime, “kollarım dağları saracak kadar uzun olsaydı da sarılıp yatsaydım!..” ihtiyacı olmasa da yüreğimin katmanlarından oluk oluk sevda akıtsaydım o kara bağrına. Sıcaklığını duysaydım “daha önce duyamadığım” Hani; güllerini dikeniyle avuçlasaydım da çizikler olsaydı ellerimde!.. Kan akarken koklasaydım gülleri!.. Toprağı koklasaydım “yar” gibi
Dağlar ah dağlar!.. İçimde ağlayan dağlar!..
Sanki içten içten inledi koca dağ!.. Sanki konuşuyordu!.. İrkildim iliklerime kadar!.. Kanım donmuştu, ne söyledi pek anlayamamıştım ama beni kendime getirmek için olanca gücüyle “yumruk” atmış gibiydi!.. “Ümit” demişti ümit!.. Anlayabildiğim o birkaç kelimelik deyişle sanki bir uçurumdan aşağı doğru düşüyordum, soğuk bütün hasretiyle sarıverdi vücudumu, içimde ki ateş dışarı çıkmak için derimi zorluyor, dışarı çıkar çıkmaz ise saçaklardan sarkan buzlara dönüşüyordu.
Azametine yakışır laf etmekteydi dağlar, boş konuşmuyordu. İçin için bir sevinç kapladı yüreğimi “demek ki beni önemsiyordu!..”
Gönülden gönüle “köprüyü” kurmuştuk sanırım. Sonra yine sessizlik kapladı ortalığı. Az önce ki hırıltılı ses yükseklerden dökülen bir şelalenin uğultusu gibi gelip geçmişti. Söylediği kelimeyi çerçeveleyip çakıverdim beyin kıvrımlarımın arasına. Lakin o an; Tıpkı gece ay’dan dünya’ya yansıyan ışık gibi o kelimenin, daha doğrusu o kelime “muhteviyatının” benden yansıyarak geride kalan “birinin” yüreğine kurşun gibi saplanmasını o kadar arzu ederdim ki!.. Ümitsiz olmakla “ümidin” kendisi olmak arasında ne kadar ince bir çizgi olduğunu anlasın isterdim!..
Çoban yıldızı gökyüzünde “en parlak yıldız” hususiyetini hiç kaybetmemiş ve yine şark yönünde “işte ben” der gibi salınıyor. Karanlık kubbede en fazla sevdiğim ve aşina olduğum yıldız o. Onu farklı kılan tabiidir ki ışığı. Onu ne kadar görmemeye çalışsam da, o; kendini göstermeyi ve gözlerimin kenarına olsun ilişmeyi hep başarırdı. Yüreğimdekine benzer bir şeydi o. Nasıl ki gözlerim “kaçtıkça” çoban yıldızına takılırsa, yüreğim de “kaçmaya çalıştıkça” inadına o’na takılırdı!..
Uzaklardan bakıldığında “yalnız” zannedilen dağlar, aslında kendi içinde ne kadar kalabalık ve o sessizliğin içinde nasıl da bir hareketlilik var!.. Ne kadar benzeşiyoruz! Bu benzeşme hoşuma gitmiyor değil. En azından bu dünyada yalnız olmadığımı düşünüp, biraz “sadistçe” olsa da, bir nebze olsun rahatlıyorum(!)
Dağlar ki; üzerinde veya içinde barındırdıklarına verebileceği her şeyi karşılık beklemeden verir, kendinde tüketilen her şeyi yeniler. Ve bu “almadan vermek” külfetinden hiç şikayet etmez, zirvesinde kartalı, zemininde tavşanı yurtlandırır, uçanına selam kaçanına yol verir!..
Dağlar sessiz, dağlar ıssız, dağlar karanlık
Dağlarda “dağlanmakta” yüreğim ve dağlarda ağlamakta
Gönlüm bu dağlarda “cevap” aramakta
Kardelenlere, yani o muhteşem şaheserlere ”sebeb-i vücut” olan dağlar, canhıraş yüreğime “sükut” sağlayacak mı? Meçhul!..
Ne “sohbetin iksir olduğu ağyar” var, ne de visal-e konu olan “yar” Yarab medet!.. Gönül intizar!..
Dağlar yalnızlığımı değil, yalnızlığım dağları vurur
Belli ki yükümle gelmişim, belli ki “kamburum” dağın hörgücüne eklenmiş, gücüme gitmeye başlıyor “dağlanışım” dağlarda dolanışım!..
Yüreğimin her atışı çok ötelere ulaşmak isteyen acı bir “imdat” tadında, telaşlı ve yorgun
Rüzgar, feleğin tokadını vurmak için hazırlanan bir durgunlukta
Rüya ile düş arası bir yerdeyim, ya da hayallerimin silüeti gerçeklerin üstüne düşmüş
Kasvetin frekansı yakalamış hasretin alıcılarını, dünle yarının hesabı kesilmekte, semaya yükselirken sesi kısılmış “ümidi kalmamış çığlıkların”, sabaha tırmanan merdivenlerin basamakları kırık ve bilinmezin kör kuytusunda “ o tanıdık hıçkırık”
Ve düşlerimin rahminden şiddetle başını çıkarıyor öfkem!..Elimin tersiyle itivermek geliyor dağları bir tarafa!.. Sabahın çiğleri dökülürken çınar yapraklarının yeşil bedenlerine, yanaklarımdan da “isyanımın damlaları” yuvarlanıyor.. Ve öyle bir gürlüyorum ki avazım çıktığınca, öfkem tepelerde yankılanıp yine bana saldırıyor vahşi bir hayvan gibi!..
Karanlık alacaya dönmeye başladı, çok sürmez birkaç saat sonra dağlar “çıkarmaya başlar karanlık elbiselerini” ve soyunurlar anadan üryan!.. Kesilir çakal ulumaları ve ısınmaya başlar toprak!..Kesif bir sis oluşur dağların şahikasında, tıpkı bir gelinlik misali!..
Uzaklardan kağnının gıcırtısı inlemeye başladı yine. Belli ki “zaman” yeni bir gün doğuruyor. “Her sabah taze bir başlangıçtır” ütopyasıyla her sabah yeniden kurulduğu söylenir ya dünyanın
Kağnının tekeri her tur attığında elleri nasırlı ihtiyar, bir adım daha yaklaşacak sarı taçlı başaklarına. Ve başakların “bir milim” daha büyüdüğünü görerek “benim yaşayamadığım mutluluğu” tadacak, yüzünde oluşacak “o tebessüm” benim hayallerimde hep ama hep bir “umut” olarak kalmaya devam edecek!...
Elleri nasırlı ihtiyar “ümidin” ne demek olduğunu benden önce öğrenmişti belli ki, velev ki inanmıştı da!.. Lakin ihtiyarın en büyük şansı “toprak” gibi vefalı bir dosta sahip oluşuydu.
“Birinin” ninnilerle büyüttüğü “hasret” benim celladım olduğunda, nasılsa aynı toprakla “hemhal olup” o elleri nasırlı ihtiyarla bir gün ben de “dost” olabilirim kim bilir?!
"Kadir Albayrak"
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.