- 867 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BANDIRMA YANIYOR
BANDIRMA YANIYOR
BÖLÜM 1
( YORGANCI DÜKKÂNI )
Tarık Bey, Arasta Çarşısı’ndaki yorgancı dükkânının tentesini kaldırdı. Sıcak bir pazar günüydü. Arasta Çarşısı derin bir sessizliğe bürünmüştü. Eski hareketli günlerini arıyordu. Artık burada pazar kurulmuyordu. Tarık Bey, tentenin kolunu çevirirken çarşının sonundaki yeni açılan dükkâna baktı. Dükkân gün boyu hareketliydi, genç kızlar artık el yapımı yorganlar yerine, fabrika yapımı yorganları çeyiz olarak alıyorlardı. Günlerdir dükkânına eski müşterileri dışında gelen olmamıştı. Gelenler genelde orta yaşlılar ve Kapıdağ köylerinden gelen Pomaklardı.
Tarık Bey, dükkânın arka kısmındaki depodan yün çuvallarını çıkardı, eline hallaç yayını alarak yünleri çırpmaya başladı. Dükkânın içinde kar yağıyormuş gibi yünler uçuşmaya başladı. Yünler iyice kabarınca astarın içine yünleri doldurdu ve yorganın boş kalan köşelerine doğru yerleştirdi. Tarık Bey, parmağına yüzüğünü takarak, mavi renkli ipek yorganın üzerine iğne ile geyik desenlerini işlemeye başladı. Hayvan desenli yorganları ecnebiler dışında çok az sayıda Müslüman alırdı. Müslümanlar genellikle sünnet düğünlerinde diktirirlerdi bu yorganlardan. Müslüman inanışlarına göre hayvan figürlü resimlerin bulunduğu evlere melekler girmezdi. Yedi lale figürlü krem yorganı dün gece geç saatlere kadar tamamlamak için dükkânda kalmıştı. Osmanlı Bankası Müdürü’nün kızı için dikmişti bu yorganı. Genç kız koyunyünü yerine, Adana pamuğu kullanmasını istemişti. Artık eskisi gibi de yün yorgan diktiren kalmamıştı. Dükkânının duvarlarında bitirdiği fildişi, pervane, yonca ve üzüm desenli yorganları sergilerdi.
Radyoda öğle haberleri verilmeye başlamıştı:
—Bugün 5 Haziran 2006, Karadağ resmen bağımsız! Karadağ Meclisi ülkenin bağımsızlık bildirisini kabul ederek, Sırbistan-Karadağ’ın varlığını resmen noktaladı.
Az sonra torunu Emre, elinde sefer taslarıyla içeri girdi. Tarık Bey, yemekten sonra, öğle namazı için Haydar Çavuş Camii’ne doğru yürüdü. Deniz otobüsü saatine denk geldiği için yine sinirlendi. Çünkü kentin trafiği her seferinde kilitlenir, Tarık Bey namaza son anda yetişirdi. Ama bugün erken gelmişti. Mor salkım çiçeklerinin çepeçevre sarmaladığı şadırvanda suyla dans ederek huşu içinde abdestini aldı. Şadırvanın yanında yönü caddeye doğru bakan banka oturdu. Bir süre denizin üstünde uçuşan martıları ve cami önünden geçen insanları izledi. Genç kızlar ve erkekler dalgakırandan fenere doğru yürüyorlardı.
Cumhuriyet Meydanı’nda büyük bir telaş vardı, meydan Kuş Cenneti Festivali için yeniden düzenleniyordu. Tarık Bey’in gözleri, Haydar Çavuş Camii’nin minaresinden aşağı doğru süzülerek, güvercinlerin ve martıların beyaza boyadıkları bakır kubbede dolandı. Kulağında hala, Bandırma Körfezi’nde Kurtuluş Savaşı’ndaki savaş gemilerinden atılan top sesleri yankılanıyordu. Tarık Bey, camiye gelene kadar çok yorulmuş olmalıydı. Yoksa tansiyonu mu yükselmişti? Gözlerinin önünde hala hallaç yünleri uçuşuyordu. Az sonra şehrin hareketliliğine mola vermek istercesine öğle ezanı okunmaya başlamıştı.
BÖLÜM 2
(İŞGAL ÖNCESİ ARASTA ÇARŞISI)
Arasta Çarşısı’nda güzel bir cuma sabahıydı, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte dükkânlar tek tek açılmaya başlamış, cadde boyunca sergiler büyük bir telaşla kuruluyordu. Rıhtımdaki yelkenlilerden inen Levantenler şehri dolaşmaya başlamıştı. Kapıdağ Yarımadası’ndan kopan rüzgâr, körfezi dolanarak, gemilerin yelkenleriyle kucaklaşıp, Arasta Çarşısı’nı selamlıyordu. Bandırma’nın her mevsim nefes almasını sağlayan şiddetli poyrazı, pazarcıların işlerini güçleştiriyordu.
Edincik’li Agop kendisine ayrılan yerde yağmur brandasını geriyordu, nisan ayında aniden bastıran yağmurlara çok yenik düşmüştü. Edincik’in dik yokuşlarından güçlükle topladığı zeytinleri küfelere doldurmuş ve pazarda sergilemek için hazırlıyordu. Osmanlı Bankası’nın önünde konyak ve alkol tüccarları her zamanki gibi bankanın açılmasını bekliyorlardı. Duyun-u Umumiye Müdürü Ömer Efendi ve tütün rejisi Osman Bey, tüccarlarla sohbet ediyordu. Dikiş Makinesi satıcısı İshak Bey, dükkânın önünü temizliyordu. Zeytinyağı ve sabun tüccarları da erken gelmişlerdi, çarşının hemen sonunda kurulan köylü pazarına doğru emin adımlarla yürüyorlardı. Çarşıda, Erdek ve Edincik’ten toplanan zeytinler, köylüler tarafından tüccarlara satılırdı. Köylüler, mallarını ilk verilen fiyata satarlardı, fazla diretirlerse ürünlerinin değerinin düştüğünü çok görmüşlerdi. Fesçi dükkânının önündeki tezgâhta Uzak Doğu ve Avrupa Malları sergilenirdi ve daima yoğun müşterisi olurdu. Arasta Çarşısı’nda en çok ilgi gören yerlerden birisi de saatçi dükkânıydı. Buraya dünyanın her yerinden saatler getirilse de en çok Nacar ve Hislon marka saatler ilgi görürdü. Arasta Çarşısı’nda uzak diyarlardan getirilen ipek halılar kadar, Kapıdağ köylerindeki Pomakların dokudukları yün halılar ve kilimler de ilgi görürlerdi.
Tarık, Hacı Yusuf Mahallesi’nde oturuyordu, cuma sabahları erkenden abdestini alır ve camiye kadar abdestli yürümenin sevabının büyük olduğuna inanırdı. Hacı Yusuf’un dik yokuşlarından iner, Hükümet Konağı’nın önünden geçerek, rıhtımdaki Haydar Çavuş Camii’ne kadar yürürdü. Sabah namazından sonra uyumazdı, caminin bahçesinde cami cemaatiyle sohbet eder, sabah çayını yudumlardı. Tarık, güneşi üzerine doğdurmayı sevmezdi.
Tarık’ın dükkânı, saatçinin hemen bitişiğindeydi. Saatçi Yosif çok yakın arkadaşıydı. Çocuklukları ve ilk gençlikleri birlikte geçmişti. Tarık’ın annesi daha ilkokuldayken onları “Sağdıç” yapmıştı. Sağdıçlık, hayatları boyunca onları birbirine bağlamış, birbirlerini sürekli koruma gereği duymuşlardı. Hatta Livatya’nın yıl boyu rüzgâr alan sırtlarındaki değirmenlerde oynarken, değirmen kanadının arasına sıkışmaktan onu Yosif korumuştu. Yosif, askerliğini Osmanlı Ordusu’nda seve seve yapmıştı. Yıllardır bu ülkenin ekmeğini yemişler, suyunu içmişlerdi. Ekmek yediği ülkenin kutsallığını ölen babasından öğrenmişti. Tarık, babasının cenazesinde de onu yalnız bırakmamış, kilisedeki törene gelip ayine ve ilahilere eşlik etmişti. Tarık, Rumca’yı da çok iyi derecede biliyordu. Hatta kentte bütün herkes Türkçe kadar, Ermenice ve Rumcayı da çok iyi bilirdi. Bandırma bir liman kentiydi ve farklı etnik kültür, din ve mezhepler arası hoşgörünün sembolü olmuştu. Yosif, Bayram sabahları sağdıcı Tarık’ın yanında camide yer aldığı gibi, Tarık da Paskalya Bayramları’nda sahildeki kilisede onun yanında yerini alırdı. Yosif, panayırlarda da Tarık’ın yanındaydı. Manyas, Gönen ve Erdek’te kurulan panayırlarda onu yalnız bırakmazdı. Tarık’ın diktiği yün ve ipek yorganları birlikte satarlardı.
Tarık, besmele ile dükkânının anahtarını çevirdi. Çünkü besmelenin her hayrın başı olduğunu biliyordu. Saatleri tezgâha dizmekte olan Yosif’i gülümseyerek ve sevgiyle selamladı. Dükkândaki ipek ve yün yorganları serginin üzerine yerleştirdi. Üç gündür tavus kuşu desenli pembe yün yorganı dikmek için uğraşıyordu. Çünkü bu yün yorganın çok özel bir müşterisi vardı. Geçen gün dükkânına yün satmak için gelen Rum kızından çok etkilenmişti. Yıllardır dokuduğu yorganlardaki ipek iplikler kadar güzel sarı saçlarından, yüreğinin en kuytularını ısıtan yeşil gözlerinden ve servi boyundan çok etkilenmişti. Bugün cumaydı ve cuma saatine kadar Tamara, henüz gelmemişti. Tavus kuşu desenli pembe yün yorgandan başını aniden kaldırdı. Bakışları dükkânın kapısına süzüldü. Yüreğinin derinden titrediğini hissetti, biraz da heyecanlanmıştı ama kapıdaki kardeşi Mehlika’ydı. Ona öğle yemeği getirmişti. Biraz sonra cuma salası verildi. Tarık, dükkânı cuma saatinde kardeşine teslim ederdi. Yine dükkânı ona teslim ederek, Arasta Çarşısı’nın kuzey kapısından sahildeki Haydar Çavuş Camii’ne doğru yöneldi.
Cuma namazı dönüşünde dükkânda sürpriz bir kişi vardı. Heyecandan neredeyse tezgâhın üzerine yuvarlanacaktı, bu Tamara’ydı…
BÖLÜM 3
(SAHİL KİLİSESİ)
Sahildeki kilisenin çanları çalmaya başlamıştı. Tarık, poyraza açık Livatya sırtlarında; Kapıdağ’a kucak açmış gibi sıralanan yel değirmenlerinin yakınına gelmişti. “Burada ne kadar çok değirmen var.”diye düşündü. Gözlerine inanamamıştı, tam on üç tane değirmen saymıştı. Çocukluğundan beri buralara gelmemişti ve eski değirmenlerin yakınlarına yenileri de eklenmişti. Şaşırmıştı, Tamara’yla hangi değirmenin önünde buluşacaklardı? Evet, hatırlıyordu; yanında büyük dut ağacı olan değirmeni kastetmiş olmalıydı. Dakikalar geçmişti ki; Tamara hala ortalıkta yoktu. Yoksa bugün de mi gelmeyecekti? Onu öylesine seviyordu ki; Dutliman köyünden gelen her insan Tamara oluyordu gözünde…
Bugün Paskalya Bayramı’ydı ve Tamara’yla ilk bayramı olacaktı. Onu ilk kez Manyas Panayırı’nda görmüştü. İpek yorganları dikkatle incelemişti. Göz göze geldiklerinde kısa bir süre bakışmışlar ve her ipek yorgan gözlerinin rengine bürünüvermişti. Tamara’yı dükkânda görünce de dünyalar onun olmuştu. Dutlimanı köyünde aksi bir çobanın kızı olduğunu ve dağlarda koyun otlattığını da öğrenmişti. Tamara, dükkâna en son pembe renkli tavus kuşu figürlü yorganını almak için gelmişti. Tamara’nın yemyeşil gözleri Arasta Çarşısı’na ilkbahar getirmişti. Tamara’yı uzun bir süredir bekliyordu, değirmenlerin tahta kanatları ise bekleyişlerine inat hızla dönüyorlardı…
Birdenbire yüzünü iki sıcak elin sardığını hissetti:
—Gözlerini kapat Tarık ve ellerini bana doğru uzat.
Tarık avuçlarındaki cismin Paskalya yumurtası olduğunu anlamıştı. Yosif de her bayram yumurta verirdi. Rumlar yumurtaları soğan kabukları atılmış kazanlarda hep kırmızıya boyarlardı.
Tamara:
—Şimdi gözlerini aç lütfen ve yumurtanı yumurtamla tokuştur ve bir dilek dile lütfen… Kimin yumurtası kırılmazsa dileği kabul olur. İnan bana…
Tarık biraz şaşırmıştı. “Tabii ki Tamara” demekle yetindi
Tamara:
—Haydi Tarık! Yumurtalarımızı tokuşturalım. Korkma, belki ikimizin dileği de aynıdır.
Tarık biraz rahatlamıştı. Yüreğine nehirler doluverdi o an. Kırılan Tarık’ın yumurtasıydı. Tamara, Tarık’ın yanağına öpücük kondurdu ve Livatya bayırlarından körfeze doğru koşmaya başladı.
—Koş benimle Tarık! Sonsuza dek koş. Ellerini aç lütfen ve kendini ondördüncü değirmen olarak kabul et. Ben de hep yanında onbeşinci olacağım. Seni seviyorum Tarık.
—Tarık’ın yüzünde çiçekler açtı birden ve Tamara’nın peşinden aşağılara kadar koşmaya başladı.
— “O da beni seviyor.” diye geçirdi içinden ve daha hızlı koşmaya başladı.
—Lütfen Tamara! Biraz yavaşla lütfen, seni yakalayamıyorum. Boğazım da kurudu, çok susadım.
—Öyleyse Çınarlı Çeşmesi’nde seni bekleyeceğim.
Tamara, kollarını açmış, rüzgârın önünde bir yel değirmeni kanadı gibi dönüyordu. Tarık birdenbire tökezledi ve yere yuvarlandı.
Çınarlı Çeşmesi’ne geldiğinde Tamara’yı su kuyruğunda buldu. Türkler ve ecnebiler sırayla su alırlardı bu çeşmeden. Göz göze geldiklerinde gülümsediler ve çeşmeden kana kana su içtiler. Yaşlı bir Rum kadını tüllerle süslenmiş sepetten çıkardığı ekmekleri onlara uzattı:
—Bugün herkese yetecek kadar ekmeğimiz var, “ Tanrı bugünlerimizi aratmasın”dedi.
Yaşlı kadına teşekkür ettiler ve ekmekten yiyerek sahile kadar yürüdüler. Kilise rıhtıma çok yakındı. Kilisenin bahçesinde büyük bir kalabalık vardı. Herkes bayram için erkenden kilisedeki yerini almıştı. Kilisenin papazı, onları kapıda karşıladı. Birbirlerinin bayramlarını kutladılar. Bahçedeki masaların üzerinde rengârenk tüllerle süslenmiş sepetler ve her birinde paskalya ekmekleri, çeşit çeşit çörekler ve kırmızı yumurtalar vardı. Ecnebiler kentteki her eve o gün Paskalya ekmeği dağıtırlardı.
Tamara, kilisenin bahçe duvarından denize doğru baktı:
— Körfezde ne kadar çok yelkenli var Tarık. Karşıyaka’ya kadar uzanmışlar bak. Şuradaki mavi yelkenliyi görüyor musun? Haydarçavuş Camii’nin önündeki rıhtımda. Ne kadar hoş değil mi? Ya şu Kapıdağ önlerindeki küçük yelkenliler…
—Limandaki tüm gemiler bayramımızı kutluyor olmalılar Tamara.
Kilise çanları tekrar çalmaya başlamıştı. Kiliseye girdiler. İçerde loş bir karanlık vardı. Kilise mumlarla aydınlatılmıştı. Duvarlardaysa çok sayıda ikona ve pano vardı. Kilise orgunun eşliğinde ilahiler söyleniyordu. Arkadaki sıralar boştu, yerlerini aldılar ve ilahilere eşlik ettiler.
—Biliyor musun Tarık? Hz İsa çarmıha gerildikten sonra taş bir lahit içine konulur, başında askerler bekler hep. Gömüldüğünün üçüncü günü İsa dirilir ve göğe yükselir. İşte Paskalyada kutladığımız İsa’nın dirilişidir.
Hemen önlerindeki yaşlı bir kadın onların konuşmalarından rahatsız olmuş gibiydi. Az sonra da ayin başladı. Kilisedeki büyük kandil ağır ağır aşağı indirildi. Kandildeki ateşten mumlar tutuşturuldu ve elden ele ulaştırılmaya başlandı. Yanlarındaki melon şapkalı orta yaştaki adam, onlara da birer mum uzattı. Göz göze geldiler ve gülüştüler:
—İnançlarımıza güveniyorsun değil mi Tarık?
—Evet, tabii ki Tamara.
—Öyleyse bir dilek tut ve mumu sıkıca yakala. Sönmemesine dikkat et, eğer kilise kapısından çıktığında söndürmeden kırk adım yürüyebilirsen dileğin kabul olacak.
Tarık biraz tedirgindi, elindeki mumu sönmemesi için diğer eliyle kapattı. Daha kilisenin bahçesine çıkamadan körfezden esen rüzgâr elindeki mumu söndürdü.
—Üzülme lütfen Tarık, bak elimde bir mum daha var, yani bir şansımız daha. Hadi bu mumu söndürmeden camiye kadar götürelim.
—Orası kırk adımdan fazla değil mi ki Tamara?
—Olsun ne çıkar. Hem kilise de, cami de, Tanrı’nın evi değil mi? Farz et ki evimden sizin eve misafir gidiyorum.
Tarık heyecanlanmıştı. Tamara’nın elindeki mumu birlikte avuçladılar. Sahil boyunca yelkenliler arasından yürüdüler. Gümrük binasının altındaki kemerin içinden geçtiler. Rıhtımdaki balıkçılar ağlardan balıkları topluyor, kasalara dolduruyorlardı. Bereketli bir gündü. Daha camii’nin kapısına varmamışlardı ki, Tamara’nın ayağı, mavi yelkenliyi karaya bağlayan halata takıldı ve yere yuvarlandı. Elinden mum fırlayarak denize düştü. Yüzlerindeki gülüşlerin yerini sessiz bir hüzün aldı.
BÖLÜM 4
(BANDIRMA İŞGAL ALTINDA)
1920 yılının sıcak bir temmuz günü, Yunan savaş gemileri, beraberinde nakliye ve yük gemileri Bandırma Körfezi’nde belirmişti. Körfez gemilerden çıkan kara dumanlarla mateme bürünmüştü. Savaş gemileri koruması altında Yunan birlikleri karaya çıkmaya başlamışlardı. Yunan askerleri ellerinde bayrak ve flamalarla Anadolu topraklarını işgal edebilmenin sevincini marşlar söyleyerek kutluyorlardı. İzmir’in işgalinden sonra kentteki Rum ve Ermeniler, Türklere karşı gasp ve şiddet uygulamaya başlamışlardı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Samsun’a çıkışıyla da; Rum ve Ermeniler iyice çıldırmışlardı. Şehir İngiliz birliklerince her koldan ablukaya alınmış, yağmalanmış ve birçok insan göçe zorlanmıştı. İşgale karşı koyanlar ise; İngiliz ve Yunan birlikleri tarafından Mamun Mülteci Kampı’na gönderiliyor ya da sahildeki meydanda kurulan tezgâhta idam ediliyordu.
Tarık, dükkâna güçlükle gelebilmişti. Kentte herkes çıldırmıştı. Şehir baştan sona İngiliz, Amerikan ve Yunan Bayraklarıyla donatılmıştı. Arasta Çarşısı en kara günlerini yaşıyordu. Ermeniler ve Rumlar şehirde isyan çıkarmış, birçok dükkânı yağmalamışlardı. Tarık ve Yosif’in dükkânlarına Yunan birlikleri gelmiş onlara bayrak asmaları için bir gün süre tanımışlardı.
Yosif;
—Neler oluyor sağdıç, halkımıza neler oluyor? Ekmek yediğimiz ülke ihanete uğramış, kimsenin birbirine saygısı ve sevgisi kalmamış. Kentteki Rumlar iyice azdılar, Yunan kuvvetlerini de kışkırtıyorlar. En çok üzüldüğüm konu da; mahalledeki yaşlı bir kadının tecavüze uğramasıydı. Gözü dönmüş bunların, kendimden utanıyorum…
—Rumlar, bugün de; Çınarlı Çeşmesi’nden su almamıza izin vermediler.
—Sağdıç, bu şehirde yıllarca kardeşçe yaşadık. Bu savaş niye?
—Üzülme Yosif, gelip geçecek bunlar. Yunan birlikleri Türk birliklerinin doğuya kaydırılmasını fırsat bilerek işgale başladılar. Şu an; küçük birlikler dışında işgale karşı koyamıyoruz ama vatanımızı onlara bırakmayız. Mustafa Kemal’in zaferi yakın.
—Burası benim de vatanım Tarık. Dün, Yunan birlikleri dükkânıma bayrak asmam için beni zorladılar, Türk Bayrağı’ndan başka bayrak asar mıyım hiç? Bugün yine geleceklermiş. Gelsinler bu ülkeye ihanet etmem sağdıç, ben de sizin yanınızda savaşırım. Bu ülke ekmeğine saygısı olmayanların yanında olmam.
Az sonra, Tamara dükkânın kapısından koşar adım içeri girmişti:
—Çabuk Tarık! Kaçın burdan, şehirde taş taş üstünde kalmayacakmış, Yunanlılar toplu katliama başlayacaklarmış. Şehirde herkes bunu konuşuyor.
—Toplu katliam mı olacakmış? Hayır, Tamara, ben bu şehirde doğdum ve gerekirse bu şehirde öleceğim. Düşman rahatça şehri işgal etsin ve biz buna seyirci mi kalalım? Ve sen Tamara, bizden kaçmamızı istiyorsun öyle mi?
—Hayır, Tarık beni yanlış anladın, işgal geçene kadar şehirden uzak bir yerlere gidin, işgal nasıl olsa bitecek geri dönersiniz.
—Tamara bunu benden nasıl istersin, şehirde Türklere yapılanları duymadın mı? İnsanlar sebepsizce katlediliyor, kadın ve kızlara tecavüz ediliyor ve sen bizden kaçmamızı istiyorsun.
—Ve şehir meydanında kurulan idam sehpalarında işgale karşı koyanlar katlediliyor. Senin idam sehpasında sallanmana gönlüm dayanır mı hiç. Lütfen Tarık git burdan…
—Hayır, Tamara hayır, kendi canımı kurtarmışım ne çıkar, halkım göz göre göre öldürülürken.
—Lütfen Tarık dükkânına bir Yunan bayrağı as. İşgal geçene kadar… Duymadınız mı? Arasta Çarşısı’nda bayrak asmayanlara yapılanları… Çarşıda senin, Yosif’in ve birkaç dükkânın dışında her tarafa Yunan bayrağı asılmış, işgale tek başınıza karşı koyacağınızı mı sanıyorsunuz?
—Yosif ve ben başımızın çaresine bakarız Tamara.
—Lütfen Tarık ölümüne katlanamam gel benimle. Seni seviyorum Tarık.
Tarık’ın dükkânının önünde askeri araba durmuştu. İşte geldiler, yine dükkânın kapısına bayrak asmamız için zorlayacak hainler. Yosif’in dükkânına yöneldiler.
—Lütfen Tarık benimle gel, hemen kaçalım burdan. Sizi öldürecekler.
—Tamara şimdi senden bir isteğim olacak, dükkânın arka kapısından kimseye görünmeden çık ve bizim eve git. Mehlika’yı al ve Dutlimanı’na gidin. Mustafa Kemal’in şehri kurtarışı çok yakın. İşgal bitecek ve eski günlerimize geri döneceğiz.
—Çabuk ol lütfen, bak askerler buraya doğru yöneldiler. Acele et lütfen. Seni seviyorum Tamara. Hakkını helal et.
—Tanrı sizi korusun Tarık.
Az sonra komutan ve askerler dükkâna girdiler. Yosif’i tutuklamışlar ve bileklerinden kelepçeyle bağlamışlardı.
Komutan:
—İşte işgale karşı koyanların halini görüyorsun. Size süre tanımamıza rağmen zaferimize destek olmadınız. Bak arkadaşının haline, daha neler olacak görün, şehirde Osmanlının tek eseri kalmayacak. Tarık:
—Hainler, hain köpekler…
—Yakalayın şu pisliği. Hükümet Konağı gibi, Arasta Çarşısı’nda da artık Yunan ve İngiliz bayrakları dalgalanacak. Bayrak asmayanların ve bizim bayraklarımızı yakmaya kalkanların halini görmek isterseniz sahildeki idam sehpalarına gidip bakın. Panormos’ta bize direnenlerin halini görün. Panormos’un her yanı bizim bayraklarımızla bezendi. Panormos Yunan kralını karşılamaya hazırlanıyor. Yakında rıhtımda kralımızı karşılayacağız. Rum ve Ermeni dostlarımız evlerindeki bütün halıları bu karşılama töreni için getirdiler.
Yosif;
—Alçaklar, bu ülkeye ihanet eden hainler. Mustafa Kemal bu ülkeyi kolay kolay size bırakmaz.
Komutan:
—Bizim zaferimizi desteklemen gerekirken, Panormos’u işgal etmiş Osmanlı torunlarını destekliyorsun. Asıl hain sensin. Şunları kamyonlara bindirin ve kampa yollayın. Zaferimize daha fazla karşı koyarlarsa da asın. Bu iki dükkâna da İngiliz ve Yunan Bayrakları asılsın.
BÖLÜM 5
(MAMUN MÜLTECİ KAMPI)
Tarık ve Yosif, Mamun Mülteci Kampı’na getirilmişlerdi. Bandırma’da işgale karşı koyan herkes tutuklanıyor ve kamyonlarla buraya getiriliyordu. Şehrin çok yakınındaydı ve limandaki gemiler buradan rahatça görünüyordu. Kampın çevresi tel örgülerle çevrilmiş, kadın ve çocuklar sazlıkların hemen ardındaki kampa alınmıştı. Günlerce, aç susuz bırakılmışlar, küflü ekmek ve erik peksimetinden başka bir şey yememişlerdi. Deniz kıyısındaki sazlıkların arasındaki çamurlu sudan içmişlerdi.
Yosif:
—Limanda ne kadar çok savaş gemisi var sağdıç. Limanı hiç bu kadar yoğun görmemiştim.
—Gemiler Kapıdağ’a kadar uzanmışlar ve Yunan Kralı’nın gidişinden sonra şehri durmadan bombalamaya başladılar.
—Kentteki tüm Rumlara yazıklar olsun, Yunan Kralı’nı halılarla karşılamışlar. Lanet olsun hepsine.
—...
Yosif:
—Sağdıç baksana kadınları, kızları ve çocukları tekrar kamyonlara bindiriyorlar. Nereye götürüyorlar dersin?
—Bilmiyorum ama tekrar serbest bırakacaklarını sanmam.
—Toplu katliam yapacaklarmış, kampta herkes bunu konuşuyor.
Kadınların, kızların ve çocukların bindirildikleri kamyonlar gittikten sonra, kampta erkekler gruplar halinde sıraya sokulmuştu. Sıraya geçmek istemeyenler gözlerinin önünde kurşuna diziliyordu. Sahil boyundaki dar patika yoldan yürümeye başlamışlardı. Sert ve sivri kayalar ayaklarında yırtıklar oluşturmuştu. Tren istasyonunda yoğun bir kalabalık vardı. İstasyona tren gelmiş ve vagonlar insanlarla doldurulmuştu. Onları buraya getiren kamyonlardan istasyonda da vardı. Yoksa insanlar başka bir yere mi naklediliyordu?
Tarık:
—Bizi nereye götürüyorlar Yosif?
—Göz göre göre ölüme doğru gidiyoruz, düşmanın bizi salıvereceğini sanmam. Trenler dolusu insanı bir yerlerde katledeceklerdir.
—Kamyonların bazılarıysa limana doğru gidiyor. Yoksa gemilere de mi insan yükleniyor?
—Sanmam. Baksana gemilerden kent durmadan bombalanıyor.
Önlerindeki kalabalık yaya grup, Yunan askerlerinin nezaretinde istasyona doğru yürütülüyordu. Silahlarla donanmış askerler onları, gruplar halinde limana doğru yürütüyorlardı. Limanda yoğun bir hareketlilik vardı. Düşman askerleri limandaki gemilerden durmadan asker çıkartıyordu. Onların grubunu sağ koldan yürütmeye başlamışlardı. Sol koldaysa kamyonlar, dalga dalga insan seli arasında ağır ağır ilerliyordu. İskelenin başında, Haydar Çavuş Camii’nin hemen önünde kamyonlardan kadınlar ve çocuklar indiriliyordu.
Tarık:
—Yosif iskelenin başındaki kamyondan inenleri nereye götürüyorlar görebiliyor musun?
—Hayır, Tarık, önümüz çok kalabalık göremiyorum.
—Yoksa gemilere mi bindiriliyorlar?
—Tarık şuraya bak. Haydar Çavuş Camii’nin yanındaki meydanda kurulmuş idam sehpalarını görebiliyor musun?
—Aman Allah’ım gözlerime inanamıyorum. İnsanları idam etmişler. Yoksa…
—Evet, yoksa bizi de mi idam edecekler?
Rıhtımdaki yoldan caminin yakınına kadar sıkışık bir halde yürümüşlerdi. Caminin önünde durduruldular ve beklemeye başladılar. Buradan iskele daha rahat görünüyordu. İdam sehpalarında insanlar, gözdağı verilmek istenircesine acımasızca öldürülüyordu. İskelenin başında kamyondan indirilen kadın ve çocukları cami bahçesinde toplamaya başlamışlardı.
Yosif:
—Tarık düşman ne yapmak istiyor olabilir? Kadın ve çocukları camiye doldurmaya başladılar. Onları niye camiye dolduruyorlar ki?
—Yoksa bir süre de camide mi bekletecekler? Belki de trenler ve gemiler dolmuştur, geceyi burada geçirtirler. İnşallah bize biraz daha süre tanırlar.
Yosif;
—Tarık şu kamyondan inene bak.
—Hangisi?
—Şu arkası dönük olanı… Yoksa Mehlika mı?
—Burada o kadar çok insan var ki ve herkes birbirine o kadar benziyor ki… Hem Mehlika ve Tamara, Dutlimanı’na gideceklerdi.
—Gözlerime inanamıyorum, bu o.
—Mehlika! Mehlikaaa! Kahretsin yakalamışlar.
—Sağdıç boş yere bağırma, sesini tüketme. Bu kadar gürültüde seni duyamaz.
—Sevgili kardeşimi nereye götürüyorlar dersin?
—İşte camiye doğru yöneldiler. Hepsini camiye sokuyorlar.
—Allah’ım sana şükürler olsun onları idam etmediler…
Vakit akşamdı, gün mateminde kararırken ezan vakti minareler suskundu. Sahil boyunca yürüyen tutsakları gemilerden yansıyan projektörlerin ışıkları ve top mermileri aydınlatıyordu. İnsanların yüzünde hep aynı korku vardı. İşgalin kara matemi Haydar Çavuş Camii’nin taş duvarlarına ve insanların korku dolu yüreklerine düşerken, caminin büyük kapısı kapandı. Ardındaki demir sürgü sürüldü ve zincirlendi. İçerde yüzlerce insan mahşer gününü anımsatan korkularla, kemikleri birbirine geçmiş bir halde bekliyorlardı. Çocukların acı dolu çığlıklarına sessiz kalışın acısı yürekleri sızlatıyordu. Az sonra sahildeki kilisenin çan sesleri duyuldu. Çanlar ölüme vurdu ve ardından caminin temelinde büyük bir patlama oldu. Cami yanmaya başlamıştı, caminin ahşap pencereleri kısa sürede tutuşmuş, kapısı alev almıştı. İçersini kısa sürede alevler ve dumanlar kaplamıştı. Yanık kokuları burunları sızlatmıştı.
Gün geceyle insanların yüzlerinde demlenirken, caminin kapısındaki sürgü birdenbire açıldı. İnsanların feryatlarına dayanamayan Balıkçı Mehmet, kapının zincirini kırmış, sağ kalanlar yerdeki cansız insanların üzerinden atlayarak, dışarı çıkmaya başlamışlardı. Tarık, Yosif’in elini gözyaşları içinde bırakmıştı. İnsan seli, Tarık’ı cami dışına kadar sürüklemişti. Haydar Çavuş Camii yanarken, acı çeken halkına şahadeti yaşatmıştı. Tarık, Cami kapısında Mehlika’yı beklemişti. Yine biliyordu ki; Mehlika bekleyenini cennette bekleyecekti…
BÖLÜM 6
(BANDIRMA YANIYOR)
17 Eylül 1922 sabahı gün doğarken Bandırma yanıyordu. Paşabayır’daki birkaç katlı binalar ve tütün depoları, Hacı Yusuf Mahallesindeki evler harabeye dönmüş, için için yanıyorlardı. Haydar Çavuş Camii’nin çökmüş kubbesinden ve yıkık minaresinden göğe doğru elif elif nidalar ve kara dumanlar yükseliyordu. Kapıdağ’dan kopan poyraz, şehrin üzerinden acıyla dolaşırken, ceset kokularını yayıyordu.
Bandırma Limanı’nda yoğun bir hareketlilik vardı. Sabahın erken saatlerinde Türk Ordusu şehre girmiş, Kurtuluş Savaşı’nın zaferini halkına müjdelemiş ve Yunan savaş gemileri, yük gemileri şehri terk etmişlerdi. Türk Ordusu’ndan kaçan Ermeni ve Yunanlılar Erdek’te bekleyen gemilere gitmişlerdi. Bandırma Limanı’ndaysa birkaç yelkenliden başka gemi kalmamıştı. Şehri terk eden çoluk çocuk ve ihtiyarlardan oluşan Rumlar da at arabalarıyla limana doğru gidiyor ve sıralar halinde gemiye biniyorlardı.
Tarık, Arasta Çarşısı’nın liman girişinden baktı. Çarşıdaki düşman bayrakları tek tek indiriliyor, yerlerine Türk Bayrakları asılıyordu. Tarık, dükkânının önünde durdu. Yırtılmış Yunan Bayrağı’nı indirdi. Türk Bayrağı’nı asarken, Tamara’nın, Osmanlı Bankası’nın önünden telaşla ona doğru koştuğunu gördü. Yanına geldiğinde gözlerindeki yaşları fark etti.
—Tamara sen ağlıyorsun.
—...
—Tamara neyin var?
—Mehlika’yı saklayamadım. Hainler yakaladılar.
—Biliyorum Tamara, senin suçun yok. O artık cennet kuşu oldu ve bizi cennette karşılayacak.
Tamara’nın gözyaşları sıralar halinde akmaya başlamıştı. Yeşil gözlerinin içinde Bandırma yanıyordu ve gözyaşları bu yangını söndüremezdi. Boynundaki kolyeyi çıkararak Tarık’ın avuçlarına bıraktı.
—Tarık, ne zaman Livatya sırtlarından Dutlimanı’na doğru bakarsan, kendini hep ondördüncü değirmen olarak kabul et. Umutsuzluğa düştüğünde, o an yanında olamasam da, kalbimin hep onbeşinci değirmen olarak yanında kalacağını unutma lütfen. Hoşçakal Tarık.
—Tamara dur gitme…
Tamara hızla koşmaya başlamıştı. Tarık da peşinden koşuyordu. Tamara şehir meydanında limana doğru, Bandırma’nın daim rüzgârı gibi koşuyordu. Tarık, at arabaları arasından geçmeye çalıştı. İnsan yüklü arabalar adeta geçmesine izin vermiyordu. Tarık limana geldiğinde, bazı gemiler hareket etmişti bile. Limandaki tüm yelkenliler arasında onu aramasına rağmen bir türlü bulamamıştı. Öğle ezanları okunurken limanda bir tek gemi bile kalmamıştı.
***
8 Ekim 1925 günü Bandırma Limanı’nda büyük bir hazırlık başlamıştı. Şehrin caddeleri gelin gibi bayraklarla süslenmişti. Limana yanaşan gemilerden, Kapıdağ Pomaklarının dokudukları ipek ve yün halılar indiriliyordu. Bandırma Halkı limanda artık Ertuğrul Gemisi’ni, beklemeye başlamıştı. Mustafa Kemal’in masmavi gözlerinin ışıltısı Bandırma Körfezi’nde belirecekti.
BÖLÜM 7
(YELDEĞİRMENLERİ)
Tarık Bey, öğle namazının ardından iskeleye kadar yürüdü. Deniz dolgu malzemeleri ile doldurulduğu için, Haydar Çavuş Camii denizden çok uzakta kalmıştı. İskele yolundan limana doğru yürüyordu. Limandaki iskele ona geçmişi hatırlatıyordu.
Atatürk, Ertuğrul Gemisi’nin merdivenlerinden inerken, Bandırma’ya doğru bakıyordu. Bandırma hala yangın yeriydi. Liman çok kalabalıktı. Herkes Kurtuluş Savaşı’nın galibini karşılamaya gelmişti. Tarık, iskeledeki ipek halılar üzerinden, alnı dik ve güçlü adımlarla yürüyen Mustafa Kemal’in gözlerinin içine baktı. Masmavi gözleri, Bandırmalılara güç ve güven veriyordu. Limandaki her yerde ve insanların ellerinde bayraklar vardı. Bandırma büyük bir coşkuyla Ata’sını karşılıyor ve misafir ediyordu. Atatürk’ün tren istasyonunda Balıkesir’e hareket etmeden önce; Bandırma’nın hala yangın izlerini taşımasını gördükten sonra halka seslenişini hatırladı: “Milletimiz çalışkandır. Bu fazileti taşıyan Bandırmalıların şehirlerini imar edeceklerinden, halen barut, is kokan bu beldeyi mamur hale getireceklerinden asla şüphe etmiyorum.”
Tarık Bey, iskele yolunda yürürken Ata’sının gözlerinin içine bir kez daha baktı. Limanda lüks yatlar, deniz otobüsleri, yük gemileri ve balıkçı tekneleri demirlemişti. Sahil parkı, Kuş Cenneti Festivali için büyük ağaçlar ve peyzaj bitkileriyle yeni görünümüne kavuşmaya hazırlanıyordu. Tarık Bey, aldığı simitleri iskeleden martılara ufaladı. Martılar kanatlarını süzerek, ardı sıra sortilerle simit parçalarını yakalıyorlardı. Öğle sıcağı iyice bastırmıştı, Tarık Bey, “Kısa bir öğle uykusunun ona iyi geleceğini” düşündü. Ama imkânsızdı bu; dükkânda dikmesi gereken yorganlar vardı. Artık gözleri de eskisi gibi seçemiyordu. Cebinden, Yosif’in hediyesi olan köstek saatini çıkararak baktı. Saat on dört otuz olmuştu. Bugün çok gecikmişti. Saati cebine koyarken yerdeki kolyeyi fark etti. “Gözlerim ne kadar keskin” diye gülümsedi. Güçlükle eğilerek, kolyeyi aldı. Köstek saatini çıkarırken düşürmüş olmalıydı. Kırışık ve nemli avuçlarını açarak, kolyeye bir kez daha baktı. Koskoca adama yakıştıramamıştı bu hareketini. Çocuklarını büyüttüğü gibi, boy boy torunları da vardı. Yıllardır kendini hep on dördüncü değirmen olarak kabullenmişse de; giden her yolcu gemisinde umutsuzluğa düşmüştü. Kolyenin zincirinden tutarak, göz ucuyla bir defa daha baktı ve körfezin serin sularına bıraktı.
Az sonra torunu Emre yanındaydı.
—Dedeciğim seni çok merak ettim, yine tansiyonun mu çıktı?
—Yok, yok oğlum, sadece biraz yürümek istedim.
—Yürüyüş yapmak için hava oldukça sıcak değil mi dedeciğim?
—Doğru, haklısın ama yaşlıları anlamak zordur.
—Dede hadi artık gidelim, başına güneş geçecek. Bak İstanbul’dan gelen deniz otobüsü de limana girdi. Kalabalık olmadan gidelim artık.
—Tamam, oğlum gidelim.
—Dede sen ağlıyorsun. Yine ağrın mı var?
—...
—Sahi, sana söylemeyi unuttum dedeciğim. Bu sabah dükkâna çok yaşlı bir kadın geldi. Çok şık giyimliydi ve çiçekli geniş bir şapkası vardı. Seni sordu dedeciğim. Hem de isminle. Ona, az sonra döneceğini söyledim. Ama beklemedi, senden tavus kuşu desenli ipek yorgan dikmeni istedi.
—Tavus kuşu desenli ipek yorgan mı?
—Evet dedeciğim. Acelesi vardı sanırım; ipek yorganın rengini bile söylemeden gitti. Sahi dedeciğim bana da bu kırmızı yumurtalardan bıraktı. Neden bu yumurtaları kırmızıya boyamışlar, biliyor musun dedeciğim?
—Evet, oğlum, onlar Paskalya yumurtaları…
Tarık Bey ve torunu dükkâna dönerken, her zaman rüzgârlı Livatya sırtlarında geniş kanatlarıyla yeni kurulan rüzgâr değirmenleri dönüyordu.
SON
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.