KÜÇÜK BOYACININ HİKÂYESİ
[KÜÇÜK BOYACI
Sıcak bir gündü. Ahmet Bey, bütün gün iş görüşmeleri yapmış, nihayet istediği neticeyi almıştı. Çok yorgun olmasına rağmen, yorgunluğunu hissetmiyordu. Biraz erken çıkacak, karısına müjdeyi verecekti.
Masadan gözlüğünü aldı. Çantasını topladı. Kapıyı kilitledi ve dışarı çıktı.
Oh! Sıcak olmasına rağmen hava çok güzeldi. Yürürken gülümsüyor, temiz havayı ciğerlerine çekiyordu. Sokağın başında yine aynı satıcılar, boyacı çocuklar dizilmişti. Birden bir kargaşa, bir gürültü oldu. On beş, on altı yaşlarında bir çocuk, elinde boyacı sandığı koşuyordu. Arkasından da sekiz, dokuz yaşlarında bir çocuk, hem ağlıyor, hem de ona yetişmeye çalışıyordu. Elinde minik taburesi, çelimsiz bacaklarıyla koşuyor, bir yandan çâresizce yardım istiyordu:
‘’Sandığımı aldı, tutun ne olur! Ver! Ver! ’’ diye bütün gücüyle bağırıyor, çırpınıyordu. İnsanlar neden yardım etmiyorlar, neden gülerek seyrediyorlar anlayamıyor, daha da hırslanıp ağlıyordu. Birkaç haylaz oğlan sanki bir yarış seyrediyormuş gibi arsızca gülüp tezahürat yapıyorlardı. Sandığı kapıp kaçan çocuk uzaklaşmış, gözden kaybolmuştu. Küçük boyacı ise gözyaşları içinde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Öyle çâresiz, öyle üzgündü ki. Yolun ortasında öylece kalakalmıştı.
Ahmet Bey bu manzara karşısında ilgisiz kalamadı. Yanına gidip küçük oğlanın saçlarını okşadı. Mendilini uzattı:
‘’Böyle zavallılardan ne isterler bilmem? Tanıyor musun o çocuğu? Diye sordu. Çocuk hıçkırarak:
‘’Ara sıra yanımıza gelip bize sataşıyordu. Sandığımı çaldı. Ben ne yapayım şimdi? Babama ne söyleyeceğim?
Ahmet Bey:
‘’Gel, sana yeni bir sandık alalım. ‘’diyerek çocuğun omzuna vurdu. Biraz yürüdüler. Sonra cebinden bir miktar para çıkarıp çocuğa verdi.
‘’Git, bumu babana ver, her şeyi anlat. Sana kızmaz. Yeni bir sandık alsın.’’diyerek çocuğu yatıştırdı. Evine doğru yürüdü. Düşünüyordu. ‘’Bir çocuğum olsaydı.’’Diyordu. Hep hayâlini kurmuş, ama bir evlât sahibi olamamıştı.’’Onu ne güzel yetiştirirdim. Her imkânı önüne serer, adam ederdim.’’ O küçük çocuk gözlerinin önüne geldi. Üzgün ve masum bakan o kapkara gözleri aklından çıkmıyordu. Sanki yaşından önce hayatın yükünü omuzlamış, olgunlaşmıştı. İçini çekti…Hızlı hızlı yürüdü…
Ertesi gün işe gelirken gözleri elinde olmadan o çocuğu aradı. İsmini bile sormamıştı. İçindeki evlât hasreti ona, bu çocuğa karşı çok sıcak duygular hissettiriyordu.
Birden ona doğru gelen birilerini gördü. Evet, dünkü çocuk, yanında solgun benizli bir adamla karşısındaydı. Çocuk utangaç bir gülümseme ile babasına Ahmet Bey’i işaret ederek:
‘’İşte baba, bu amca’’ dedi. Adamcağız büyük bir içtenlikle yaklaşarak:
‘’Allah sizden razı olsun beyefendi, oğluma...’’diyordu ki, birden karşısındaki adama dikkat etmeye başladı. Ahmet Bey şaşırmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyor,,
‘’Önemli değil efendim derken, gözleri adamı inceliyordu. Birden:
‘’A! Remzi sen misin? ’’ diye heyecanla sordu. Aynı anda iki eski arkadaş kucaklaştılar. Çocukcağız hayret ve sevinç dolu bir bakışla, bir ona, bir babasına bakıyor, olanları anlamaya çalışıyordu. Ahmet Bey:
‘’Sevgili arkadaşım, askerliğimiz bittiğinden beri senden bir haber alamadım. Verdiğin numaraya o kadar çok telefon ettim ki…
Ama sana ulaşmak ne mümkün? Neyse tesadüfe bak, seni gökte ararken yerde buldum.’’
Remzi Bey bu yakınlık karşısında duygulanmış, biraz ezik, biraz kıyafetinden utanarak eziliyor, büzülüyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Ahmet Bey, arkadaşının koluna samimi bir şekilde girerek:
‘’Hadi, bürom şurada! Gel, hem konuşur, hem de eskileri yâdederiz.’’ Dedi. Küçük oğlan ise sevinçli, gözleri pırıl pırıl Ahmet Bey’i inceliyordu. Yürüyerek yakın olan iş yerine geldiler. Ahmet Bey, kolundaki arkadaşının zorlukla yürüdüğünü fark ediyor, endişeleniyordu. Ne kadar zayıflamıştı. Nerdeyse tanımayacaktı. Nihayet odasına geldikleri zaman, arkadaşını rahat bir koltuğa oturtarak, karşısına geçti, oturdu.
‘’E? Arkadaş! Kaç sene geçti aradan? Ama dünya küçük işte! Geç de olsa karşılaştık ya…’’ diye samimi bir şekilde arkadaşına baktı. Babasının yanına büzülen çocuğa:
‘’Gel bakalım evlât! Demek sen benim can dostumun oğluymuşsun ha? Adın ne senin bakayım? ’’dedi. Çocuk gülerek:
‘’Ahmet,’’dedi. Babam hep, çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Onun adını koydum sana, derdi. Demek arkadaşı sizmişsiniz.’’
Remzi Bey, başını önüne eğmiş, hayatın sillelerini yemiş, çok sıkıntı çekmiş bir insanın edası ile öylece yere bakıyor, ne yapacağını bilmiyordu. Demek oğluna yardım elini uzatan, teşekkür için karşısına çıktığı bu adam onun can ciğer asker arkadaşı Ahmet’ti. Gülümsedi. Askerlik günleri, beraber geçen uzun nöbet geceleri geldi aklına… Sonra dehşet dolu gece…O baskın, arkadaşını kurtarışı…
Gözlerini kaldırdı. Ahmet Bey’le aynı anda göz göze geldiler. Belli ki o da o günü, Remzi’nin nasıl canını tehlikeye atarak yardımına koştuğunu, gözü dönmüş hainlerin elinden kendisini kurtardığını düşünüyordu. İkisinin de gözleri dolmuştu… Birbirlerine aynı sıcak hislerle sarıldılar. Ahmet Bey:
‘’Artık seni bırakmam Remzi. Ne yapıyorsun? Nerde çalışıyorsun? Eğer memnun değilsen, yeni bir iş aldım, sana da çok ihtiyacım var.’’ Diye, arkadaşını incitmeden iş teklifini yaptı.
Remzi Bey’in hasta ve solgun yüzüne gözle görülür bir renk geldi. Arkadaşına iflâs ettiğini, işini kaybedip hastalanışını, çok sıkıntı çektiğini, ama her yokuşun bir gün düze çıkan bir yerinin olacağını düşünüp sabrettiğini anlattı. Karısı onu terk etmişti. Oğluyla baş başa hayatın çilelerinin üstesinden gelmeye çalıştıklarını söylerken, gözyaşlarına engel olamadı.
‘’Her şeyimi yitirdim Ahmet,’’ dedi. Ama umudumu asla! Oğlum Ahmet, hayata küsmemem için bir umuttu.’’
Ahmet Bey’in içi burkuldu. Hayatta hep bir şeyler yolunda giderken, bir şeyler de eksik kalıyordu. Ne olurdu, onun da böyle bir evlâdı olsaydı.
‘’Remzi,’’ dedi.’’Benim çocuğum olmadı. Ne dersin? Ahmet’ten bundan böyle ikimiz de sorumlu olalım. Ben de seninle Ahmet’in geleceği için bir şeyler yapmak istiyorum. O, benim de oğlum olsun. Karıma dün bir müjde götürmüştüm. Kabul edersen, şimdi de bir oğul müjdesi vermek istiyorum. O çok yalnız. Hep evlât hasreti çekti. Ahmet’te anasız kalmasın. Ne dersin? ’’ dedi. Remzi hiçbir şey demedi, ama yüzündeki minnet, gözlerindeki yaş, her şeyi söylüyordu. Nihayet duaları, rüyaları kabul olmuştu. Üçü birden sarıldılar. Kucaklaştılar. Hepsinin yüzünde umut, sevgi ve güven vardı. Onlar artık çok mutluydular. Dostluk ne güzel şeydi…
Dostluk
Tutalım sımsıkı ellerimizi,
Demir bir zincir gibi
Kopmasın dostluk! !
Perçinlensin sevgilerin
Bu en güzeli,
Ruhlarda ışık olup
Parlasın dostluk! kalin ]
YORUMLAR
Anlatığınız öyküyü okur iken inanın burnumun direkleri sızladı ve ne yazacağımı bilemedim.
Dostluk dünyada zor bulunan ama bulunduğunda da kaybetmemk için çalışılması gerekjen en değerli duygudur.
Özel bir çalışmaı bizlere sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Umarım okuyan herkez bu hikayeden kendi payına düşeni alır.
Kyutluyorum kaleminizi ve sevgiler yüreğinize