HAYÂL PENCERESİ
HAYÂL PENCERESİ
Bulutlar kayıp giderken, onlara bir an gözlerinizle tutunup, gönlünüzle takılıp da sürüklendiğiniz oldu mu? Bulutların arasından sessizce süzülen kuşlar gibi kayıp gittiniz mi bir yerlere… Unuttuğunuz, yıllarca hiç düşünmediğiniz geçmiş günlerdeki bir anıya sisler arasından dalıverdiniz mi hiç?
Sâdi Bey, eski köşkün üst katındaki odasının penceresinden İstanbul’un ufuklarına bakarken düşünüyordu. Senelerce hep aynı yerde oturur, bulutları seyreder, yorgun yüreğinin sızılarını dinlerdi. Gözlerini kapatır, ağaçların hışırtıları, ağustos böceklerinin sesine karışır, yıllarca âşina olduğu hanımeli, çam ve ıhlamur ağaçlarının kokusunu içine çeker, eski hâtıralarının arasına gömülürdü.
Eski günlere öylesine dalardı ki, bir müddet sonra kendine geldiği zaman, bitkin, gözlerinde târifsiz başka bir pırıltıyla, uzun, yorucu ama mutlu bir yolculuktan dönmüş gibi olurdu. Hemen toparlanamaz, bir zaman gözleri dalardı. Dudağının kenarında bazen acı, bazen buruk, gülmekle ağlamak arası bir çizgi belirirdi. Her zaman yaptığı gibi, farkında olmadan gür kaşlarını çekiştirirdi. Sonra önündeki yuvarlak, küçük masayı, parmaklarıyla birkaç kere tempo tutar gibi tıkırdatırdı. Yerinden biraz zorlanarak doğrulur, kitap raflarına elini sürerek bir kitabı alır, sayfaların arasındaki solmuş bir fotoğrafa sevgiyle, acıyla bakar, tekrar yerine koyardı.
Yandaki eski köşkün alt katından yine Fikret Bey’in yaylı tamburunun sesi, dalga dalga Sâdi Bey’in penceresine kadar yükseldi. Ne kadar da güzel çalıyordu. İnsanın içine işliyordu.
Fikret Bey, kırk beş yaşında olmasına rağmen hiç evlenmemiş, annesiyle oturuyordu. Mebruke Hanım yıllardan beri içine kapanmış bir halde ömür geçiriyordu. Türlü doktorlara götürdükleri halde durumunda bir değişiklik olmamıştı. Sessiz bir çocuk gibi yerinde oturur, dış dünya ile ilgilenmezdi. Duygulu bir çocuk olan Fikret Bey, yaşını başını aldığı halde, annesini bırakıp evlenmemişti.
İçinin özlemlerini, duygularını, tamburundan dökülen nağmelerle anlatır gibiydi. Her dinleyişte Sâdi Bey’i seneler öncesine götürürdü.
‘’Adanın yeşil çamları aşkımıza yer olsun,
Ne çâre ayırdı felek, kalplerimiz bir olsun.
İpek saçından bir tel ver, bana yadigâr olsun,
Ne çare ayırdı felek,kalplerimiz bir olsun…’’
Sâdi Bey alt kata indi. Hanımına müşfik gözlerle baktı. Nimet Hanım yine güzel yemeklerini yapmakla meşguldü. Akşama, oğlu, gelini ve torunu geleceklerdi.
Onun yaptığı yemeklere herkes bayılırdı. Bolu’lu idi. Elinden gelmeyen yemek yoktu. Eşi dostu ona:
‘’Yaptığın yemeklere gönlünden de bir fiske katmışsın, ondan bu kadar güzel.’’ derlerdi.
İkrama bayılırdı. Yaşına rağmen üşenmez, en zor yemekleri didinir, yapardı. Bundan da büyük mutluluk duyardı.
Sâdi Bey, karısını çok sever, ama kendi bambaşka bir dünyada yaşadığı için de zaman zaman yalnızlık çekerdi. İsterdi ki, Nimet Hanım da onun dünyasını paylaşsın, onunla okusun, okudukları üzerinde mütalâalar yapsın, bahçede tabiatın sesini birlikte dinlesin. Hattâ Fikret Bey’in tamburunu da aynı kendi gibi huşû ile dinlesin.
Nimet Hanım’sa yıkasın, ütülesin, herkesin sevdiklerini pişirsin; yedirsin, içirsin isterdi. Başka şeylerle uğraşırsa huzursuz olur, boşa zaman geçiriyormuş hissine kapılırdı.
Bir müddet tatlılarla uğraşan karısını seyreden Sâdi Bey, askıdan ceketini alıp giydi. Bahçeye çıktı. Elleri arkasında, ağaçların üstünde uçuşan kuşları seyretti. Ne güzel de cıvıldaşıyorlardı. Ihlamurun baygın kokusunu içine çekti. İskeleye doğru biraz yürüyüş yapmak için dışarı çıktı. Büyükada’nın sâkin, temiz havası, sessizliği insanın ruhuna huzur veriyordu. Her zaman okşadığı tekir kedi gelip bacaklarına sürtündü. O da sevilmek istiyordu. Sevilmek, okşanmak…Sâdi Bey, bir müddet kediyi sevdi. Yavaş yavaş iskeleye doğru yürüdü.
Karşıdan gelen fayton, büyük kapılı bahçenin önünde durdu. İçinden bej rengi tayyör giymiş bir kadın indi. Bembeyaz saçlarına rağmen yüzü oldukça hoş görünüyor, yeşil gözlerinde derin bir hüzün buğusuyla bakıyordu. Bir an için Sâdi Bey’le göz göze geldi. Âdeta titreyerek irkildi.
Seneler sonra Büyükada’daki evine gelmişti. Evlenip uzun müddet yurt dışında kalmıştı. Yıllar ne çabuk geçmişti. Ada’dan içi titreyerek ayrıldığı gün geldi gözlerinin önüne…Yüreğini burada bırakıp gitmişti. O’nu tanımadan önce nişanlanmıştı. Aileler çocuklarını birbirleriyle evlendirmek için ellerinden geleni yapmışlardı. Leyla Hanım’ın gönlü boştu o zaman. Sevmek istiyor, sevilmek istiyordu. Nişanlısına pek ısınamasa da,ailesinin baskısıyla ‘peki’ demiş, daha sonra Sâdi Bey’i tanımıştı. Her şeyin, duygularının alt üst olduğu o gün geldi aklına…Aniden göz göze gelmişler, bir mıknatıs gibi birbirlerinden gözlerini ayıramamışlardı. Kordan birer ateş yumağı düşmüştü gönüllerine…İçin için yanmışlardı.
‘’Ne olurdu Allahım, daha önce görseydim onu’’ diye çaresizlikle kıvranmışlardı. Leylâ nişanlıydı. Parmağındaki yüzüğe her bakışında mutluluk yerine acı duyuyordu…
Annesi, eşi, dostu; Sâdi Bey’e münasip kızlar buluyor, tanışma vesilesi yapıyorlardı. Sâdi Bey’se hepsine ilgisiz kalıyor, sadece onu, o yeşil gözleri buğulu Leylâ’yı düşünüyordu.
Önceleri hiç konuşmamışlardı. Karşılaştıkları zaman konuşan tek gözleriydi. Sâdi Bey’in gözleri çakmak çakmak oluyor, Leyla ise boynuna kadar kızarıyordu. Bir müddet göz göze gelip, acele adımlarla uzaklaşan Leyla’sını hiç unutmadı Sâdi Bey…
Düğün haberini aldığı gece Büyükada’nın en ücra yerlerinde deliye dönmüş bir halde, ne yaptığını bilmeden sabaha kadar dolaşmış, bir hayâlet gibi perişan evine gelince zavallı annesi hıçkırıklarla oğluna sarılmış, ana, oğul çocuklar gibi ağlamışlardı.
Leyla daha o akşam İngiltere’ye uçmuş, senelerce görünmemişti. Uzun zaman avunamayan Sâdi Bey’i, munis bir kız olan Nimet’le evlendirmişlerdi. Nimet; güler yüzlü, sabırlı, becerikli ve Sâdi Bey’in acısını anlayamayacak kadar saftı. Kocasına bütün sevecenliğiyle kucak açtı. Sevdi, saydı. Sâdi Bey’se ona, bir çocuğu şefkâtle sever gibi sevip bağlandı. Ama yıllarca kalbinin en gizli bir yerinde saklı Leyla’sını her zaman andı, hiç unutmadı.
Aradan tam kırk iki yıl geçmişti. Sâdi Bey, daha bu sabah pencereden bakarak Leyla’sını anmış, hayâlleri ile yaşamıştı. Ve, işte senelerce unutamadığı gözler yine mahzun ve şaşkın ona bakıyordu. Gözlerine inanamadı. Yine hayâl kuruyor zannetti. Ama faytondan inen bej tayyörlü hanım buruk bir gülümseyişle yaklaşıp, ona ‘’Merhaba’’ demişti. Sesi hüzün rüzgârlarını dalga dalga savuruyordu sanki…Ne tuhaf, sanki ona ‘hoş geldin’ demek için çıkmıştı evden…
‘’Merhaba, hoş geldin’’diyerek titreyen elini uzattı. Sendeler gibiydi. Bahçe kapısını açan Leyla Hanım’ın da eli ayağına dolaşıyordu. Valizlerini alıp bahçeye girdi. Yeşil gözlerde hüzün yağmurları yağmaya başlamıştı bile…Sâdi Bey önüne bakarak uzaklaştı.
Dün gibi, daha dün gibi… Kırk iki yıl, bir ömür, onsuz geçen bir ömür… İkisi de zaman zaman birbirlerini ölesiye özlemişlerdi, hiç ummadığı, ümidinin tamamen söndüğü bir gün karşısında buluvermişti onu. Hep dua etmişti, bir daha onu görebilmek için…Hiç benim olsun demedi, sadece bir kere daha görebilmekti dileği ve duası kabul olmuştu işte.
Ertesi gün kitabının arasında senelerce sakladığı o soluk resmi çıkarmış, iskeleden denize atmıştı. Eve dönünce de, eski köşkün üst katındaki hayâl penceresinin panjurlarını da artık kapatmıştı.
Hâlenur Kor