Er Mektubu Görülmüştür
Üç beş aylık gelinken yolcu etmiştik kocasını Erzincan’a, yiğit mi yiğit bir adam daha katılmıştı elli yedinci topçu tugayına. Ne uğurlamaydı o. Tamı tamına bir hafta sürmüştü eğlenceler. Buralarda düğüne, bayrama gider gibi gidilir asker ocağına. Budur gelenek. Anneler, babalar bir başka coşar oğlu asker olduğunda. Akrabalar, komşular, herkes ama herkes asker uğurlamaya gelir. Herkes kendini doğal davetli kabul eder, o rahatlıkla giderler asker uğurlamalarına.
Cevriye ablamgil hazırlıklarını buna göre günler önceden yapmışlar, ikramlı, yemeli içmeli bir hafta toy kurulup bayram edilmişti. Türlü eğlenceler düzenlenmiş, fıkralar anlatılmış, oyunlar oynanmıştı bu gecelerde. Hep böyle sürsün istiyordu insan, hiç bitmesin di bu mutluluk, ama gelip çatmıştı o gün. Bütün mahalleli birlikte uğurladık asker ağabeyimi. Boynuna sarıldı herkes, arkasından su dökenler oldu tez dönsün diye. Komşuları, arkadaşları omzuna vurup, yiğidim vatan senden hizmet bekliyor gibi laflar ettiler. Herkesle vedalaştığını gördüm. Cevriye ablamla bir teması olmamıştı son ana kadar. Tam minibüse binerken el salladı ona. Araba hareket edinceye kadar da ayırmadı gözlerini ondan bir daha. Cevriye ablam elini kaldırdı bel hizasına kadar, sonra yanına düştü her iki kolu. Ardını dönüp koşarak girdi eve. Hep acıtan bir yanını sezinlerdim bu uğurlamaların gecelerinin.
Hasrete, ayrılığa dayanmıyordu yürekleri insanların. Herkes severek gider vatan hizmetine, buralarda askerlik yapmayanı adam yerine bile koymazlar. Eksik insan sayarlar da ne yapsan değiştiremezsin bunu. Ağlayanlar gözyaşını kimselere göstermeden ağlar, boşaltırdı içini. Ayıplanır asker annesinin yaşın yaşın ağlaması. Hatırlarım, capcanlı gözümün önündedir halen, gecelerin hüzünlü gelini Cevriye ablam. Ağlamalarının geldiğini çok gördüm, ama gözlerinden bir damla bile yaş geldiğini hiç şahit olmadım. Gören de yoktur sanırım, ayıptı, korkaklık sayılırdı bu. Oysa ne insanca şeydir ağlamak, siyahla beyaz arasına sıkışık renkler için ağlamak, mum kokulu gecelerde…
Kocasının gidişiyle silinmişti yüzündeki gülümseme, yerini hüzne bırakıp. Uzun zaman ortalıkta görünmemiş, günler sonra karışmıştı insan içine. Kocaman bir boşluk oluşmuştu yüreğinde. Tarifi güç, yeri dolmayan, insanı yutan bir boşluk doldurmuştu içini. Yeni yeni alışmaya çalıştığı koca evinde yapayalnız kalmıştı. Evde iki kişi daha yaşıyordu, ama o tek başınaydı uzun kış gecelerinde. Yaşlı kaynanası ve kaynatası buyurgan tavırları ile onu bilmeden, farkında olmadan üzüyorlar, O’da kendisini dışlanmış hissediyordu. İtekliyorlardı biraz daha yaşamın dışına, itekliyorlardı içindeki derin boşluğa ve itekliyorlardı gecelerindeki yalnızlığa doğru.
Sekiz baş sığır ve koca katırın bakımı da ona kalmıştı. Kocasından sonra onlara bakacak kimse kalmamıştı evde. Yaşlı kaynana ve kaynatanın yeme, içme, eğin, üst baş bakımları da cabası.
Gündüzleri yeterince dolu geçiyordu Cevriye ablamın. Başını kaşıyacak zamanı yoktu neredeyse. İşten fırsat bulup üzülmeye, hasretlenmeye zamanı olmuyordu. Akşam namazına, karanlık kavuşuncaya kadar işlerle boğuşur, vaktin nasıl geçtiğini bilemezdi. Bu koşturmaca içinde bazen yemek yemeyi bile unuturdu.
Böyle olması bir bakıma iyiydi. Yoksa aklını yitirir, ne edeceğini, ne yapacağını bilemez, dağa taşa düşerdi gencecik yaşında. Akşam yemeği yenildikten sonra elektrikler kapatılır, sönen kuzinenin yeniden yakılmasına müsaade edilmezdi.
İhtiyarlar için birçok şey lüzumsuzdu, israftı, erken yatılmalı erken kalkılmalıydı. Şeytan kuşluk vakti yatan gelinin tereğinden bucağından eksilmez, bereket göğe çıkardı o evden. Öyle bilir, öyle söylerdi kaynanası Cemile yenge.
Cevriye yatağına erken çekilir, gizli gizli ağlardı gecenin karanlığında. Uyku tutmazdı gözü. Dayanılmaz olurdu yüreğini yakan hasret. Ah! Bir kocası yanında olsa, Cevriye’m dese, sıkı sıkı sarsaydı onu. Başka ne isterdi Allahtan?
Karanlığa ve hüzne birazcık alıştı. Hasrete hiç ama hiç alışamadı. Erinin, askerinin yokluğuna alışamadı.
Rüyalarına gelirdi ilk zamanlar kocası. Üniformasıyla mutfak penceresi önünde dikilir, gecenin karanlığında ay gibi parlardı, ışık saçardı yüzünden gözünden. Cevriye ne yapacağını şaşırır, elini koyacak yer bulamazdı heyecanından. Sonra her yanı sevince keser, içini eriten, içine kıpır kıpır dolan duygular sarardı bütün bedenini. Alamazdı gözlerini pencere camından.
Bazen camda bir asker silueti belirir, sonra bir karaltı halini alır, çıt çıkarmadan öylece beklerdi. Bir defasında işaret ve orta parmağının dış yüzüyle pencere camını tıkladı. Camda ritmik sesler çıkarıp, ben geldim Cevriyem dercesine aydınlandı yüzü, her yan ışığa karıştı ve ışık kümesi içinde yok olup gitti. Doyamadığı adamını, biricik kocasını rüyada gördüğünde sevincinden aklını yitirirdi. Kıpırdamaya takati kalmaz, nefesi daralır, durmadan kütlerdi yüreği. Bazı geceler birkaç defa gelirdi mutfak penceresine.
Cevriye pencereye doğru yaklaşır, o yaklaştıkça camdaki siluet silinir, görünmez olurdu. O anda buz keserdi her yanı.
Bazen de camdaki siluet olduğu yerde kalır, Cevriye cama doğru ilerler, düş boyu yürür ama ona bir santim bile yaklaşamazdı. Gerisi dayanılmazdı gördüğü düşün. Çoğu zaman ağlayarak, kan ter içinde uyanırdı rüyalarından. Hüzünlü biterdi her rüyanın sonu. Daha gözünü uyku tutmaz, Horozlar ötüşene kadar dönüp dururdu yatağında.
Biz çocukların en büyük eğlencesi futboldu o yıllarda. Ya da çelik çomak oynardık, üçerli beşerli gruplar halinde.
Kızlar kendi aralarında dört taş dediğimiz oyundan oynarlardı. Yere çizdikleri çizgilerin arasından, üstünden, çizgiye değdirmeden taş döndürürlerdi, tek ayak üzerinde sekerek. Taş, çizgi üstünde kalırsa oyuncu yanar, oyun diğer kıza geçerdi. Bazen de kendi diktikleri bez bebeklerle oynarlardı harman kenarlarında. Genelde ayrı ayrı oynardık oyunlarımızı. Bir keresinde hep birlikte evcilik oyunu oynadık. Ben evin babası, Güllü annesi, Ahmet büyük baba, Aslı ile Emin ve diğerleri de çocuk olmuşlardı. Sonra bir daha hiç oynamadık birlikte.
Sokağın çocukları toplanır, her gün top koştururduk fındık bahçelerinde. Karedeniz bu, bir karış toprağı bile yeşillikten yoksun değildir. Bir karış toprak bile ekilir, dikilir. Kolay mı o kadar çocuğun oynayacağı uygun oyun alanlarını bulmak. Bizde bulamazdık zaten. Mahalle aralarında, bulduğumuz minnacık boşluklarda oynardık oyunlarımızı. Hava kararıncaya, göz gözü görmez oluncaya kadar da devam ederdi oyunlarımız. Annelerimiz kızar, azarlarlardı bizi eve dönüşlerimizde. Bahçe sahibi bizi kovuncaya kadar, bıkmadan, usanmadan koşardık. Tam maçın kızıştığı sırada çıkıp gelirdi İlyas amca, bahçemi mahvettiniz diye sayar söverdi. O kadar çocuğun bahçede koşuştuğunu görmek deli ederdi onu.
Ona göre, insan gâvur çocuğu bile olsa bahçeyi bu hale getirmez, girip oynamazdı içinde. Çoğunlukla aynı bahçede oynardık. İstemeden de olsa fındık bahçesine zarar verirdik, ya da İlyas amca öyle sanırdı. Çok kızardı oyunlarımıza. Arkamızdan avazı çıktığı kadar bağırır,
“Ulan gidinde evde derslerinizi çalışın, bu gidişle sizden hiçbir halt olmaz, yazık değil mi anne ve babalarınızın emeğine?”derdi. Sonrada “tüh size be, tüh size be” diye söylenerek çekip giderdi.
Elimiz yüreğimizin üstündeydi hep. Hiçbirimiz İlyas amcaya görünmek istemez, onunla karşılaşmaktan ödümüz kopardı. Tetikteydik hep. Çoğu zaman duyumsuzdan çıkıp gelir, gafil avlardı bizi.
Koca Emir, saha kenarında hep gözetlerdi onu. Doğuştan özürlüydü Emir. Okula gitmiyordu, annesi eline üzerine tereyağı sürülmüş sıcak saç ekmeğini tutuşturur, oynaması için sokağa, yanımıza bırakırdı. Okul dönüşlerimizi dört gözle bekler, okuldan dönen her çocuğu gördükçe göklere sıçrar, uzun süre elini çırpar, sevincinden ne yapacağını bilemezdi. Hepimiz çok severdik Emir’i. En sevdiği şeyi maç izlemekti. Yerinde duramazdı biz top oynarken. Her iki takımı da tutardı. İkisinin de attığı gole sevinir, öyle bağırırdı ki sağır ederdi kulaklarımızı. Kim gol atarsa atsın koşarak Emir’in yanına gider, diz üstü kızaklardı önünde. Emir’de kolunu sertçe birkaç kez havaya kaldırıp karşılık verirdi bu harekete.
Emir arada sağa sola bakar, İlyas amcayı gözetlerdi maç boyunca. Gelişinden hiç hoşlanmazdı onun. İlyas amcayı görünce gücünün yettiğince bağırır,”tüh be, tüh be” diye haykırıp yeri göğü inletirdi. Emir’in bu ünlemesini herkes diğerlerinden kolaylıkla ayırırdı. Onu duyar duymaz her birimiz ayrı yönlere kaçışırdık. Aslında hiçbirimizi yakalayamazdı İlyas amca. Ondan daha hızlı koşuyorduk. Kaçarken bahçe kenarını çevreleyen dikenli tele takılırdık, orada ele geçirirdi bizi. Yakaladığında esir almış gibi sevinir, kulaklarımızı çeker, kıçımıza birkaç şaplak atmadan bırakmazdı. Bunlara rağmen her gün yeniden kurulurdu İlyas’ın bahçesine oyun. Ve yeniden başlardı kovalamaca.
Elebaşı iki çocuk karşılıklı geçer, takımlarını oluştururdu. Her ikisinin de
“beni sevenler arkama geçsin”
Sözüyle başlardı takımın kurulması. Oyunlarına taşıdıkları bu rekabet, okul sıralarında da hiç değişmezdi. Kıyasıya devam ederdi iki okul ve oyun arkadaşı arasında bu rekabet.
Küçük olduğumdan beni direk takıma almazlar, oynamayan ya da eve çağrılan bir çocuğun yerine koymak üzere yedekte bekletirlerdi. Saha kenarına giden topları ben toplardım. Oyundan kimse çıkmazsa kaptanlar kendileri çıkar, yerlerine üç beş dakika oynatır, gönlümü alırlardı. Her iki takımda da oynar, hangisinden eksilen olursa onun yerine geçerdim. Bu yüzden beni kimse rakip olarak görmez, herkes kendinden sayardı.
Böyle bir zamanda çıkıp geldi Cevriye ablam. Mahallemizin yeni siması, komşumuzun taze geliniydi O. Gürcü şivesiyle konuştuğu dilimizi, altüst eden, konuşma biçimiyle en başından beri ilgimi çeken kadın. Kelimeler ağzından döküldüğünde ne çok değişime uğrardı. O’nu gizli gizli taklit eder, ama bir türlü beceremezdim onun gibi konuşmayı. Sesleri ağzında yuvarlata yuvarlata başka bir şekle sokar bunu nasıl yapabildiğine şaşar kalırdım.
Göz teması kurduğumuz bir sırada eliyle gel işareti yaptı Cevriye ablam. Yanına gittim. Bileğimden tutup neredeyse sürüyerek götürdü beni evlerine. Mutfağa geçtik. Otur dedi. Pencerenin yanına, ışığın sızdığı köşeye geçip oturdum. Elini kazağının yakasından koynuna daldırıp bir zarf çıkardı. Uzunca süre inceledi. Arkasını çevirdi, dik tuttu, yan döndürdü, sonra tırnaklarıyla iz yaptı zarfın üstüne, ama açmadı. Zarfı bana uzatıp,
“oku şunu evde kimse yokken” dedi. Gözlerine baktım, bunu okuyabileceğimden emin değildim.
“Sen neden okumuyorsun” diye sordum. Bakışları öne düştü, dalıp gitti. Bir süre hiç ses çıkarmadı kimseden. Gözüm üstündeydi, vereceği cevabı bekliyordum. Yüzü hafifçe pembeleşti, pembeler daha koyu pembe olup yanağının her yanına bir ateş topu gibi dağıldı. Ter bastı yüzünü. Birden başını kaldırdı, gözlerime baktı, utangaç ama sevecendi bakışları.
“Ben okuma yazma bilmem ki çocuk, uzatma da oku şunu! Dedi.
Üzülmüştüm, aceleyle aldım mektubu elinden. Zarfın dışına mavi kalemle yazılmış notta
’’ Cevriye’ye verin bu mektubu‘’yazıyordu.
“Aç çocuk zarfı! Şimdi kaynanamlar gelir, onlar gelmeden şunu bir oku da dinleyelim” dedi. Sonra da elimdeki zarfı alıp kendisi açtı. İçinden çıkan mektubu bana uzattı. Bi ta nem (Bitanem) diye başlayan, üzerinde Mehmetçik silueti bulunan bir kâğıdın, her iki yüzü de sol yukardan sağ aşağıya doğru çaprazlanmış kelimelerle doluydu. Ben okurken, daha doğrusu hecelerken o yan gözle pencereden dışarı bakıyor her yanı kontrol ediyordu. Telaşlıydı. Okuduğum heceleri kelimeye, kelimeleri cümleye tamamlıyor, anlamlandırmaya çalışıyordu. Galiba o günlerde bu mektupları okumaktan çok, dinlemesi zor olmalıydı.
Azimliydim, neredeyse bir ay içinde düpe düz okumaya başlamıştım. Kendimle ne kadar gururlansam azdı. Genellikle mektupların üzerinde Er mektubu görülmüştür diye bir mavi damga bulunurdu.
Her mektupta hasret cümleleri ile başlardı ilk satırlar. Sıra sevda sözlerine geldiğinde yanakları kızarırdı cevriye ablamın. Beni eliyle dürtüp,
“yavaş oku çocuk, bir duyan olacak şimdi”
der, ödü kopardı duyulmaktan, bilinmekten.
Asker ağabeyimin bazı mektupları ilk gecenin sıcaklığında başlardı. Böyle yazdığı mektupların sonuna bu mektubu çarşıya çıkan arkadaşlar vasıtasıyla dışardan postalıyorum diye not düşerdi.
Neden en güzel mektuplarının üzerine böyle notlar düşerdi bir türlü kavrayamazdım. Bu tür mektupları dinlerken yanakları al al olur, ter basardı yüzünü. Nefesi sıklaşır, gözleri buğulanırdı. Derinden alınan bir soluğun ardından öyle bir offff… çekerdi ki içini ürpertirdi duyanın. Keşke hep dışarıdan postalasa mektuplarını diye geçirirdim içimden. Bu mektupları dinlerken bazen sevinçten uçacak gibi olur, bazen de hüzünlenir, ağzını bıçak açmazdı Cevriye ablamın. Ablam mektuplarını okutmak için hep beni çağırırdı bunca çocuğun arasından. Hâlbuki onların içinde en az okuyabileni ve en küçük olanıydım ben. Mektuplarını başka çocuklara okutmayışının asıl sebebini yıllar sonra akıl edebildim. Okuduklarımı anlayamayacak kadar küçük olduğumu düşünüyor olmalıydı. Bir nevi mahremiyetini kurumanın doğal bir yolu olarak görüyordu bu durumu.
Hâlbuki okuduklarım gecelerime gelir, bazen uykumu kaçırır, bazen de rüyalarımı süslerdi. Bir keresinde Erzincan dağlarında askermişim, eşkıya kovalıyoruz hep birlikte koyaklarda. Cebimden bir fotoğraf çıkarıyorum. Neredeyse çıkarılmaktan her yanı yıpranmış kazınmış bir fotoğraf elimdeki. Kim olduğu tanınmıyor, saatlerce fotoğrafa bakıyorum, kâğıdın üzerinde yavaş yavaş gülümseyen gözleri ile beliriyor cevriye ablam. Onu, ardında horoz resimli yuvarlak ayna ve plastik tarağımın bulunduğu cebe dikkatlice geri koyuyorum. Fotoğrafta gördüğüm kızın O olmasına çok seviniyorum. babamın seslenişini rüyanın bir parçası sanıyorum önce.
Hadi kalkın okul zamanı diye gürlüyor diğer odadan. Kafamı yorganın altına sokuyor, rüya hiç bitmesin istiyorum.
Her mektup okuyuşumda ablam bana ya küçük paralar verir, ya da cevizle doldururdu ceplerimi. Hiç boş bırakmaz, muhakkak bir hediye verirdi elime. Aslında ceviz daha çok işime geliyordu. Parayla kendime bir şey satın alabilmek için ertesi günü beklemem gerekiyordu. Köyde para harcayabileceğimiz dükkânlar sadece çarşı denilen yerde vardı. Çarşı da bizim eve uzaktı. Hâlbuki ceviz öyle miydi? Kır kır ye. İki küçük taş bulur, düz olanını alta koyar diğeriyle tükeninceye kadar kırardım cevizlerimi. İlk başlarda kötü kırıyor dağıtıyordum içlerini. Zamanla alıştım ve yemiş kısmına hiç zarar vermeden kırmaya başladım cevizleri. Bunu evden uzak bir yerde, fındık bahçelerinin arasında yapıyordum ki sırrımızı kimse bilmesin di.
Cevriye ablamın sayesinde kitap harflerinden başka el yazılarını da iyice okumaya başlamıştım. Dört aylık bir dönem içerisinde okuyamadığım bir yazı şekli kalmamıştı. Artık daha hızlı okuyor, hatta ne bulursam okumadan geçmiyordum. Durumumu fark eden öğretmenim beni sınıfın birincisi ilan etmiş, kaldırıp arka sıralardan en öne oturtmuştu. Üstelik ‘’Cin Ali Okulda’’ adlı birde kitap hediye etmişti. Seçkin bir öğrenci olmuştum sınıfımda. Öğretmenimin ilgisi kendimi farklı hissetmeme neden oluyor, içimdeki sevinci ve başarı hırsını besliyordu. Bazı arkadaşlarım artık ödevlerini bana danışarak hazırlıyorlardı.
Cevriye ablama gelen mektupları dört gözle bekler olmuştum. Hatta bazen kendiliğimden onlara gidip, yeni mektup yok mu diye sorduğum bile oluyordu. Böyle bir gündü. Mutfak penceresinin önünde durdum, giyotin pencerenin kanadı yukarı kaldırılmıştı. Daha kapıya ulaşmadan billur gibi bir ses doldu kulağıma. Öyle bir yakısı vardı ki, ne söylediği, ne dediği hiç önemli değildi. Sadece sesi duyuyor, başka hiçbir şey duymuyordum. Kuşlar, böcekler susmuştu sanki, etraftan çıt çıkmıyordu. Arkası pencereye dönüktü Cevriye ablamın. Pirinç seçiyordu bakır tepside. Geldiğimi fark etmedi bile. Nefesimi tutup sonuna kadar dinledim onu. Ses ağzından değil de yüreğinden çıkıyor gibiydi. Bir yükseliyor, bir düşüyor, sonra ağıta, çığlığa dönüşüyor, titriyor ve kırmızı olup yakıyordu her yanı. Tepsiyi yukarı doğru hızla kaldırıp sarstı, pirinçler birbirine karıştı, seçmeye devam etti. Susmuştu. Boğazımı temizleme bahanesiyle geldiğimi belli ettim.
“Duydun mu?” dedi.
“Duydum, ama hepsini değil” dedim.
“Gürcüce söyledim, duysan da anlamazsın zaten” dedi.
“Anladım, çok güzeldi hepsini anladım” dedim.
“Gürcü türküsüdür, batumdan beri bizimkiler söyleyip dururlar. Gürcü olup ta bilmeyen yok gibidir” dedi. “Gürcü padişahının sarayından kaybolan genç bir asker için eşi yakmış bu türküyü, öyle söyler bizimkiler.Kadın senelerce bıkmadan usanmadan söylemiş aynı türküyü. Her defasında da ayrı bir güzelliğe bürünmüş sesi, bir kat daha yanıklaşmış türküsü. Gürcü diyarında duymayan bilmeyen kalmamış” derler.
“Özlem türküsü, sevda türküsüdür” dedi.
“Evet, özlem türküsüydü, sevda türküsüydü” dedim.
“Özlüyor musun onu” diye sordum. Sustu, sadece başını salladı yukarıdan aşağıya doğru. Lafı değiştirme ihtiyacı hissettim.
”mektup geldi mi?” diye sordum.
“Gelir akşama sabaha acelen ne? Hele sabret” dedi. Bazen üzülürdüm onun için. Neden gecikirdi ki bu mektuplar. Böyle zamanlarda eski mektuplardan birisini alıp getirirdi Cevriye ablam. Şunu yeniden oku der, ben okurken ilk defa duyuyormuşçasına dikkatle dinler, arada dalar giderdi gözleri. Derince bir iç geçirirdi satırlar son bulduğunda.
Mektup bittiğinde bir akide şekeri çıkarır verirdi bana.
“Ama Cevriye abla, okumuştum bu mektubu daha önce” derdim.
“Olsun yine okudun, al bu şekeri” der ve tembihlerdi sıkıca beni.
“Bak şekerini emerek yemeyi öğren, em ki daha tatlı olsun, uzun sürsün yemesi” derdi. Bense bir süre söylediği gibi yapar, sonra çatırdatırdım dişlerimin arasında akideyi. Bitirince de ağzımda kalan son tadı damağımdan emer, söz dinlememenin pişmanlığı içinde tutardım evin yolunu.
Okumam ilerlemişti. Mektuplarda yazılanları iyice anlar olmuştum. Bunu ilk fark ettiğinde ablamın yanakları kızarmış, önüne bakmıştı başını kaldırmadan. Bazen bakışları ahşap döşemede kilitlenir, öylece kalırdı dakikalarca. Tembihlerdi beni, okuduklarını sakın kimseye söyleme diye.
Bir gün yine çağırdı evlerine beni, cıvıldaşarak oyunlar oynadığımız onlarca çocuğun arasından çıkıp gittim. Çocuklar sorar, ben söylemezdim neden çağırdığını. Ya onları çağırır da mektuplarını başkasına okutursa, beni bir daha çağırmazsa diye endişelenir, çok büyük bir gizlilik içinde yürütürdüm bu işi. Tam bir sırdaş olmuştum ona.
O gün,
“gelirken defterini de getir” dedi. Götürdüm. Saçlarımı okşadı ilk baştan, tuhaf bir duygu gelip geçti içimden. Şöyle bir göz attı defterime, dikkatle baktı en son yazdıklarıma.
“Güzelleşmiş senin yazın” dedi.
“Öğretmenimde beğeniyor” dedim.
“Yaaa… Öylemi? Artık bu mektupların aynını yazarsın bundan böyle” dedi. Anlamamıştım, ne demekti aynını yazmak, sorarcasına gözlerine baktım.
“Yani cevap yazmamız gerekecek gelen mektuplara “dedi. Gözüm korktu birden,
“hepsine mi?” dedim, gülümsedi sadece. Yazılarım defterde simsiyah çıksın istiyordum. Kalemimi çok bastırıyor, durmadan ucunu kırıyordum, bileklerim ağrıyordu fiş yazmaktan. Her bir fişi en az beş kere alt alta yazıyor ve en az yirmi kadar fiş yazıyordum ev ödevi olarak. Evdeki zamanım fiş yazmakla geçiyor, bu yüzden oyuna geç kalıyor, takıma seçilemiyordum. Önce itiraz edecek oldum. Getirdiği cevizler bu fikrimden caydırdı beni. Cevizleri birlikte yedik kuzinenin yanında. Sonra aldım kalemi elime gözüne baktım.
“Defterin ortasından boş iki sayfa kopar” dedi.
“Öğretmenin kızmasın sonra” dedim.
“Kızmaz, hem ben sana daha büyüğünü daha güzelini alırım, merak etme hiç kızmaz” dedi. Düzgünce yırtarak ayırdım sayfaları birbirinden. Bana, “ne duruyorsun? Yazsana” dedi. Ne yazacağımı bilmiyorum, “sen söyle ben yazayım” dedim. Kolay çıkmadı ağzından ilk kelime. Uzunca(!) mektubumuzun ilk kelimesini bulmaya çalıştı bir zaman. Bi-ta-nem yazdırdı en başa. Söylediğini yazdım. Devamla, benimde seni çok ama çok göresim geldi, hatta gözlerimde uçuyorsun yazdırdı. Sanırım onun da, benim de ilk mektubumuzdu bu. Bir süre düşündük, sonra bu mektubu Murat’a yazdırıyorum, bak o okumayı yazmayı kısacık zamanda becerdi diye yazdırdı. Ayrıca benim için, Murat söz verdi kimseye bir şey söylemeyecek, ama senin dere yatağından ellerinle topladığın cevizleri de tek tek yedi bitirdi yazdırdı. Tükendi cevizler, döndüğünde kalanları ben kırarım sen yersin. Yüzüne baktım. “Şaka şaka, daha çok ceviz var” dedi. Birde, babamla annemi hiç düşünme, onlar bana, ben onlara çok iyi bakıyoruz diye yazdırdı. Yüzüne baktım, kaçırdı bakışlarını benden, kaynanasından çok korktuğunu biliyordum. Anlamıştı neden baktığımı.
“Olsun” dedi. “O şimdi asker, kötü şeyler yazıp dikkatini dağıtmamalıyız”. Aramızda öyle güçlü bir bağ oluştu ki, artık ceviz filan vermese, hatta hiçbir şey vermese yine okurdum mektuplarını. İşte ilk mektubumuz böyle bir şeydi. Kâğıdın sonuna da herkesten ve benden selam ekleyip bitirdik. Yazdıklarımızla sayfayı ancak yarılamıştık. Kısa küçük bir mektup olmuştu. Bu defa farklı bir şey yapmış, ilk mektubumuzu yazmıştık. Ne iyi ettik bu mektubu yazmakla diye geçirdim içimden. Cevriye ablamın zarfı kapatırken yüzünde oluşan gülümseme unutulur gibi değildi.
Meraktan öldüm, okuyabilmiş miydi bu mektubu asker ağabey. Benim hem okuyup hem yazabildiğimi duyunca sevinir miydi? Kocaman adam olmuştur şimdi, yazısı da inci gibi maşallah demiş midir? diye düşünmekten alamıyordum kendimi.
Aynı geldi ilk mektubumuzun. Bu sefer bana da selam yazmıştı son satırda. Daha başka mektuplarda yazdık sonraki günlerde. Ben ondan gelenlere eşdeğer mektuplar yazmayı öğrenmiştim. Mektuplarımızı yazarken arada bir okur, eksik bir şey kalmışsa ilave ederdik. Okulda güzel yazıdan da iyi notlar alıyordum, öğretmenimin hediye ettiği kitaplardan neredeyse kocaman bir kütüphane oluşturmuştum. Cevabı daha bir güzel geliyordu yazdığımız mektupların. Ama her bir mektuba yazılanlar buram buram hasret kokar olmuştu son zamanlarda. Her geçen gün daha iyi hissedebiliyordum bunu.
Artık mektuplardan okuduklarımı geceleri kendi kendime düşünüyor, elli yedinci topçu tugayının ikinci taburunda tüfek çatıyordum düşlerimde. Cevriye ablamın ağzından bazen kendime yazıyordum gizlice. Bundan sebep Cevriye ablamı gördüğümde önüme bakar olmuştum. Kaçamak bakışlarla onu seyrediyor, yakalanınca da kıpkırmızı kızarıyordum. Dile kolay, yaz tatilimi saymazsak on beş ayı böyle geçirdik Cevriye ablamla. Çok ateşli mektuplarımız oldu. Ben onun söylediklerini, söylemediklerini yazıyor güzel aşk mektupları çıkarıyordum hayallerimden. Gelen cevaplardaki bazı cümleleri sansürlüyordum Cevriye ablama okurken.
Artık onlardan çok benim olmuştu bu mektuplar. İyiden iyiye sahiplenmiştim bu güzel Gürcü kızını. Bazen asker ağabeyimin onu neden bırakıp gittiğine kızmıyor değildim. Ne vardı sanki bu kadar üzecek Cevriye ablamı? Neden bırakıp gitmişti uzaklara. Ee dile kolay, tam on beş ay. Mektuplarımızı ben postalıyordum. Köyümüzde küçük bir posta acentesi vardı. Çevirmeli kollu, manyetolu telefon makineleriyle bağır çağır yapılabilen telefon konuşmalarını orada gördüm. İlk defa orada dinledim. Cevriye ablamın sayesinde öğrendim bütün bildiklerimi diye düşünüyor, gizliden gizliye minnet duyuyordum bu genç kadına.
Delik miydi içleri bu telefon tellerinin. Yoksa ses nasıl geçebilirdi karşı tarafa? Posta parasını hep fazlaca verirdi Cevriye ablam. Üstünü harçlık edersin derdi. Ne günlerdi.
Bir gün döndü askerden kocası. Cevriye ablamın. Çok geçmeden gurbete gideceği söylentileri yayılmaya başladı mahallemizde. Çok uzakta mıydı şu gurbet? Ne yana düşerdi. Bana göre hiçte güzel bir yer değildi. Neden gidiyorlardı sanki. Sabahtan akşama kadar çalışıyordu Cevriye ablam. Buralarda eli iş tutmaz mıydı sanki.
Cevriye ablamı çok geçmeden alıp götürdü kocası İstanbul’a. Hiç unutmam gittiği günü. Önceleri benim için ne anlama geldiğini kavrayamamıştım bu gidişin. Asıl sonradan dert etti içime. Rüyalarımı esir aldı bir zaman. Çok özlüyordum onu, mektuplarla başlayan dostluğumuzu bir türlü unutamıyordum.
Yıllar sonra yolum gurbete düştüğünde onunla tesadüfen karşılaştım sokak ortasında. Evine davet etti beni, hiç düşünmeden gittim. Çoluk çocuğa karışmıştı. İşe girmiş, helalinden çalışıp hayatını kazanıyormuş. Birkaç sene sonra emekli bile olabilirmiş.
Nerdeyse anlaşılmayacak duruma gelmişti şivesi. Yemek hazırladı, ant attı yemeden gidersem benle konuşmayacağına. Güzel hazırlamıştı bütün yemekleri. Hepsi de bizim yörenin yemekleriydi, çatlarcasına yedim. Peşinden çay ve kuruyemiş verdi, bakkalda orda burada satılan cinsten yemişlerdi. Zil çaldı, içeri küt kesik saçlı bir genç kız girdi. Reyhan’mış bu. Cevriye ablamın büyük bebesi. Lise öğrencisiydi. Esmerce güzel bir kızdı Reyhan. Benimle tanıştırdı. Dikkatlice baktım Reyhan ‘a, aslında anneye daha çok benziyordu. Sadece deri rengini babadan almış gibiydi. Çaylarımızı tazeliyordu ki ben vaktimin sınırlı olduğunu, okula gitmem gerektiğini söyleyip ayrılmak istedim. Mühendis olacaktım, üçüncü sınıftaydım. Okul lafı duyulunca Reyhan kulak kabarttı. Başladı sormaya, o sordu ben söyledim. Kuruyemiş tabağı da yeniden doldurulmuştu. İçindekileri görünce gözlerime inanamadım. Kabuklu cevizle doluydu tabak. Bir anda göz göze geldik Cevriye ablamla. Derin bir suskunluk oldu odada, on beş, on altı yıl öncesine gittik beraberce. İkimizde biliyorduk ne düşündüğümüzü. Bakışları öne düştü sessizce. Bende elimdeki çay bardağını sehpanın üstüne bıraktım. Anıların arasında kaybolduk bir zaman. Reyhan sorularını eliyle sarsarak soruyordu. Birden Cevriye ablamın sesini duydum. Reyhan’a dönüktü yüzü,
“bak kızım eğer bu abin gibi okuyup üniversiteye girmezsen sana hakkımı helal etmem. Hatta sütümü de haram ederim” dedi.
Ne söyleyeceğini şaşırdı kızcağız, ağzından tek kelime çıkmadı uzun zaman. Toparlanıp,
“anne nerden çıktı şimdi bu?” diyebildi. Annesi onu duymadı bile. Bana dönüp,
“sen büyük adam olacaksın, hatta şimdiden olmuşsun” dedi. Anlamıştım kızına ne söylemek istediğini. Herkesten çok ben anlamıştım içinden geçenleri. İliklerime kadar paylaştım hissiyatını. Bana bakarak,
“acele ediyordun artık gidebilirsin” dedi.
Kalktım. Parkemi asılı olduğu yerden kendim aldım. Kapıya vardığımızda “bekle“ dedi. Az sonra ellerinde bir tabak cevizle döndü. “Bunları cebine dolduracaksın, memleketten göndermişler, dere yatağındaki ceviz ağacındandır” dedi. Gözlerine baktım yeniden, yanağından iki damla yaş süzülüp kayboldu sakaklarında. Allak bullak olmuştu yüzü, ne söyleyeceğimi ne yapacağımı bilemedim. Orada öylece kalakaldım. Saçlarıma dokundu, “hadi hepsini doldur cebine” dedi.
Kalan bölümünü tabakta bırakıp koşarcasına dışarı attım kendimi. İlk gelen otobüse binip Mecidiye köye geçtim. Oradan troleybüse binip Barbaros bulvarında indim. Yol boyunca hep Cevriye ablamı düşündüm. Okula uğradım. Arkadaşlarım yan ceplerimdeki şişkinliğe el atıp, ne olduğuna bakmak istediler. Çok sert tepki verdim.
“İşinize bakın siz” dedim. Üzüldüler, özür dilediler. Erkenden eve dönüp ceplerimi dolabın üst rafına boşalttım. Ceviz doldu orası, her yan cevize karıştı, oda ceviz kokusuyla doldu. Hiç birisine elimi bile süremedim. Artık onları bir çerez olarak görmüyordum. Başka bir anlamı vardı bu cevizlerin benim için.
Çok zorlanıyordum okulumda. Parasızlıktan doğru dürüst ihtiyaçlarımı karşılayamıyordum. Harçlığımı çıkarabilmek ve ihtiyaçlarımı karşılayabilmek için ne iş olursa yapıyor, yorgun düşüyordum eve. Asıl dinlenme zamanlarım ders çalışırken oluyordu. Atıyor kendimi çekyatın üzerine, dalıyordum sayfaların arasına. Gözüm yorulunca karsımdaki dolabın üst rafındaki cevizlere bakıyordum uzunca zaman. Cevizler benim için bütün öğütlerden daha Kıymetliydi.
Bu cevizler asker karısı, komşumuzun taze gelini cevriye ablamı getirmeye başlamıştı gecelerime.
Düşümde Reyhan’a, okumazsan sütümü helal etmem sana diyordu. On altı yıl öncesine, cehaletin getirdiği çaresizliğe gidiyordum her defasında. Mahremini paylaştığım bu kadının anıları bunca zaman sonra iki damla yaş olup boşalmıştı gözlerinden. Ağladığını görüyordum düşümde, gözyaşları içinde, Reyhan okumalı, sen okumalısın diyordu. Sonra saçlarımı okşayıp “ben son sözümü söyledim” diyor bir sis perdesinin içinde dans edercesine süzülüp yok oluyordu. Böyle bir rüyadan yeni uyanmıştım. Güneş yattığım kanepenin üstüne düşmüş, odanın her yanı aydınlanmıştı. Işığa ve sevince boğulmuştu evin içi.
Rıfat Gürsoy Ağustos 2008)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.