- 960 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AYŞEGÜL
Merdivenler yükseldikçe o sanki daha da aşağılara iniyor; tıpkı onlar gibi azaldığını, tükendiğini hissediyordu. Asansörü kullanmamıştı. Sanki zamanı yavaşlatmak istiyordu. Düşünceler ayak seslerine eşlik ediyordu. Ritmik ve yorgun…
Gözleri mütemadiyen aşağıda. Kendi gibi yorgun ayakkabılarında. Başka zaman olsa o kadar hızlı çıkardı ki; onları göremezdi bile. Merak eder diye güzel gözleri yollarda olan…
Bugün yaşadıkları o güzel gözleri yaşlandırır mıydı?
Yine bayılmıştı bugün. Zaten son zamanlarda çok sıklaştı bu bayılmalar. Önceleri riyazata ve yorgunluğa veriyor, hastaneye gitmiyordu. Bırakmak istemiyordu çok sevdiği işini kendi dertleri yüzünden. Bu sefer hastanede açtı gözünü. Demek o kadar uzun süre baygın kalmıştı ki; Müdür Bey endişelenip hastaneye götürmüştü.
Doktorun söyledikleri… daha doğrusu söyleyemedikleri…
Yine annesi aradı bugün. Defalarca sordu her zamanki gibi “iyi misin” diye. O yine “iyiyim(?)” diye geçiştirdi. Yatılı okurken de böyle yapardı. Arkadaşları burunları biraz sulanınca ellerinde sağlık karneleri gider, kenarları kesik ilaç kutularıyla dönerlerdi. Ama o salya sümük hasta olsa da sesini öksüre öksüre düzeltip iyi olduğunu söylerdi telefonda, endişelenmesinler diye. Sonra da çaya karabiber dökme gibi yöntemlerle tedavi ederdi kendini. Neyse ki artık annesi biricik gelinini daha çok merak ediyordu. Kendisi de öyle…
Merdivenler bitti… Anahtarı vardı ama o yine de zili çaldı. O tatlı ve nazik “kim o?” sesini duymak için. Bugün daha bir hoş geliyordu ona; hazan esintisi gibi…
Kapı açılınca her zamanki gibi selam verip sarıldı gül yüzlü, güler yüzlü gülüne. Ve vuslatları getirdiği tek beyaz gülle süslendi bu akşam. Yine unutmamıştı. Fırsat buldukça bir çiçekle gelirdi eve.
Yemek için geçti.
“Zahmet etme canım. Aç değilim. Üstümü değişeyim beraber çay içeriz…”
Üstünü değişip döndüğünde çayı hazır, hayat arkadaşını da kitap okurken buldu. Yanına oturdu. Eşi kitabı bıraktı, elini tuttu. Mütebessim dudaklarından aynı candan sorular…
Yalnız o, bu soruları pek alışıldık şekilde cevaplamıyordu. Geçiştiriyor gibiydi.
Bugün iyi geçmişti. Öğrencileri iyiydi. Bir sorun yoktu… vs.
Ama eşi anlardı. Genelde eşi sormadan başlardı çünkü anlatmaya. Öğrencilerini, okulda olanları, sıkıntıları… bir bir anlatır, dertleşirdi. Bu sefer konuşamıyordu. Her ne kadar içini dökmeye bugün daha bir muhtaç olsa da.
Eşine yanaştı. Kanepeye uzandı ve eşinin dizlerine başını koydu. Bu onu çok rahatlatıyordu. Anlayışlı eşinin elleri saçlarının arasında dolaşırken başını eşinin karnına dayadı. Bu ona artık daha başka heyecanlar veriyordu. Sanki bebeği onunla konuşuverecekmiş gibi geliyordu ona. Evet bebek…
Onu düşününce, düşünceler daha bir kemiriyordu zihnini. Onu göremeyecek miydi? Başını çevirip eşinin vazoya koyduğu gülü gördü. “Kız olursa ismini Ayşegül koyarsınız.” diyecek oldu… Hz. Ayşe’yi çok seviyordu ve O’na vefa borcu olduğunu düşünüyordu. Böylece O’nun şefaatine nail olma düşüncesi vardı içinde. Ama bu ne demekti şimdi? ‘koyarsınız’! Kafası karışmıştı iyice.
Eşinin yüzüne baktı. Ne kadar da güzeldi. Hep gülümsüyordu. Çok şefkatliydi. Bazen onu hak etmediğini düşünüyordu. Aklına çeşitli düşünceler gelmeye başladı. Onu bebeğiyle nasıl bırakacaktı. Ne kadar üzülecekti… ‘Evlenmese miydik?’ diye düşündü. Belki bu kadar üzülmezdi. Daha evleneli birkaç ay olmuştu. Evlenmeseydik belki zamanla beni unutur, ilerde yine mutlu olur, diye düşündü. Ama kaderdi. Böyle olmalıymış…
Ya anne babası… Tek çocuktu ve onlardan ilk on iki yaşındayken ayrılmıştı. Buradaki gurbete alışmışlardı ama şimdi ne yaparlardı. Üniversitedeyken annesinin özlem dolu gözyaşlarını getirdi aklına. Babasının dakikalarca gözleri dolu sarılmasını…
Peki ya öğrencileri? Canları… İlk öğrencilerini hatırladı. Ne kadar severdi onları. Evine çağırdığı zamanları anımsadı. Çok yemek seçerlerdi. Hazır köfte alır, kızartır onlara yedirirdi. Kendisi de mutfağın kapısını kapatır bir köşede tavada kalan yağa ekmek banar yerdi. Bazen onlar gelecek diye borç ekmek aldığı olmuştu. Onları bir daha görebilecek miydi?
Birden aklına çok sevdiği o dua geldi. Şimdi daha bir güzel geliyordu ona.
“Ya Rabbim, eğer yaşamam hayırlıysa beni yaşat. Ama eğer Sana gelişim hayırlıysa, emanetini al Allahım…”
Düşünceler ve endişeler içinde, eşinin narin elleri saçlarının arasında, eşinin dizlerinde uyuya kalmıştı.
Uyandığında başının altında bir yastık vardı. Üzerinde de bir battaniye. Eşi salonda değildi. ‘Bulaşık yıkıyor olmalı’ diye düşündü. Yarın ilk iş bir bulaşık makinesi almalıydı. Şimdiye kadar bilerek almamıştı. Eşiyle birlikte vakit geçirmek için. Eşine bulaşık yıkamada yardım etmeyi seviyordu. O mutfaktayken sessizce yaklaşıyor ve beline sarılıyor; eşi de elindeki köpüğü onun burnuna gülerek konduruyordu. Ama şimdi… Hem bebek de vardı… Mutlaka almalıydı bir makine.
Mutfağa doğru yürüdü, ama eşi orada yoktu. Sessiz bir hıçkırıkla irkildi. Yatak odasından gelen bu sese hızlı ama korkak adımlarla yürüdü. Kapı aralıktı. Açtığında eşini yatakta oturmuş ağlıyorken buldu. Vücudunda bir soğukluk hissetti. Eşini ne zaman üzgün görse böyle olurdu. Sırtından aşağı soğuk bir şey boşalırdı sanki. Eşi dizlerine bakıyor ve durmadan ağlıyordu. Eşinin dökülen gözyaşlarını izleyen gözleri eşinin dizlerindeki kan lekesinde durdu ve dondu. Elini burnuna götürdü. Çektiğinde parmak uçlarındaki kan pıhtılarını gördü. Şimdi de yüreğindeki kanın pıhtılarını hissedebiliyordu.
Sırtını kapının pervazına dayadı ve yavaş yavaş çöktü. Başını ellerinin arasına aldı; sıktı, sıktı… Dolu gözlerle eşine baktı. Eşi de bir eli karnında ona bakıyordu. Eşinin elindeki yüzüğe baktı, elinin altındakini düşündü ve boynunu eğdi. Dudakları yüzünden süzülen gözyaşı damlalarıyla buluşarak kıpırdadı:
“Kız olursa adını Ayşegül koyarsınız…”
27.08.08
Horzum
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.