Sudaki ses
Bulutların arasından sızan son ışık huzmesi de kayboldu. Güneş son görüldüğü yerde öğlen vaktini gösteriyordu. Gökyüzünde uçuşan öbek öbek bulutlar birbirine karıştı. Gün daha yarılanmadan her yer karanlığa gömüldü. Gök çatlarcasına gürledi. Kulakları sağır eden gürültünün ardı arkası kesilmiyor, yüreğine çöreklenen korku dinmek tükenmek bilmiyordu. Sığındığı kayanın oyuğu onu rüzgâr ve yağmura karşı koruyordu. Ancak şimşek ve gök gürültüsüne karşı çaresizdi. Ortalık kör edercesine aydınlandı. Karşı tepenin zirvesi yanarcasına aydınlandı. İnce uzun bir ateş gökyüzünden yere sağıldı. Her yer yeniden karardı. Patlamayı andıran o ses duyuldu. Devam eden yağmur, gök gürültüsü ve yere düşen ateş topu dengesini iyice bozdu. Gayret göstermese olduğu yere yığılıp kalacaktı. Vücudu külçeye dönüşmüş, her yanı ayrı bir parçaymışçasına bedeninden kopmuştu sanki. Dizbağının çözüldüğünü hissetti, ayakta durmakta zorlanıyordu. Yaslandığı duvardan kayarak oracığa çöktü. Eğer yağmurun ıslaklığından ayırt edebilmiş olsaydı, altına kaçırdığını ayrımsayabilecekti. Yağmur hızlanarak devam ediyor, yere düşen damlalar çarpmanın etkisiyle havaya sıçrıyor, yeniden çimenler üzerine düşüyordu.
Korkunç bir gürültünün ardından refleks bir hareketle avuçlarını semaya açıp, “sana sığındık” dedi.
Korkulu bakışlarla sağını solunu yokladı. Çevresinde yanan yıkılan, yerle bir olan bir şeyler aradı. Ellerini açmış, öylece kalakalmıştı. Sepkene dönüşen yağmur damlaları her iki avucuna düşüyor, ayalarında biriken sular bileğinden aşağı kayarak dirseğinde kayboluyordu. Gözlerini ayırmadan uzun zaman ellerine baktı. Kör eden aydınlığın arkasından toprak gürültüyle sallandı. Arkasını dönüp elleriyle kulaklarını kapattı. Gözleri seğiriyor, kaşı gözü oynuyor, saçları karıncalanıyordu. Yönünü içeri sızan puslu ışığa çevirip derin bir nefes aldı. Nefesi uzun süre içinde tuttu ve sonra yavaş yavaş bıraktı.
Yanında, şimdi, şu o anda birisinin var olmasını çok isterdi. İnsanca bir şeye ihtiyacı vardı. Bir ses, ıslık ya da motor gürültüsü gibi, tanıdık bildik bir şey duymak, görmek, ona dokunmak istiyordu. Gök yere geçercesine gürledi.
Ödü koptu bu sefer gerçekten öldüğünü sandı. Sağ elinin parmak uçlarını ağzına götürmüş, bakışları dehşet içinde kalmıştı. Gözlerini sıkıca kapatıp bir süre öylece bekledi. Ölümü düşündü, ölmekten çok, yalnız ölmekten korkuyordu. Büyük gürültüden önce her yer ateş topuna kesmiş, gözleri uzun zaman etrafını seçemez olmuştu. Ölüm bu olmalı, böyle bir şey olmalı diye geçirdi içinden. Gözlerini açmaktan korkuyor, ya açamasam, ölmüşsem diye ödü patlıyordu. Uzun süre yüreğiyle mücadele etti. Sonra yavaş yavaş araladı göz kapaklarını. Yağmur hızını kesmişti. Şimdi daha sakin yağıyordu.
Yanında bir ipilti, bir sıcaklık hissetti. Dönüp baktığında bir kızın öylece dikilip durduğunu gördü. Ürkekti bakışları, çimen yeşiliydi gözleri. Simsiyah saçları omzunu aşıp göğsü üstüne düşmüştü. Gözlerini bir noktaya sabitlenmiş, kıpırdamadan öylece bakıyordu. Üşümüş, korkmuş olmalı diye düşündü. Omzundan tutarak hafifçe sarstı onu. Kız rüyadan uyanırcasına kendine geldi.
“Dua ediyordum, ölüp gideceğiz burada, yağmurdan olmasa bile yıldırım çarpmasından ya da soğuktan. Sebebi ne olursa olsun öleceğiz işte” dedi.
Parmağını dudak hizasına kaldırıp kıza susmasını işaret etti. Sonra onu omuzlarından tutarak kendine iyice yaklaştırdı. Uzun uzun gözlerinin içine baktı. Esmer bir tene yeşil gözlerin bu kadar yakışabileceğini hiç düşünmemişti. Hayranlıkla bakıyor, gözlerini ondan ayıramıyordu. Eliyle hafifçe yönlendirip kızın başını göğsüne yasladı. Artık kendisini daha iyi, daha güçlü hissediyordu. İçi sevinçle doldu. Yağmurun hızı kesilmiş, derenin yağmur sesinde boğulan çağıltısı iyice keskinleşmişti. Etraf yavaşça aydınlandı. Gökyüzünde bembeyaz bulut kümelerini gördü.. Bulutları parçalayan, öbek öbek kümeleyen gök maviyi ayrımsadı.
Güneş ırmağın karşı yakasında aydınlandı önce, yağmur çiselemeye devam ediyordu. Üç bin metreyi bulan dağların bu bölümünde orman yetişmiyor, sadece kırtıl otları bitiyordu. İlk bakışta çırılçıplak, anadan üryan bir yerdi buralar. Bu durum her şeyi bütün çıplaklığıyla izlemeyi kolaylaştırıyordu. Ayağa kalktı. Bacakları iyice uyuşmuş, diz kapakları güçsüzleşmişti. Yan tarafa doğru birkaç adım atıp rahatlamayı, uyuşukluğunu gidermeyi düşündü. Mıh gibi çakılıp kaldı olduğu yerde. Gözleri kocaman oldu, yüzünü müthiş bir şaşkınlık kapladı. Gövdesini hafifçe öne eğip karşısında ki manzaraya iyice baktı. Aman Allah’ım dedi.
Gök kuşağının bu kadar çok rengi olabileceği kimin aklına gelirdi. Böylesini hiç düşünmemiş, görmemiş, duymamıştı. Bir süre gördüğü renkleri bir birinden ayrıştırıp dikkatlice seyretti. Bütün renkler ayrı ayrıydı. Gözleri onu yanıltıyor olamazdı. Hepsini teker teker saydı. Altı, yedi, sekiz, dokuz diye sıralıyor, sonra bütün renkler birbirine karışıyor, en baştan, yeniden başlıyordu. Bir mucizeydi gördükleri. O sırada beklenmedik bir şey oldu. Bir kelebek kolonisi önünden yalpalayarak geçip taşlık alana doğru alçaldı. Kelebeklerin ardından kayboluncaya kadar baktı. Yağmur durmuştu. Bulunduğu kovuktan dışarıya, dev kayanın önüne çıktı. Gökkuşağının böylesine ihtişamlı, böylesine çok renkli olanını hiç görmemişti. Belki de böylesi ilk defa oluyordu. Daha önce gerçekleşmiş olsaydı muhakkak duyulur, bilinirdi. Başka renklerinden de söz edilirdi kitaplarda.
Güneşin izi dereyi aşarak bulunduğu kayalığa doğru yaklaştı. Korkulu saatleri anımsadı. Korkusunu yüreğinden güneşin silip yok edeceğini düşündü. Dönüp baktığında kızın yerinde olmadığını gördü. Şaşkındı. Nereye gitmiş olabilirdi ki.
Gök kuşağı oldukça yakınına gelmişti, uzansa dokunacaktı sanki. Seyrine doyamıyor, gözlerini ondan ayıramıyordu.
Üşüyen bedenini yavaşça canlandı. Gökkuşağının tam altında bir yerde, toprağa düşen yağmur buharlaşıp yükselmeye başladı.
Gökkuşağının çizdiği yay iki ucundan toprağa saplanmıştı. Yayın toprağa değdiği noktadan itibaren yerin altında da devam ettiğini ve çemberi tamamladığını hayal etti. Yeraltındaki bölümü de bu kadar güzel olmalı diye düşündü. Kesinlikle çemberi tamamlıyor olmalıydı, bu kadar güzel bir şey eksik kalamazdı.
Kocaman bir çember olmalı bu dedi. Görünen kısmı küçük bir parçası, belkide yüzde, binde, milyonda biri kadarıdır diye düşündü. Neredeyse dünya kadar, neredeyse ay kadar, güneş kadar büyük olmalı dedi. Göğe yükselen buhar bulutlarının üzerine tarifi güç renkler düşmekte, oluşan devingenlikte renkler iç içe geçmekte birbirine karışıp yeni renk cümbüşleri oluşturmaktaydı.
Gördüğü manzara idrak edilebilir bir estetiğin ötesindeydi.
Buhar bulutları arasında bir siluetin belirdiğini gördü. Bu oydu. Çimen yeşili gözleri ışıl ışıldı, gülümsüyordu. Şimdi de tam karşısındaydı. Derenin öbür yakasından kendisine bakıyor, elini uzatıyordu. Bulutların arasında bir kayboluyor, bir görünüyor, elini bir uzatıyor, bir geri çekiyor, inci gibi gülümsüyordu. Önünü kapatan renkler dağılıyor, bu kere saçları dalgalanıyor, kâkülleri yüzüne düşüyor, sonra bütün bedeni dans edercesine uçuşuyor, birden gözden kayboluyordu.
Gördüğü manzara dayanılır gibi değildi. Gördüklerine anlam veremiyor, hissettiklerini açıklayamıyordu. Aklını yitirircesine kaptırmıştı kendisini.
Olduğu yere çömeldi. Şakaklarını avuçları arasına alıp gözlerini yumdu. Uzun zaman öylece kaldı. Derinlerden bir yerden gelen sesi duydu. Gizemli bir sesti bu. Dalgalar halinde, ruhunu eritircesine kulağına doluyor, sonra tüy hafifliğinde kayboluyor, sonra yeniden geliyor, bir yükseliyor, bir düşüyordu. Açtı gözlerini, duyduğu sesi aradı. Çömeldiği yerden sağına soluna bakındı. Kimseyi göremedi. Yeniden kapadı gözlerini, ses tekrar duyuldu. Ses bir alçalıyor bir yükseliyor, sonra korkuya, çığlığa dönüşüyor, renk renk gökkuşağına karışıyor, karşı dağlarda, tepelerde yankılanıp yüreğini saplanıyordu. Ne düşüneceğini, ne yapacağını bilemez haldeydi.
Gök kuşağının rengi solmaya başlamış, buhar bulutları silinip gitmişti.
Suyun akağına doğru dikkatlice bakındı. Gülümsedi, gözlerini ovup daha dikkatlice baktı. Yanağındaki gülümseme çoğaldı, yüzünün her yanına dağıldı, Yüzünden bütün bedenine yayıldı. Bütün bedeniyle gülümsüyordu. Elleriyle avuçlarıyla, saçlarının her teliyle gülümsüyordu. Kıpırtıyla, sevinçle doldu içi. Vücudu tuhaf bir duyguyla sarsıldı. Sonra “geliyorum” diye mırıldanıp olduğu yerden doğruldu. Irmağa doğru ilerledi. Kendisine uzanan eli tutarcasına, yürüdü suyun derinliklerine doğru. Sular bedenini sarstı ama düşüremedi onu. Son görüldüğü noktada, bir şeye sarıldığı, sıkıca kucakladığı gözden kaçmadı.
Beyninin ona bu kadar mükemmel bir oyun oynayacağını nereden bilebilirdi.
Rıfat Gürsoy Temmuz 2008
YORUMLAR
yaşam iki boyutlu...biri gerçek biri düş boyutu...
düşler mi gerçek..gerçekler mi düş...tartışılır...
yağmura bayılırım ben...çok ta gerçekçi anlatmışsınız...karadenizli olmanın ve yağmurun binbir türlü halini yaşamanın verdiği zenginlik sanırım...karadenizin kıymetini bilin...en çok gitmek istediğim bölgedir...denizin mavisi ve uçsuz bucaksız yeşilliğin bir aradalığında, sağanak bir yağmuru yaşamak isterdim...düşte de olsa yaşadım yazınızı okurken...
keyif aldım bu düşten...düşleriniz daim olsun...